Dr. Mehmet Güneş yazdı: Türkülerimiz

Dr. Mehmet Güneş yazdı: Türkülerimiz

Yazar, şair Dr. Mehmet Güneş, 'Anadolu insanının hayatındaki mağduriyeti, yaşadığı mahrûmiyeti, tevekkülündeki mazlûmiyeti, tavrındaki mahcûbiyeti, aşkındaki mâsûmiyeti, gönlündeki muhabbeti, hayâlindeki saâdeti, iç dünyasındaki samîmiyeti, heyecânındaki kudreti, rûhundaki asâleti,  sevdâsındaki iffeti, kalbindeki ülfeti, kızgınlığındaki hiddeti, öfkesindeki şiddeti ve duygularındaki haşmeti' en iyi anlatım araçlarından birinin türküler olduğunu belirterek, 'Türkülerimizi bilmeden Türk’ü bilirim demek, alfabeyi öğrenmeden kitap okumaya benzer.' dedi. 

Türkülerimizi anlattığı yazısında Dr. Mehmet Güneş şöyle kaydetti:

“…Dedem diyor ki, geçmiş zamanların birinde, bir hân başka bir hânı tutsak almış. Bu hân tutsağına: “Eğer istersen benim kölem olarak yanımda kalır, uzun zaman yaşayabilirsin. İstemezsen en büyük arzunu yerine getirir, sonra da seni öldürürüm.” demiş. Tutsak hân düşünüp cevap vermiş: “Köle olarak yaşamak istemiyorum, beni öldür daha iyi. Ancak, öldürmeden önce vatanımdan herhangi bir çobanı buraya getirtmeni istiyorum.” –“Ne yapacaksın o çobanı?” – “Ölmeden önce ondan bir türkü dinlemek istiyorum…”

Dedem diyor ki, “ İşte böyle, vatanlarının bir türküsü için canlarını feda eden insanlar varmış. Böyle insanları görmeyi ne kadar isterdim!..”

Türküyü dinlerken dedem kulağıma fısıldar: “İlâhî! Ne büyük insanlarmış eski insanlar! Ne türküler yakmışlar yâ Rabbim!..”    

                                                                                       Cengiz AYTMATOV, Beyaz Gemi, 43

Sözü hikmetli kılan nasıl şiirse, şiiri de kanatlandıran müziğin o efsunkâr ritmidir... Şuur altındaki ilhamların bir tezahürü olan şiir, müziğin büyülü atmosferinde emsâlsiz bir güzelliğe erişir. Şiirdeki letâfete, mızrabın tellerle vuslatı eklenince; perde perde dokunan mısralar, dokunaklı bir ezgi hâline gelir. Duygulardan dile yansıyan dizeler, notaların o esrarlı kanatlarını taktığı zaman; gönül semâlarımızda şehbal açarak canlılık kazanır. Kalbimizdeki en içli duyguları ifâde eden bu güzelim ezgiler, kültür dünyamızda şekillenip, gönül gergefimizde nakışlandıktan sonra, zamanın sînesinde demlenerek bir muammânın sırrıyla hemhâl olur ve “türkü” adını alır.

Türküler, en yalın hâliyle, ama en güzel bir biçimde bizim kültürümüzü terennüm ettiği için binlerce yıldan beri dilden dile dolaşır, nesilden nesile ulaşır. Türkülerimiz, söyleyenin gönlünü bir hoş ederken, yüreğimize saplanan nağmeleriyle de dinleyeni “içmeden sarhoş” eder. Tevârüs edilmiş bir asâletin bütün güzelliklerini türkülerimiz anlatır. Türkülerimizde; neş’emiz, sevincimiz, sabrımız, derdimiz ve ıstırabımız dile gelir. Türkülerimiz, “her yanımızı esrarlı bir şafak ışığıyla saran” gönül dünyamızın sönmeyen yıldızlarıdır... Aşk ateşine düşen, milyonlarca insanımızın ortak duygularını türkülerimiz ifâde eder... İnsanımızın doğumundan ölümüne kadar olan her hâline, günlük hayatın bütün veçhelerine türkülerle vâkıf oluruz. Yüreğimize hapsettiğimiz acı-tatlı hatıralarımızı türkülerimizle ya’dederiz... Ayrılığı, kavuşmayı, sitemi, kahrı, kadere isyanı, hasreti, gurbeti, ümidi, teselliyi, mutluluğu, hüsrânı... hep türkülerde buluruz. Türkülerle hâlleşir, türkülerle dilleşiriz... Hayatın tamamına türkülerle nigâh-ban oluruz. Milletimizin her hâlini türkülerle biliriz...

Türkülerimizi bilmeden Türk’ü bilirim demek, alfabeyi öğrenmeden kitap okumaya benzer. Anadolu insanının; hayatındaki mağduriyeti, yaşadığı mahrûmiyeti, tevekkülündeki mazlûmiyeti, tavrındaki mahcûbiyeti, aşkındaki mâsûmiyeti, gönlündeki muhabbeti,  hayâlindeki saâdeti, iç dünyasındaki samîmiyeti, heyecânındaki kudreti, rûhundaki asâleti,  sevdâsındaki iffeti, kalbindeki ülfeti, kızgınlığındaki hiddeti, öfkesindeki şiddeti ve duygularındaki haşmeti ancak türkülerimiz anlatabilir.

Türk milleti olarak bizler; bir yürek yangınında önce kendimiz yanar, sonra bir türkü yakar, daha sonra da bu yanık türkülerde serinlemek adına “Değmen benim gamlı yaslı gönlüme / Ben bir selvi boylu yârden ayrıldım” türküsünü söyleyerek Mecnun olup yollara düşeriz. Türkülerde nice dağlar aşar, türkülerle yaramızı deşeriz. Düğünlerde türkülerle coşar, askerlikte türkülerle koşarız. Kısacası, biz hayatı türkülerde yaşarız. Çünkü türküler; duygu penceresinden ömür rüyâsını seyreden bir hayat destânıdır.

Türk millî kültürünü ayakta tutabilmemiz için, türkülerimizi yaşatmamız gerekir. Şurası muhakkaktır ki, her türkü; milletimizin iç âlemini âşikâr eden, kültür hâzinemizi seslendiren bir sanat şâhikasıdır. Türküler terennüm edilmezse, bu aziz milletin hayat damarlarından biri daha kurumaya yüz tutar. Bu sebeple türküler, millî kültürümüzün nefesi, binlerce yıllık tarihimizin sazın tellerinde yankılanan sesi, duygularımızın bâzen hazin, bâzen neşeli, bâzen ağıt formunda, bâzen de koçaklama olarak bağlamada şekillenmesidir.

Bir Türkmen kiliminin rengârenk nakışları gibi, türkülerimiz de insanlara doyumsuz bir huzur verir. Milletimizin; duygularındaki enginliği, iç âlemindeki zenginliği ve dünyaya bakışındaki güzelliği, en mükemmel bir biçimde türkülerimiz terennüm eder. Türküler, ruh dünyamızın şifrelerini ortaya koyar. Bizim türkülerimiz, şair bir milletin kendi yüreğine doğru yürümesiyle işittiği âşina seslerden ve sevdâ gergefinde doyumsuz bir aşkla dokuduğu ışıklı nağmelerden oluşan bir şehrâyindir.

İçimizi yakan türküler başımızda boz dumanlar tüttürür. Teselli verirken bile elemin bir başka burcunda gönlümüzü mesken tutturur. Aşkın hudut tanımayan coşkusunu, ahde vefânın ne demek olduğunu ve insanoğlunun gem vurulamayan duygularını ancak türkülerimiz anlatabilir.

Türkülerimiz, kimselere söylenemeyen gizli dertleri, âşikâr edilemeyen aşkları,   karşılıksız sevdâları, kaybolan hasletleri, özlenen memleketleri, uzak kalınan sılayı,  yâdelerde yapılan bayramı, beklenen asker yollarını, zaman içinde sararan duyguları, kararan umutları, yeşerip boy veren hüzünleri dile getirir… Türkülerimiz, karanlığı titreten bir şafak olur kimi zaman. Kimi zaman gecelerin ağaran saçlarına yakılan türküler, seher vakti yapılan duâlar gibi içimizi titretir. Bu sebeple olsa gerek, güneşin yedi renginin üstüne sayısız duygu tayfları düşüren türkülerimiz; kirpiklerimizi ıslatırken, göz bebeklerimizden parıldayan bir ışık şûlesi yansıtır âsûmâna... Bizim türkülerimiz; kimi zaman, “Yerin yok, yurdun yok nerde kalırsın / Her yüze güleni dostun sanırsın / Bunca derdi sen üstüne alırsın  / Dert çekecek senin halın mı kaldı” ezgisiyle inler; kimi zaman, “Geceler yârim oldu / Ayrılık kârım oldu / Her dertten yıkılmazdım / Sebebim zâlim oldu” diye âh eder; kimi zaman da, “Bir yiğit gurbete gitse / Gör başına neler gelir / Garip sılayı andıkça / Yaş gözüne dolar gelir” türküsüyle melül ve mahzûn olarak gözyaşı döker.

“Gönül dağı yağmur, boran olunca / Akar can evimden sel gizli gizli” diyen âşıkların; ruhunda esen fırtınalar, kalbinde çakan şimşekler, hâtırâlarında iz bırakan insanlar, unutamadığı ânlar, âh ettiği zamanlar, yaşadığı hicranlar hep türkülerimizde anlatılır. İnsanımız; yoksulluğun, kimsesizliğin, çâresizliğin ve ümitsizliğin getirdiği hüzünlü duygularla başında tariflere sığmayan bir tütün tüterken, için için yanar ve “Şu karşı dağları duman kaplamış / Yine mi gurbetten kara haber var / Seher vakti burda kimler ağlamış / Çimenler üstünde gözyaşları var” uzun havasıyla gönül tellerimizi titretir bizim türkülerimiz… Kimi zaman “Yolumuz gurbete düştü / Hazin hazin ağlar gönül / Araya hasretlik düştü / Hazin hazin ağlar gönül” diye en içli duyguları âşikâr eden yine türkülerimizdir.

Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu”nun  ifâde ettiği gibi: “Türkülerde insan var... İnce, yüce, ulvî, afif taraflarıyla insan var. Hafif, çılgın ve âvâre taraflarıyla insan var. Kırılan, küsen, kaçan, dışına kaçmak istedikçe kendi içine büzülen, küçük ilgiler bekleyen yönleriyle insan var… ”

“Şu dağların yükseğine erseler / Lâle, sümbül, mor menekşe derseler / Bir güzeli bir çirkine verseler / Güzel ağlar, çirkin güler bir zaman” diyen insan var... Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar / Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler” diye derdini dile getiren insan var... “Siyah saçlarında hatem yüzlerin / Garip bülbül gibi zar eyler beni” türküsüyle sevgisini haykıran, “Bir binayı yapamazsan yıkıp virân eyleme / Bir bahçeye giremezsen varıp seyrân eyleme” gazeliyle düşüncesini anlatan insan var... “Bahçelerde saz olur / Gül açılır yaz olur / Ben yârime gül demem / Gülün ömrü az olur” türküsünde iç geçiren insan var… “Döndüm daldan düşen kuru yaprağa / Seher yeli dağıt beni, kır beni” diyen insan var... “Bir ateş ver cıgaramı yakayım” diyenlerin yanında, “Bayram gelmiş neyime / Kan damlar yüreğime” diye inleyen insan var...

Dostluğun, sevginin ve aşkın maddeye müncer olduğu günümüzde, sadâkâtin, hasbîliğin, fedâkârlığın ve ferâgatin menfaat denizinde boğulmaya yüz tuttuğu dünyamızda bu gün her zamankinden çok daha fazla türkülerimizin ruhunu idrâk etmek ve sözlerinin sırrına ermek mecbûriyetinde değil miyiz? “Gel ha gönül havalanma / Engin ol gönül engin ol / Dünya malına güvenme / Engin ol gönül engin ol” diyebilmenin şuuruna müdrik olarak hayatı insan gibi yaşamaya ne kadar çok muhtaç olduğumuzu, ya da “ Seyreyle güzel Kudret-i Mevlâ neler eyler / Allah’a sığın, Adl-i Teâlâ neler eyler /  Meyl’eylemezem gayrısına Hazreti Hak’tan / Şol yüzleri dost, özleri düşmandan usandım” gazelinin bize vereceği idrâk irtifaında insan-ı kâmil olma yolunda hangi mesâfeleri kat edeceğimizi hiç düşündünüz mü?

Türk’ten uzaklaşanlar, türkülerimizi de öksüz bıraktılar... “Yastadır hey deli gönül yastadır / Gelir diye kulaklarım sestedir” diye feryat eden türkülerle kendi insanımızdan medet beklediğimizi anlatmaya çalıştık yıllar yılı... Anadolu toprağından eksik olmayan rahmet yüklü şafak yağmurlarının serinliğini yüreğimize serpmek için; “Ayrılık, hasretlik kâr etti cana / Seher yeli sultanımdan bir haber / Selâmım tebliğ et kutb-i cihâna  /  Seher yeli sultanımdan bir haber” nidâsıyla seslenip durduk senelerdir.

Kâinat muhabbet üzerine, sevgi üzerine, aşk üzerine yaratılmıştır… Türkülerimiz de, yaratılış gayemizin ifâde ettiği bu fıtrî hakîkâte mebnidir. Ulaşılması mümkün olan bir şeye karşı hissedilen duygu, “Mutlak Hakîkât”e ulaşma yollarının bir vasıtasıdır. Bu sebeple, “Gah çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi / Gah inerim yeryüzüne seyreder âlem beni”   diyen türküler, bizleri alıp bir mâverâ menzilli başka diyâra götürür. Çünkü bizim türkülerimizde; gönül gönderimize çekilen muhabbet sancağında aklın aşka gelerek kendinden geçmesine, hayâl âlemimizde duygu çiçeklerinin açmasına, kalbin sevgi pınarından bâde içmesine ve bir “İlâhî” aşkla “Nefes”lenen ruhların mâverâya kanatlanıp uçmasına şâhit olursunuz.

Aşk; bir fâniye fedâ edilemeyecek kadar değerli bir duygu olduğu için, “aşk-ı mecâzî”, “Aşk-ı Hakîkî”ye yol bulduğu zaman ebedîleşir… Türkülerimizde, İlâhî aşka giden yolun beşerî sevginin tekâmülüyle meydana geldiği, bu olgunluğu veren dergâhların rahlesinde insanımızın “Hüsn-ü Aşk”ı bulduğu ve “Yeşil köşkün lambası”nın İlâhî aşkla yanmaya karar kıldığı anlatılır anlatılmasına, ama bizler; ya çok geç anlarız, ya da hiç anlamadan “bize ayrılan vakti” gaflet içinde zamanı katlederek geçiririz... Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Anadolu’muzun iç romanı” diye tarif ettiği türkülerimizin özünden nasiplenmediğimiz takdirde; “İncecikten bir kar yağar / Tozar Elif Elif deyi / Deli gönül abdal olmuş / Gezer Elif Elif deyi” ezgisinin dış zarfını zâhirî olarak terennüm eder, fakat mazrufundan haberdâr olmadan bu dünyadan göçüp gideriz.    

Türkülerimiz; mâzîden hâle, hâlden istikbâle uzanan kültür köprüsünü; ‘bir dut dalından, bağlamanın telinden, mızrabın elinden ve şiirlerin dilinden’ oluşan dört temel direk üzerine kurmuştur. Türkülerden oluşan bu muhteşem kültür köprüsü; ses ve söz kalıpları kullanılarak, uzun bir tarihî süreç içinde ve zamana karşı mukâvim olarak milletimiz tarafından inşâ edilmiş bir sanat şâheseridir. Türk kültürünün mihenk taşı olan türkülerimiz Anadolu yaylalarında dile gelip, gönüllerimize “dar gelen” hudut boylarında yankılanırken; “Türk’üz Türkler yoldaşımız / Hesaba gelmez yaşımız / Nerde olsa savaşımız / Türk’üz türkü çağırırız” dizeleriyle duygularımıza tercüman olur.

  Türküler, pembe dünyaların sabun köpüğü misâli sönen yalancı aşklarını dile getirmez, “Bir âh çeksem karşıki dağlar yıkılır” ya da “Gel dilber ağlatma beni, Şâh-ı Merdân aşkına” mısrâlarında ifâdesini bulan karasevdâları anlatılır. Tezenenin tellere dokunmasıyla inleyen nice gönüller, bağlamayı aşka getirirken, Âzerî mahnısının o eşsiz ritmiyle; “Fikrimden geceler yatabilmirem / Bu aşkı başımdan atabilmirem / Neyleyim ki sana çatabilmirem / Ayrılık, ayrılık yaman ayrılık / Her bir dertten âlâ yaman ayrılık” dizelerini  “bahtı kara” türkülerimiz terennüm eder.

Evine elvedâ diyecek olan bir gelin kızın ayrılık ve vuslat duygularını birlikte yaşadığı bir zaman dilimini; “Kınayı getir aney / Parmağın batır aney / Bu gece misafirem / Yanında yatır aney ” dizeleriyle ve muhteşem ezgisiyle ifâde eden bu türküden daha güzel ne anlatabilir acaba?

Türkülerimizde his dünyamızı ayağa kaldıran nağmeler dile gelirken, göz pınarlarından süzülen inciler yanaklarda gamzeleşir. “Yâr, deyince kalem elden düşüyor / Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor / Lambada titreyen alev üşüyor / Aşk, kâğıda yazılmıyor Mihriban” türküsü söylenirken bir duygu fırtınası eser gönüllerimizde? Türkülerimiz unutulan sevdâları yeniden yaşatır insanımıza... Dumanı hâlâ tüten aşkların küllenmediğini, tekrar alevlenebileceğini; “Başımdan bir kova sevdâ döküldü / Islanmadım, üşümedim yandım oy / İplik iplik damarlarım söküldü / Islanmadım, üşümedim yandım oy” sözleriyle sarsıldığımız,  “of” ile “âh” sarkacında gidip gelerek dinlediğiniz o güzelim türkülerimizde bir kere daha idrâk edersiniz.

   “Deli gönlün” mahzûn ve mahcup duygularını kendi lisânınca anlatan türkülerimiz;  sevgiliden, anadan, sıladan, vatandan  kopmanın ya da koparılmanın hüznüyle, kalbinde derin tahâssürler yaşasa bile; “Ne ağlarsın benim çeşm-i siyâhım / Bu da gelir bu da geçer ağlama / Göklere yükseldi feryâdım, âhım / Bu da gelir bu da geçer ağlama” diyerek istikbâle ümitle bakılması gerektiğini çok içli ve sâmimi bir biçimde dile getirirken, kalbimizdeki onulmaz yaraları da âşikâr eder.

Türkülerimiz, dağların ardındaki hikâyeleri de kendine has bir üslûpla anlatır...   'Erzurum dağları kar ile boran / Aldı yüreğimi dert ile verem” diye başlayıp, “Göç göç oldu göçler yola dizildi / Uyku geldi elâ gözden süzüldü” sözleriyle bizi  “sevdâlara salan”  türkülerimiz, uzun havası ve etkileyici makamıyla bir dertten, bin derde salar gönüllerimizi...

Türkü yakan da, adına türkü yakılan da, sevdâlanıp solan, gurbette kaybolan ve ciğeri pâre pâre olan da hep bizim insanımızdır. Türkülerimizde, “Davullar ah çeker, zurnalar ağlar”sa, biliriz ki hem derdimiz, hem de dermânımız türkülerde saklıdır. Gönlünün bütün perdelerini türküyle aralayan insanların gözleri buğulanırken, iç geçirerek söylediği “Gönlüme ateş düştü / İçinde yâr da yandı”  türküsü; hem derdimizi, hem de derdimizin dermanını bizlere açıkça işaret etmiyor mu ne dersiniz?

Türkülerimiz, bâzen coşkun bir ırmak gibi gönülden gönüle akar. Bâzen, “Yüce dağ başında yanar bir ışık” diye seslenir. Bâzen  “Yüksek minarelerde kandiller yanar / Kandilin şavkına bülbüller konar” nidâsıyla dile gelir. Bâzen, bir “Seher yıldızı” olup âsumanı aydınlatır. Bâzen de “Huma kuşu” olup, ”yükseklerden seslenir.” Bâzen “Sarı gelin” olup “Erzurum”da bizleri “çarşı-pazar” gezdirir; bâzen “Zahidem”, bâzen “Eminem”, bâzen “Al Fadimem”,  bâzen de “Leylâm” diye başlayan türkülerle kalbimizdeki küllenmiş közleri alevlendirir...

Neler anlatılmaz ki türkülerimizde; “Dün gece yar hanesinde yine gönlüm hoş idi“  nağmesine, “Garip kaldım yüreğime dert oldu / Ellerin vatanı bana yurt oldu” diye feryat edenlerin sesi eklenirken, “Dedim yâre gidem nasip olmadı / Ağlama gözlerim Mevlâ’m kerimdir” türküsü nemli gözlerle söylenir... Sevdâ ateşiyle yüreği püryân olanlar “Derdim çoktur hangisine yanayım / Yine tazelendi yürek yarası” derken, bir başkası da “Mevlâ’m bir çok dert vermiş / Berâber derman vermiş / Şu onulmaz derdime / Neden ilaç vermemiş” diye gözyaşı döker...

İçimizde yaşanan gurbeti, gurbetin hasret tüten acısını, gariplik duygusu veren yalnızlığını, sıladan gelen yâr kokulu, memleket kokulu esintilerini tâ yüreğimizin başında türkülerimizle duyarız. Gurbet elde kalan, yârini çok özleyen ve onun hastalandığını duyan bir sevdâlı; “ Şu uzun gecenin gecesi olsam / Sılada bir evin bacası olsam / Dediler ki nazlı yârin çok hasta / Başında okuyan hocası olsam” diye inlerken, bir başkası da; “Yârim senden ayrılalı / Hayli zaman oldu gel gel / Bak gözümden akan yaşa / Âb-ı revân oldu gel gel” sedâsıyla âsumanın fânusunu çatlatır. Gurbet elde; “Akşam olur karanlığa kalırsın / Derin derin sevdâlara dalarsın” türküsüyle her gece efkârlanır… “Başımda bir sevdâ döner / Ben yanarım kül olurum” diye sızlananlara; “Gönül gurbet ele varma / Ya gelinir ya gelinmez” diyenlere, “Gurbette ömrüm geçecek / Bir ufacık yerim de yok / Oturup derdim dökecek / Bir vefâlı yârim de yok”  inkisârıyla dertlenenlerin sesleri eklenir.

Yükseklerde uçan “Bir çift turna”ya, “Telli turnam selâm götür / Sevdiğimin diyârına” denilir… “Allı turnam bizim ele varırsan” diye başlayan, “Duydum dost hârelenmiş / Yine gönlüm hoş değil” sözleriyle devam eden, “Ağlama yâr ağlama / Mavi yazma bağlama” niyâzıyla biten türkülerle berâber, yâre ucu yanık mektuplar gönderilir. Cevâbı gelmeyen mektuplar için de; “Herkes dosta yazmış arzuhâlini / Benimkini ürüzgâra yazmışlar” diye sitemler edilir.  Türkülerimiz belki “Telgrafın tellerini” arşınlayamaz ama, “Nazlı yârden bana bir haber geldi / Eğer doğru ise büktü belimi” sözleriyle yaşanılan gerçekleri anlatır. İnsanımız, “Karadır kaşların ferman yazdırır / Bu aşk beni diyar diyar gezdirir” nağmesini dillerden düşürmez, “Kurban olam kalem tutan ellere / Kâtip arzı hâlim yaz yâre böyle” türküsünü efkâr dağıtmak için söylerse de, “Deli gönül hangi dala konarsın / Senin tutunacak dalın mı kaldı” ezgisinde,  “gam dağıtıp, gam çekenler” kendi hâli pür melâlini açıkça îtiraf etmez mi?

 

“Kışlalar doldu bugün / Doldu boşaldı bugün  / Gel gardaş görüşelim / Ayrılık oldu bugün” uzun havası, askerde yakını olsun olmasın herkesin gönül tellerini titretmez mi? “Asker yolu” bekleyip, “günü güne” ekleyenler nemli gözlerle; “Şu kışlanın kapısına / Mail oldum yapısına / Telli kurban bağlayayım / Asker yârin kapısına” türküsünü gözyaşı içinde terennüm etmez mi? ‘Serde erkeklik’ olduğu için ağlayamayanlar; “Yüce dağlar olmasaydı / Lâle, sümbül solmasaydı / Ölüm Allah’ın emri de / Şu ayrılık olmasaydı” nakaratıyla devam eden bu türküyü, sesi titremeden söyleyebilir mi acabâ?

   Dağların yücesinden yankılanan bir ses; “Tutam yâr elinden tutam / Çıkam dağlara dağlara” diye ovaları inletirken, bir başka ezgi ise; “İşte gidiyorum çeşm-i siyâhım / Aramızda dağlar sıralansa da / Sermâyem derdimdir, servetim âhım / Karardıkça bahtım karalansa da” nidâsıyla gönülleri aşka getirir. “Dağlar dağımdır benim / Dert ortağımdır benim / Çok söyletmen ağlarım / Yaman çağımdır benim” diyenlerle, “Şu dağların yükseğine” erenler, “Başı duman pâre pâre” dağları aşmak için “Vur kazmayı dağa Ferhat / Çoğu gitti azı kaldı” diye haykırırlar.  Başı dumanlı dağlar, “Yol” verse de, “Hâr içinde biten gonca güle minnet” edilse de, edilmese de; âşık mâşuka; “Yine gam yükünün kervânı geldi / Çekemem bu derdi bölek seninle” dese de; “gam, kasâvet” hep iç içe girecek, çilemiz artacak, türkülerimizdeki hüzün hiç eksilmeyecektir.

Türk milleti; vatan topraklarını hep türkülerle nakışlamış, “Memleket ahvâlini” hep türkülerden sormuş, duygularını hep türkülerde âşikâr etmiştir... Türk insanı, türkülerle oynamış, türkülerle ağlamış, kahramanlıklarını türkülerle anlatmış, derdini türkülere dökmüştür...Yörelerimizin farklı rengini, söz ve müziğin muhteşem ahengini hep memleket türküleri dile getirmiştir.. “ Yurttan Sesler”de neler söylenmemiştir ki: “Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun”, “Edirne köprüsü taştan kaldırım”,  “Malkara’dan çıktı bayrak”, “İzmir’in kavakları”, “Manisa’yla Bergama’nın arası”, “Şu Aydın’ın uşağı”, “On ikidir şu Burdur’un dermeni”, “Denizli’nin horozları çillidir”, “ Çanakkale içinde aynalı çarşı”, “Bursalı mısın kadifeli gelin çaydan mı geçtin”, “Kütahya’nın pınarları akışır”, “Şu Muğla’nın çamları da çamları”, “Karahisar kalası”, “Afyon’un yolu taşlı”, “Ankara’nın taşına bak”, “Biter Kırşehir’in gülleri biter”, “Yine yeşillendi Niğde bağları”,  “Aksaray’ın kapıları sürgülü”, “Tokat yaylasında yaylayamadım”,  “Karaman’dan çıktım yolum Yemen’e”, “Üç mum yaksam Konyalıyı arasam”, “Söyleyim Bayburt’un vas’ı hâlini”, “Ağrı dağından uçtum”, “Ardahan’ın yollarında, güller açıp bağlarında”, “Kelkit’in altı bağlar”, “Lâl gevherdir taşı Kars’ın”, “Iğdır’ın yolları daştı”, “Erzurum çarşı pazar”, “Dersim dört dağ içinde”, “Oğul Bingöl bugün dumandır”, “Erzincan’a vardım ne güzel bağlar”, “Sivas ellerinde sazım çalınır”, “Gidiyorum Çorum’a”, “Benden selâm olsun Bolu beyine”, “Bartın yolu düzdedir”, “Sinop da tabyaya yakın”, “Şu Samsun’un evleri”, “Sinop’ta tabyaya yakın”, “Giresun’un evleri şima ile kaynama”, “Ordu’nun dereleri aksa yukarı aksa”, “Oy Trabzon Trabzon”, “Rizeliyim Rizeli”, “Çoruh’a git bulacaksın”, “Evlerinin önü Mersin”, “Antalya’nın mor üzümü”, “Adana yollarında”, “Antep’in etrafı gül ile diken”, “Maraş’tan bir habar geldi”, “Yozgat’ı sel aldı soğluğu duman”, “Gayserilim, Gayserilim”, “Nevşehir dedikleri”, “Aksaray’ın kapıları sürgülü”, “Elaziz uzun çarşı”, “Urfalı’yam ezelden, gönlüm geçmez güzelden”, “ Mardin kapı şen olur”, “Diyarbakır etrafında bağlar var”, “Adıyaman, yolu yaman”, “Malatya Malatya bulunmaz eşin”, “Siirt beyaz bir gelin”, “ Bitlis’te beş minâre”, “Vanlıyam, şanlıyam kılıcı kanlıyam”, “Muş’un etrafı dağdır, meşedir”, “Kerkük’e düştü yolum”, “Halep’te bir güzel gördüm”, “Üsküp’e varmadan gelir Kumova”, “O Şumnu’nun saçlarını Saniyem”, “Selânik içinde selâm okunur ”, “Magosa limanı limandır liman”, “Girne’den eser rüzgâr”, “Kırım’dan gelirim adım Sinan’dır”, “Sivastopol önünde yatan gemiler”, “Estergon kal’ası su başı durak”, “Güzel Türkistan senge ne boldu”, “Gözlerine hayranım Azerbaycan maralı,”, “Varna gibi kale yoktur”, “Tuna nehri akmam diyor”, “Arda boylarında kırmızı erik”, “Manastır köprüsü dağdır geçilmez”, “Drama Köprüsünü bre Hasan gece mi geçtin”,  “Lofça’nın ardında kaya”, “Tunca boylarında esmesin yeller”, “Ben giderim Batum’a”, “Aman aman Bağdatlı”,  “Şu Yemen elleri ne de yamandır”,... ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz güzelim türkülerimizle aziz vatanımızı, Tûran illerini ve gönül coğrafyamızı baştan başa dolaşarak, dinmeyen sıla hasretimizi dindirmeye çalışmışızdır.

Tâlihin zehirden acı yüzü türkülerimizde dile gelir... Bir bakarsın “Kara bahtım kem tâlihim taşa bassam iz olur / Ağustosta suya girsem balta kesmez buz olur” diye söylenir; ya da “Ziyâ’nın Ağıtı”nda olduğu gibi; “Benim yârim yaylalarda oturur / Ak ellerin soğuk suya batırır / Demedim mi nazlı yârim ben sana / Çok muhabbet tez ayrılık getirir” dizeleriyle bizleri melül ve mahzun eder...

Kalbimize taht kuran türkülerimiz; bozlak, tatyan, mahnı, tesnif, gazel, hoyrat, barak, zeybek, uzun hava, maya, kırık hava, ağıt, ilâhî, nefes... vs. otantik yapısıyla dile gelince bizi kendimizden geçirir. Türkülerimiz, sözlerindeki zarâfet, makamındaki güzellik, yorumdaki mârifet ve icrâ edilişindeki ihtişâm sebebiyle dinleyenleri kendisine hayran bırakır. Baharda hudâyî nâbit gibi biten kır çiçeklerine benzeyen türkülerimiz, kültür dünyamızın en güzel güllerinin derildiği müstesnâ bir gülşendir. Bu gül bahçesinden gönderilen bir demet gül: ya “Kırmızı gül demet demet / Sevdâ değil bir alâmet” türküsünün hazin hikâyesini yâdımıza düşürür... Ya da Karacoğlan’ın söylediği “Bülbül ne yatarsın bahar erişti /Kırmızı gül goncasına kavuştu” türküsünü hatırımıza getirir...     

Tarihi olan, ama tâlihi olmayan Türk Milleti’nin acı hatıralarını dile getiren türküler, hüzünlü nağmelerle “gidip de dönmeyenler” için ağıtlar yakar. “Ah o Yemen’dir / Gülü çemendir /Giden gelmiyor / Acep nedendir” diye cevâbı bilinen sorular sorulur; belki teselli verecek birisi çıkar düşüncesiyle... Ya da yüreğinin bir köşesinde hiç söndürmediği umut kandilini yanık tutmak için... Ama bir başka yüreği yanık bu soruya yine bir Yemen Türküsü’yle; “Mızıka çalındı düğün mü sandın / Al yeşil bayrağı gelin mi sandın / Yemen’e gideni gelir mi sandın” diye cevap verir. Bir başkası da, bu türkünün nakaratını söyleyip: “Dön gel ağam dön gel dayanamirem / Uyku gaflet bastı uyanamirem / Ağam öldüğüne inanamirem” dizelerini seslendirip; bir yandan yüreğini serin tutmaya gayret ederken, öbür yandan da umudunun hiç yitmediğini göstermek için önce bu sözlere kendini inandırmaya çalışır, sonra da bu naif umudunu türkü diliyle cümle âleme îlân eder.

Türküler kimi zaman pişmanlığın kucağında filizlenir, gam otağında büyür, çile ocağında olgunlaşır. Türküler, bitmeyen çilemize yoldaş olurken, bir yürek tutkusunu sazın tellerine resmeder. Ve bir “Sürmeli” olup dile gelir usulca... “Dersini almış da ediyor ezber / Sürmeli gözlerim sürmeyi neyler / Bu dert beni iflâh etmez deleyler / Benim dert çekmeye dermânım mı var” dizeleriyle bizleri hüzün denizinde gezdirirken, duygularımızı da şâha kaldırır. Yaş ekin misâli biçilen bir genci anlatırken Ziyâ’ya ağıt olur; “Çamlığın başında tüter bir tütün / Acı çekmeyenin yüreği bütün / Ziyâ’mın atın pazara tutun / Gelen geçen Ziyâ’m ölmüş desinler / At üstünde kuşlar gibi dönen yar / Kendi gidip ahbapları kalan yar” türküsü her dinleyeni melâl yağmurlarıyla sırılsıklam eder. Türkülerimiz, duyulan kara haberlere ağıt yakarken, yanık yürekleri serinletmek için üzüntülerimizi paylaşmak ister ve; “Maraş’tan bir haber geldi / Dediler ki Merik öldü / Keşke Merik ölmeseydi / Kesileydi elim kolum / Oy Merik, Merik, Merik /Ben kurbanım sana Merik” diyen içli ezgilerle dert ortağımız olur.

Gün akşama yaslanınca; “Elâ gözlüm ben bu ilden giderken / Zülfü perişanım kal melûl melûl” diyenler,  “Geçti dost kervanı eyleme beni” serzenişiyle, “İki kapılı bir handa” “gündüz gece” demeden yürüyenler, “Azrâil’im gelir kendi / Ne ağa der, ne efendi / Sayılı günler tükendi / Yolun sonu görünüyor”  türküsünde olduğu gibi, her nefes alışta mukadder âkıbete doğru bir adım daha yaklaşırlar... Sevdâlılar öldükten sonra da   “dileğini türkülere emânet ederek”; “ Mezarımı yol üstüne kazsınlar / Yâr geçerken belki bana can gelir” vasiyetinde bulunurlar.      

Netice olarak bizim türkülerimiz; hayatın her kesitinden, tarihimizden, coğrafyamızdan, inancımızdan, değer yargılarımızdan, ruh kökümüzden, hayatı kavrayış biçimimizden pasajlar taşıyan mükemmel âbidelerdir. Bizim türkülerimiz, modern çağın metalik gürültülerinden meydana gelen; yılan tabiatlı, timsah ruhlu, kaktüs görünümlü pozitivist dünyadan yükselen bir ses kirliliği olmadığı gibi; aklı putlaştıran, aşkı öldüren duygu fakiri bir nota karmaşası da aslâ değildir.

           Hâsılı türkülerimiz; sazın söze, sözün saza Türk’çe düşünüp, Türkçe söylediği muazzam kitabelerdir. Türkülerimiz; Uluğ Türkistan’dan yayılan sesin, Anadolu yaylasında bâzen Yavuz’ca, bâzen de Yunus misâli yankılanmasıdır.  Türkülerimiz; bizim olan desen ve motifleriyle, bize has ifâde ve dizeleriyle, bizi anlatan muhtevâ ve müktesebâtıyla, gönül burçlarımızda dalgalanan “ses ve söz bayrağımızdır.”

Selâm olsun Ay-Yıldızlı ses ve söz bayrağımıza âşina olan nesillere, melâlimizi ve merâmımızı anlayanlara…

Hatm-i kelâmı Yunusumuzun diliyle yapalım:

“Bilmeyen ne bilsin bizi

Bilenlere selâm olsun...”                                        

 

haber: enpolitik