Selim Gürbüzer


KIBRIS DAVASI VE ENOSİS RUHU

İlginçtir İngilizlerin Lozan’da ilhak işlemine Türkiye’nin sessiz kalaraktan itiraz etmeyip feragat etmesi Kıbrıs’ın İngiltere'ye bağlı koloni hale gelmesini kolaylaştırmaya yetmiştir. Üstelik Kıbrıs’ı ilhak etmekle mesele bitmiş olmuyor, çünkü ilerleyen zamanlarda Rumlar ve Yunanlılar işi farklı boyuta taşıyıp meseleyi Enosis romantizmine dönüştüreceklerdir.


           İlginçtir İngilizlerin Lozan’da ilhak işlemine Türkiye’nin sessiz kalaraktan itiraz etmeyip feragat etmesi Kıbrıs’ın İngiltere'ye bağlı koloni hale gelmesini kolaylaştırmaya yetmiştir. Üstelik Kıbrıs’ı ilhak etmekle mesele bitmiş olmuyor,  çünkü ilerleyen zamanlarda Rumlar ve Yunanlılar işi farklı boyuta taşıyıp meseleyi Enosis romantizmine dönüştüreceklerdir. Tabii bu arada İngiltere’de Enosis romantizminden endişe duyacaktır. i Bu noktada bizim açımızdan endişe edici durumsa Kıbrıs Türklerinin onca zamandır yaşadıkları sıkıntıların nasıl giderileceği hususudur. Belli ki Rum Ortodoks Kilisesinin 1950 yılında Ada’da organize ettiği referandumla %96 çoğunluğun Enosis romantizmi (Kıbrıs’ın Yunanistan'la birleşme hülyası, bizdeki Turancılık akımının bir değişik ideali.) yönünde oy kullanması birçok sıkıntıları beraberinde getirecektir. Nitekim referandum neticelendiğinde Enosis Romantizmi hemen etkisini gösterip EOKA terör örgütünün tıpkı Rusya’daki gibi Stalin katliamlarını aratmayacak şekilde etrafa korku ve dehşet salacaklardır.  Böylece o güzelim ada bundan böyle bizim için kanayan yaramız olur.  Artık bu durumda Kıbrıs Türkleri ister istemez çaresiz bir halde İngilizlerle ortak hareket etmek mecburiyetinde kendilerini hisseder. Zaten Anavatan Türkiye’nin durumu ortada,  elinden gelen tek şey her fırsatta diplomatik girişimlerde bulunmaktır.  Derken bu tip girişimler tarihler 1955 yılını gösterdiğinde netice verip İngiltere artık Ankara’nın Kıbrıs konusuna müdahil olmasına tepki göstermeyeceği gibi Kıbrıs meselesini adada iki toplumun bir arada yaşama yönünde bir çözüm modeli tezi üzerinde teklif sunulur.  Ne var ki, bu çözüm modeli teklifi Rum tarafında kabul görmez. Aslında tüm bu yaşanan diplomatik trafiğin bize kazandırdığı tek bir avantaj vardı, o da unutulmaya yüz tutturulmak istenen o güzel adamızı İngilizlerin ve Rum tarafının birlikte sebep olduğu sancı karşısında Kıbrıs davasının bizimde davamız olduğunu hatırlamış olmamızdır. 

       Evet, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında Zürih’te sağlanan anlaşmayla birlikte unutulmaya yüz tutmuş o güzelim adanın bundan böyle bizimde yeniden hatırlayacağımız ve üzerinde hassasiyetle titreyeceğimiz dış politik milli uğraş alanımız olur.  Her ne kadar Zürih anlaşmasının akabinde İngilizlerin Ada’daki işgali resmen sona erse de o gün bugündür Kıbrıs davası bizim omuzlarımız üzerimizde taşıyacağımız çözülmeye muhtaç bir konu olurken bu arada Rumlar da İngiliz sömürgeliğinden kendilerini kurtarmış oluyorlardı.

  1. Fatin Rüştü Zorlu farkı

       Meseleyi biraz daha detaylandıracak olursak aslında 1957 yılında Eisenhower doktriniyle birlikte İngiltere’nin bölgedeki rolünü devr alan ABD’nin de meseleyi çözmek için girişimlerde bulunduğunu görürüz. Amerika’nın bu uğurda ilk hamlesi Türkiye ve Yunanistan’ı NATO paktına dâhil etmek olur. Sonrasında aralarında İngiltere'nin de bulunduğu masada tarafların 19 Şubat 1959 yılında Zürih'te geçekleşen görüşmeler muvacehesinde bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmuş olur. Aslında o günün şartlarında düşündüğümüzde bizim açımızdan en iyi elde edilebilecek sonuç budur diyebiliriz. Şüphesiz bu görüşmelerde özellikle Fatin Rüştü Zorlu’nun ortaya koyduğu tezlerin çok büyük etkisi söz konusudur. Tabii Fatin Rüştü Zorlu’nun diplomatik katkısı bunlarla sınırlı kalmaz,  yine aynı yıllarda Yunanistan’ın 8 Haziran 1959 tarihinde AET’ye başvurusundaki ince hesabı sezip hemen bu hesabı boş çıkaracak bir diplomatik atakla, Türkiye'nin üyelik girişiminde bulunması da kayda değer bir katkı hamlesidir. Derken bu diplomatik atak sayesinde 10 Eylül 1959’da her iki ülkenin ortaklık görüşmelerine start verilmiş olur.  Ancak ne var ki 27 Mayıs ihtilali ülkemizin üzerine kara kâbus olarak çökmesiyle birlikte hem bakan olarak kendisi hem de Menderes’in idam edilecektir. Düşünsenize idam edilmiş bir Başbakan ve idam edilmiş bir Dışişleri Bakanından yoksun halde 1975 yılına gelindiğinde, artık Türkiye gerek Kıbrıs davasında gerekse AET’ye giriş için gösterilen çabalarda gerekli duyarlılığın sürdürülmediği görülecektir. Nitekim Yunanistan 1977 yılı itibariyle tam üyelik girişiminde bulunurken biz ise içimizde habire kazan kaynatıp zaman kaybediyorduk. Böylece tarihler 1981 yılını gösterdiğinde Yunanistan’ın Avrupa topluluğuna girmesinde Türkiye sadece seyirci kalmakla yetinir. Hadi seyirci kalmak neyse de 12 Eylül darbesi lideri Kenan Evren’in Yunanistan’ın tekrardan NATO’ya girmesini sağlayan vetoyu kaldırmasına ne demeli. Bunun anlamı gayet net açık, ‘ben yiyemiyorum al siz yiyiniz’ misali kendi elimizle altın tepsiyi Yunanistan’a sunmakla onlara ikinci bir mevzi alanı kazandırmış olduk.  Ne acıdır ki Yunanlılar hem Avrupa topluluğunda hem de NATO içinde bulunup söz sahibi konuma geldikleri gibi elde ettiği bu avantajla Türkiye’ye karşı icabında veto kartını koz olarak tutaraktan köşeye sıkıştıracak hamlelere girişirde. Öyle ki 1974’te Kıbrıs barış harekâtıyla kaybettiklerini bu kez masada kazanarak telafi edeceklerdir.  İşte bu noktada DP iktidarının o diplomatik deha Fatin Rüştü Zorlu Bakanımızın yokluğunu yüreğimizde hissederiz de.  Şimdi gel de böylesi diplomatik deha Dışişleri Bakanımızı arama.

        Vesselam.