Selim Gürbüzer


SİSTEM ANALİZİ VE HÜR DÜŞÜNCE

Herhangi bir sistem hakkında bilgi edinmek için sistemi oluşturan unsurların en ince ayrıntısıyla birlikte analiz etmek gerekir.


        Herhangi bir sistem hakkında bilgi edinmek için sistemi oluşturan unsurların en ince ayrıntısıyla birlikte analiz etmek gerekir. Peki,  sistem analizi yapmak iyi hoşta bu arada sistemi oluşturan unsurlar nedir diye sorulduğunda bu sorunun cevabı “Tanım, amaç, metod, ispat ve uygulama” unsurlarından başkası değildir elbet. İşte bu söz konusu beş temel unsurun bir araya gelmesiyle birlikte sistem teşekkül etmiş olur. Zaten amacı, tanımı,  metodu, ispatı (kabulü) ve uygulama unsurlarının temelleri üzerine kurulmuş çatının adıdır sistem.  Madem öyle sistemi oluşturan bu söz konusu beş (5)  temel unsurun tüm bileşenleriyle birlikte açıklığa kavuşturulması gerekir ki sistem hakkında bilgi edinilebilsin. Nitekim yeni bir sistem oluştururken şu unsurlar göz önünde bulundurarak sistem analizi yapmış olur. Şöyle ki; 

     -Ulaşılmak istenilen hedefin yol haritasını belirlemek sistemin gayesini ortaya koyar, 

     -Kullanılan ıstılah ve kavramların açıklığa kavuşturulması sistemin tanımını ortaya koyar, 

     -Ne şekilde yol takip edilmesi gerektiğini tayin etmek sistemin metodunu ortaya koyar, 

     -Kitleler tarafından kabul görüp görmemesini gözlemlemek sistemin uygulayış biçimini ortaya koyar.

                                                       Sistem Analizi

     Sistem analizi yaparken mutlaka 5 temel unsurdan hareket edilerek işe koyulmalıdır.  Ki,  analitik yaklaşım bunu gerektirir. Aksi halde oluşturulacak sistemin kabulü hakkında ortak kanaat ve ortak akıl hâsıl olmayacaktır. Hele bir insan sistem arayışına girmeye bir görsün, bu durumda o insanın öncelikle önüne konulan sistemleri iyi analiz etmesi gerekir ki, içlerinden herhangi birini kabulü noktasında sıkıntılar yaşamamış olsun.  Hiç kuşkusuz analitik yaklaşım sonrası karar kılacağı sistemi belirleyip kabullenmek bireyin artık tercihine kalmış bir durumdur. İster kabul eder, ister kabul etmez ya da şerh düşer. Dolayısıyla hiç kimsenin bireyin tercihine karışıp müdahale etme hakkı yoktur. Kaldı ki demokratik ülkelerde bireyler alternatif sistem oluşturma hürriyetine ve hakkına da sahiptirler. Ve bu hakkı ülkesi yararına kullanma kabiliyetine sahip bireyler baş tacı edilirde. Öyle ya, madem tek tip anlayışı dayatıp zihinleri ipotek altına almaya kalkışmak bir takım problemleri beraberinde getiriyor, o halde bizim ülkemizde de tıpkı demokratik ülkelerde olduğu gibi hür düşünceyi ve çoğulcu anlayışı toplumun tüm kesimlerine yaymak esas olmalıdır. Nitekim bireyler hür düşüncenin ve çoğulcu anlayışın egemen olduğu ortamlarda özgür bir şekilde iradesini ve tercihini ortaya koyabiliyor. Aksi halde bireyler koyun misali güdülür konuma düşmekten kendilerini kurtaramayacaktır. 

                                                     Çoğulculuk

         Dünyanın şu anki gidişatı çoğulcu anlayıştan ve hür düşünceden yana seyretmekle beraber totaliter ülkeler bu gidişatın tam tersi bir istikamette bir tutum sergilemekteler.  Öyle ki bu ülkeler de farklı görüşlere açık kapı bırakılmadığı gibi bireye tercih hakkı da tanınmaz.  Varsa yoksa tek tip görüşlülük esastır, çoğulculuk hak getire.  Kelimenin tam anlamıyla insanın fıtratına aykırı yöntem izlemekteler. Oysaki insanoğlu doğduğunda dünyaya daha adım atar atmaz, etrafını mahşeri kalabalık çoğulcu bir ortam olarak algılar adeta. Her ne kadar hayatının başlangıcında olayları enine boyuna muhakeme edemese de ilerleyen yaşlarda büyüdükçe karşılaştığı vakıalarla yoğrula yoğrula zihninde birtakım olaylar berraklaşıp kendine bir rota çizer hale gelir de. Bu arada kendine rota belirlerken herhangi bir dış müdahaleye maruz kalıp tercihlerine dokunulursa, o insanın iç dünyasında onarılmaz yaralar açacağı muhakkak. Zaten akıl baliğ olmuş bir insanın özgür iradesine baskı ve dayatma yaparaktan şu sistem üzerine hareket edeceksiniz denildiğinde o insana köle muamelesi yapılmış olacaktır.  

       Bireylere herhangi bir sistemin kabulü noktasında tepeden inme dayatmacı yöntemlere başvurulup tevessül edilmesi bireylerin tercih haklarına ve özgür iradelerine vurulan en büyük darbe olacaktır. Kaldı ki tabularla bireyin özgür iradesine müdahale etme alışkanlığı eski Türkiye kodlarından kalan kanayan bir yaramızdır.  Dolayısıyla neydik edip Yeni Türkiye’ Yüzyılında eski alışkanlıklarımıza son vermemiz gerekir, aksi halde yeniden 28 Şubat zihniyetinin hortlatılması an meselesidir. 

                                                 Orta Çağ Zihniyeti

      Evet, eski Türkiye’nin kodlarında tepeden inme baskıcı yöntemlerle toplumu hizaya getirme uygulamaları sosyal yapıda çok büyük hasarlara yol açtığı artık bir sır değil. Nitekim anaların hür doğurduğu evlatlarının fıtratına aykırı düşünce dünyalarına müdahale ederekten tercihlerini hiç saymak ortaçağ zihniyetinin değişik bir versiyonu olarak karşımıza çıkmıştır.   Kaldı ki Orta Çağ zihniyetinden kim ne bulmuş ki, biz de bulmuş olalım.  Şunu unutmayalım ki ceddimiz Osmanlı altı yüz sene ayakta kalabildiyse bağrında taşıdığı milliyetlerin diline dinine, mezhebine, meşrebine karışmaksızın özgürce bir arada yaşamasını sağlamasından dolayı ayakta kalabilmiştir. Farklılıkların bir arada yaşaması içinde malum karşılıklı hoşgörü ortamın yeşertilmesiyle mümkündür. Şayet farklılıklarla bir arada hür düşüncenin kalesi olmak gibi diye bir derdimiz varsa bir kere her şeyden önce farklılıkları bölücülük olarak değil bilakis zenginlik olarak algılayıp her türlü fikre ve düşünceye açık olmamız gerekir.  Kendi dışımızdakileri öteki görüp dışlamak ya da karalamakla hiçbir hedefe ulaşılamayacağımız muhakkak.   Bir arada yaşadığımız insanlar hangi mezhep, hangi meşrep, hangi etnik soydan olursa olsun bize düşen hoşgörü zemininde farklılıklarla birlikte yaşamayı kabullenmek olmalıdır. Hem farklılıkları kabullenmemiz gerekir ki her alanda zenginlik doğsun.  Hele ki beş parmağın beşi bir değil gerçeğinden hareketle farklı düşüncede olan insanlarla nasıl bir arada yaşanılır zenginliğini mutlaka hayata geçirip bunu yeni Türkiye yüzyılında sivil bir anayasayla taçlandırmalı da. Taçlandıralım ki farklılıklarımızı zenginlik olarak addedip ortaçağın karanlık zihniyetinden büsbütün kurtulmuş olalım.   

                                                     Alternatif Sistem

        Hâlihazırda yürürlükte olan mevcut sistemler kendine alternatif olacak oluşumlara karşıt tavır almak yerine kendi eksikliklerini giderecek oluşumlar olarak bakılmasında fayda vardır. Zaten alternatif oluşumlara kapıyı kapatmak demek, ta baştan davayı kaybetmek demektir. Çünkü bu düpedüz mevcut sistemin kendine güveni olmadığını gösterir.  Oysaki kendine güveni olan sistemler kendi dışındaki farklı düşünce akımlarının öne sürdükleri tezlerden hareketle kendini yenileyebilme fırsatı da elde etmiş oluyor. Öyle ya, her şey karşıtıyla birlikte var olmakta,  o halde gerek alternatif oluşumlar olsun, gerek ehlisünnet çizgisinde yürüyen cemaatler olsun, gerekse bin yıllık tarihi geleneğe sahip Türk milletinin yüzyıllardır bağrında taşıdığı farklı etnik kimliklere sahip topluluklar olsun niye bölücülük olarak algılanıp tehdit olarak görülsün ki. Anlaşılan o ki bir takım yersiz korkular, güvensizlik gibi bir dizi kaygılar bizi bir anda Yeni Türkiye yüzyılında çağlar üzerinden sıçrama hedefimizden alıkoyabiliyor. Düşünsenize tek parti döneminin Millî Şef sistemi uygulamaları, halkın hemen her kesimini canından o kadar bezdirmişti ki,  halk çok partili hayata geçişle birlikte ilk fırsatta 1950 seçimlerinde CHP'yi sandığa gömüp DP’yi iktidara taşımıştır. İyi ki de halkımız Menderes’i iktidara taşımış, bu sayede ülke sathında büyük bir rahatlama meydana gelmiştir. Derken tek tip yönlendirmelerden bunalan halkımız çoğulculuğa yönelmiştir. Hem nasıl yönelmesin ki alternatif görüşlere kapalı Millî Şef’e ikaz mektubu yazan Ali İhsan Paşa bir bakıyorsun on yıl hapse mahkûm edilebiliyor.  Şayet o günden bugüne Millî Şef uygulamaları yürürlükten kalkmayıp devam ediyor olsaydı kim bilir halimiz nice olurdu. Dolayısıyla halkımızın çoğulculuğa yönelmesiyle birlikte demokrasiden yana tercihini kullanması büyük bir dönüşümü de beraberinde getirmiştir.      

        Şu bir gerçek bireyin, alternatif model arayışında herhangi birini tercihte bulunması ‘cilik’ini ortaya koyar.  Ama şu da var ki; Süleyman Nazif her türlü  “cilik” veya  “ci” eki almış kavramlardan hoşlanmayan bir aydınımızdır.  Haklı da. Zira söz konusu ekler bizatihi kendisinde ya satılık bir eşyayı çağrıştırmış ya da tüm meslek erbabını kapsayan “satıcı”  kavramını çağrıştırmıştır.  Hatta o,  II. Meşrutiyet’le ortaya atılan “Türkçü”  tabirine de sinir olmuş. Öyle ki Türkçü kelimesini duyduğunda kahveci, şekerci, yemişçi, sucu, kebapçı, kitapçı vs. gibi meslek erbabına ilave edilen “ci” ekleri algılamış. Dolayısıyla ci, cu, cü, çu, çü eki almış tabirleri herhangi bir şeyin satılması olarak niteleyip tepki gösterirdi. Hele Süleyman Nazif'in bulunduğu bir ortamda  “Türkçü” kavramı söylenmeye bir görsün, derhal tepkisini şöyle ortaya koyardı;

       “-Ben Türk olduğum için “Türkçü” olamam ve Türk satamam, fakat kürk olmadığım için ‘kürkçü’ olabilirim.” 

       İşte Süleyman Nazif’in bu cümlesinden de anlaşıldığı üzere onun gözünde değer atfedilen kavramlar hariç diğerleri kürkçü dükkânı muamelesi görmesi gereken kavramlardır. Hiç kuşkusuz Süleyman Nazif’in bu duyarlılığı kayda değer bir hadisedir.  Acak ne var ki onun bu duyarlılığından bizler ders almamışız maalesef. Nitekim   “ci”, “cü”, “çü”, “cilik”, “çülük” gibi ekleri lisanımıza sakız yapmış bir haldeyiz.  Malum her şeyde çürüme olduğu gibi, dilde de çürümenin olduğu bir vaka. Dahası Batının bir zaman muzdarip olduğu tüm hastalıklar bize sirayet etmiş durumda. Mesela entel varı davranmak bir hastalık işaretidir. Öyle ki aramızda modernlik kisvesi altında zıvanadan çıkmış bir sürü insan var. Bu öyle bir zıvanadan çıkma halidir ki o güzelim Türkçemize bile müdahale edilip kavram kargaşalığına neden olunmuştur. Derken etrafta “ci”, “çi” edatıyla anılan milliyetçisi, ümmetçisi, laikçisi, ferdiyetçisi, sınıfçısı gibi bir sürü grup tiplemeleri türeyiverdi. Bu tip eklerle eklemlenmiş klikler aynı zamanda grup narsisizmi de körükleyip bir bakıyorsun milliyetçisi müsbet milliyet şuurundan yoksun oldukları için ırkçı şoven olabiliyor, ümmetçisi ümmet bilincinden bihaber olduğundan halifelik konusunu saptırabiliyor,  laikçisi bir bakıyorsun laikliğin içerisini boşalttığından dindarlara hayat hakkı tanımayabiliyor.  Belli ki kavram kargaşalığı oluşturmak isteyenlerin ruhunda kullandıkları kavramlara ci, cü, çi, çü tipi ekleri ekleme hastalığı vardır, daha bundan da kullandıkları kavramları tanımlamamak ya da açıklığa kavuşturmamak gibi gizemlilik huyları vardır.   Belli ki onlar için kapalı kutu olarak görüntü verip gizemli kalmak işlerine geliyor.

                                                Kavram Kargaşası Anarşizmi

      Yeni Yüzyıl Türkiye’sinde artık kavram kargaşası anarşizmine son vermek gerekiyor. Malum, öyle kavramlar var ki “dua”, öyle kavramlar var ki “silah” olabiliyor. Yine öyle kavramlarda var ki bukalemunca kılıktan kılığa girip ortama göre renk ve şekil alabiliyor. Kelimenin tam anlamıyla; hangi sistem olursa olsun kullanacağı kavramları yerli yerinde şeffaf bir şekilde ortaya koymalıdır. Aksi halde tanımlanmamış kavramlar toplum nezdinde hiçbir anlam ifade etmeyecektir. 

       Şu bir gerçek herhangi bir sistemi tercih etme hakkı bireyin iradesine kalmış bir durumdur. Nasıl ki sporda Fenerli, Galatasaraylı, Beşiktaşlı, Trabzonsporlu olmak neyse sistemler hakkında tercih sıralamasında bulunup safını belirlemek de odur. Zaten öyle de olmalı. Şayet bir insan, tercih sıralamasında bulunmayıp safını belirlemezse bu durum bir derece kabul edilebilir, en azından hakkında tarafsız deriz.  Asıl kabul edilemez durum tepeden dayatmayla bireyin herhangi bir sisteme payanda edilmesi akla ziyan bir tutumdur. Hatta insanı zorla herhangi bir sisteme payanda etmekten daha da akla ziyan bir tutum insanın özgür iradesini tutsak kılmaktır. Oysa doğru olan tutum insanların özgürce tercihlerini ve iradelerini ortaya koyabilecek iklimin oluşturulmasını sağlamaktır.  İşte bu noktada devlet idare ettiği tebaasını tercihlerinde özgür bırakarak hakemlik rolü üstlenmelidir. Tebaanın ise bu noktada devletin bu hakemlik rolüne güvenerekten kendi bireysel haklarını koruyabilir olmalıdır. Şayet birtakım kapalı kutu kavramlarla bireylerin kafaları karıştırılıp insanlar tek tip modele mahkûm edilip tercih hakkından mahrum edilecekse vay o toplumun haline. Malum bireyler çoğulcu anlayışın bulunduğu ortamlarda tercih hakkını kullanılabiliyor. Ancak bu demek değildir ki bireylere tercih hakkı verilmesi diğer tercih alanlarını dışlamak anlamına gelmez, bilakis tercih alanları arasında bir tertip üzere sıralama özgürlüğü tanıma hakkı verilmesi anlamında bir ilişki ağı kurmaktır bu.  Örnek mi? Mesela liberalizme gönül vermiş bir insanın tercih sıralamasında önceliği birey haklarından yana kullanması aile ve toplumun hukukunu hiçe saymak anlamına gelmez,  bilhassa tercih sıralamasında ilk sıraya “bireyi” ön plana alması hasebiyle kendisine “bireyci” anlamında liberal denilecektir.  Hakeza yine bir insan tercih sıralamasında ilk önceliği milletten yana kullanmakla kendisini “milliyetçi”  olarak tanımlamış olur. Ama bir milliyetçi, aynı zamanda ailesini ve ümmetini de sevebilir pekâlâ.  

        Evet, insanların sistem modelleri arasında tercih silsilesi yapması diğer sistemlerin tümünü reddetmesi anlamına gelmez.  Bilakis insanlar tercih sıralamasında önceliği verdiği taraf yanıyla kategorize edilmesi anlamına gelen bir durumdur bu. Dahası insanın tercih sıralamasında önüne çıkan seçeneklerden birine öncelik vermesi kendisine “kimlik” kazandırmakta da. Nitekim Ziya Gökalp’ın “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garb medeniyetindenim” ifadelerini kullanmakla kendince bir tertip dâhilinde tercih sıralaması örneği ortaya koymuştur. Kelimenin tam anlamıyla kişinin tercihlerinde bulunduğu birimlerinden herhangi birine öncelik vermesi onun  “aidiyet önceliğini” belirler. Hakeza Millet kavramı bir toplum birimi olmanın yanı sıra hem dini, hem de sosyolojik tanımları da bağrında taşır. Ancak yine de millet kavramı ülkeden ülkeye tanımı değişebiliyor. Nitekim Fransızlar millet kavramını tarif ederken daha çok “kültür” koduna vurgu yapar, Almanlar “ırk”, İsviçreliler “vatan”, Romanyalılar “dil”, ABD “tabiiyet”, Çin “kültür”, Türkiye ise  “tümünü” esas alır. Dolayısıyla her milletin kendi iç dinamikleri neyi gerektiriyorsa ona göre tanım yapmaktadır. Madem öyle, kavram kargaşasına düşmemek için kendi iç dinamiklerimizi esas alıp tanımımız yapmamız gerekir.

                                                    Dil-Irk-Kültür Daireleri

       Malumunuz, bizim milliyetimizde dil, ırk ve kültür bakımından üç daire ihtiva eder.       Sanıldığının aksine dil tek başına Türk kimliğini belirleyen unsur değildir. Mesela dil yönünden Türk kültürü dairesine giren Yakutlar antropolojik cihetiyle de Mongoloid (Asyatik veya Sarı ırk) ırkındadırlar Hakeza Bulgarlarda ırki yönden Türk dairesinden olmasına rağmen dil bakımından Türk dairesinden değildir. 

        Peki ya Türkiye? Malumunuz ülkemiz gerek dil bakımından, gerekse soy bakımdan İslam âleminden apayrı bir konumda olup kültür (etnografya) bakımdan ise Türk-İslam kültür dairesinin kapsam alanına giren bir ülkedir. Bu demektir ki bizim ülkemizin insanı hem Asyatik kültür hem de İslam kültürüyle özdeşleşmiş millî kültür dairesi içerisinde kendini konumlandırmıştır.  Ancak şu anki konumumuza baktığımızda ise millî kültür hak getire,  gidişatımız karma kültür dairesi bir görünüm veriyor. Belli ki bir yandan İslam âlemiyle diğer yandan Batı dünyasıyla olan sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel alanlardaki münasebetlerimiz bizde “Karma kültür dairesi” oluşturmuş gözüküyor.  Olsun çokta dert etmemek gerekir. Zaten dünyanın hiçbir yerinde saf ırk, saf dil ve saf kültürden oluşmuş herhangi bir yoktur ki, bizde de olsun. Öyle anlaşılıyor ki tarihten bugüne toplumlar kendi aralarında beşeri münasebetlerin neticesi olarak birbirlerinin kültürlerinden etkilendikleri gibi hem almışlar hem de vermişlerdir. Aslında kültür alışverişinde bulunmak milli kimliğini kaybetmek değildir.  Nitekim Yunanlılar dünyanın kültür hazinelerini coğrafyasına taşımasına taşımışlar ama kendi öz kimliklerinden de taviz vermemişlerdir. Yine de kültür alışverişi geçişlerinde dikkat etmekte fayda vardır.  Aksi halde kültürel yozlaşma kronik bir vaka olarak karşımıza çıkacaktır. Burada dikkat gerektiren husus milli kültürümüzü yabancı kültür akımlarından etkilenmeksizin yürütüyor olmamızdır. Yeter ki köklerimize sadık kalalım karşılıklı kültür alışverişleri bizim kültür zenginliğimiz olur da. Hem kaldı ki yaşadığımız dünya artık yeni bir anlayışa doğru evrilmekte olup bizim bu aşamada yapmamız gereken asimile olmadan farklılıkları kabul edip tüm insanlarla sıcak diyaloglar kurabilmemiz çok önem arz etmekte.  Dahası “Beşeri ilişkilerde entegrasyona evet, her türlü asimilasyona hayır”  çağrısıyla bir ilişki ağı kurmamız icab eder.   Hatta günümüz dünyasında küçük alt birimlerin tanınıp büyük bir birime doğru yol almak arzusu yeni bir entegrasyon unsuru olarak kendini hissettiriyor da.. 

                                                           Tek Tip Düşünce

        Türkiye, dönem dönem durduk yerde tek tip düşüncenin dayatıldığı ağ yapısına düştüğünde başına dertler açabiliyor. İkide bir başımıza dert açmanın sıkıntısını yaşamamızın sebebi tarihi misyonumuzu idrak edemeyişimizin bir sonucudur. Hâlâ uslanmaz çocuk rolündeyiz.  Hele köşe başlarını tutmuş birtakım devletlû bir zevat var ki evlere şenlik,  toplum ufkunun çok gerisindeler. Ama gel gör ki toplumu tek tipleştirme yönünde gösterdikleri gayrette çok ileri seviyedelerdir. Yani ufuksuzlukta bir numaralar. Oysa sosyal hayat, farklı fikir ve farklı düşüncelerin çokluğuyla anlam kazanır. Nitekim insan ufkuna ipotek koymanın, kişilik haklarına balta vurmaktan farkı yoktur. 

        Şurası muhakkak; toplum nezdinde güçlü fikirler ve kaliteli sistem modelleri itibar görüp yer edinebiliyor. Nasıl ki pazarda kalitesiz ürünler kaliteli ürünler karşısında rekabet edemeyip elde kalıyorsa, kendini ispatta zorlanan sistem modelleri ya da fikri akımlar da raf ömrünü tamamlayıp tarihin tozlu raflarına gömülebiliyor. Madem öyle serbest fikir atmosferinde bireylerin tercihlerine pranga vurmaksızın özgürce fikirlerin tartışılmasında sakınca görmemek gerekir.

       Hani yasaktan maraz doğar derler ya, gerçekten de nice yasakçı uygulamalar sonucu ilim, deney ve gözlemden uzak bir takım ideolojik akımlar hak etmediği ilgi odağı konuma gelebiliyor. Şayet bir takım düşünce akımlarının özgürce tartışılmasına müsaade edilseydi, bu denli meşhur olamayacaklardı. Düşünsenize bir zamanlar Türkiye'de komünizmin ilgi odağı olması pahada ağır ideolojik akım olmasından değildi, komünizmin yasak kapsamında tartışılması onu meşhur edip bu ülkenin sırtında yük oluşturmuştur.  Neyse ki Özal yasak kapsamında 141, 142 ve 163.  ceza kanun maddelerini kaldırdı da ilgi odağı olmaktan çıkmışlardır.  Anlaşılan o ki her türlü fikri akım kendini ispatlama şansı elde edecek özgür ortam bulmalı ki,  kitlelerce kabul görüp göremeyeceği anlaşılabilsin. Zaten yasaklarla nereye kadar gidilebilirdi ki, tarihte de görüldüğü üzere bir dizi yasakçı uygulamalar çözüm getirmemiş, tam aksine bunalımları daha da derinleştirmiştir. Madem öyle dayatma, müdahale ve baskıyla bir yere varılamayacağını artık anlamalıyız. Kaldı ki düşüncelere pranga vurmak Ortaçağ kafası bir zihniyet ürünüdür. 

         Peki, düşüncelere pranga vuruldu da ne oldu,  sonunda bir şekilde düşünceler gün yüzüne çıkabiliyor. Mesela öyle düşünceler vardır ki yavaş ilerler, ama uzun ömürlüdür. Öyle de bir düşünceler vardır ki propagandaya, şişirilmeye ve dayatmaya dayalı olduğu için çabuk ilerler, ama kısa ömürlüdür. İşte bu noktada ister uzun vadeli, düşünceler olsun ister kısa vadeli olsun sonuçta fikri düşünceler iki şekilde kendini gün yüzünde gösterir:       

          Birincisi; yükte hafif, pahada ağır fikirler şeklinde, 

          İkincisi; pahada hafif, yükte ağır fikirler şeklinde.

          Elbette ki bizim tercihimiz birincisinden yanadır.  Pahada ağır gibi görünen fikirler ve sistem modelleri aslında çoğu kez şişirilmiş balonlar olup içeriği boştur, yani daha çok sloganik ve hamasi nutuklarla yüklenmişliği söz konusudur, bu yüzden pahada hafiftirler. Oysa yükte hafif, pahada ağır fikirler şişirilmeye ve methiyeye ihtiyaç hissetmezler. Hem nasıl ihtiyaç hissetsin ki,  zaten gücü etkisinde, bu yetmez mi?  Güçlü fikirlerin değerini bilen biliyor, bilmeyen de sonradan kafasına dank edip hakikati er geç görebiliyor.

                                                    Toplum-Devlet İlişkisi

   Pahada ağır fikirler, hiçbir zaman toplumun iç dinamikleriyle ters düşmez. İşte bu gerçeklerden hareketle sisteminde kendini kontrolden geçirip tıpkı pahada ağır fikirler gibi uzun süre ayakta kalabilmesi için toplum gerçekleriyle barışık olması gerekir.  Dahası hangi sistem olursa olsun toplumun temel dinamikleriyle uyum sağladığı ölçüde varlıklarını sürdürebilmekteler.  Bakınız Tanzimat’tan bu yana denemediğimiz yol, başvurmadığımız reçete kalmadı. Netice malum tüm denemeler toplum dinamiklerine ters düştüğünden fiyaskoyla nihayet buldu. Üstüne üstük dışarıdan ithal edilmiş tüm müsvedde reçeteler çoğu kez topluma dayatılarak denenmiştir. Maalesef toplum kobay muamelesine maruz kalmıştır.  Tabii bu durum toplumla devlet arasında güvensizlik oluşturduğu gibi merkez-kenar çelişkisini beraberinde getirmiştir. İşte bu yüzden Doç. Dr. Hikmet Özdemir; “Devlet tarihle barışmalı, İslam’la barışmalı, Bediüzzaman Said Nursi ile barışmalı,  Nazım Hikmet’le barışmalı...” derken bir anlamda merkez-kenar çelişkisine son verilmesi çağrısını yapmıştır. Öyle anlaşılıyor ki buyurgan devlet yapısı, toplumun kendi iç bünyesinde gelişen fikri akım ve modeller karşısındaki tavrı hep tepeden dayatma şeklinde tezahür etmiştir. Oysa devlete “hâkim” rol üstlenmek değil,  “hakem” rol üstlenmek yakışırdı.  Zira hakem devlet olmak her türlü fikri akım karşısında tarafsız olmayı gerektirir. İcabında bu da yetmez tabandan gelebilecek her türlü fikri önerilere kapıları kapatmamayı da gerektirir. Amma velakin gel gör ki eski Türkiye’nin kodlarına baktığımızda tek tip fikriyat sırça köşklerde hazırlanıp tepeden dayatıldığı için tabandan gelebilecek çoğulcu fikriyata devlet erkânı her daim kayıtsız kalmıştır. Oysa her seferinde kapısını aşındırıp tavaf ettikleri Batı dünyası bile tabandan gelen farklı düşüncelere ve farklı seslere kulak vererek Rönesans’ını gerçekleştirebilmiştir.  Bizde ise tek tip düşünceye dayalı tepeden yönlendirmeler ve dayatmalar eşliğinde halkın sivil insiyatif refleksi ve katılımcılık ruhu köreltme cihetine gidilmiştir. 

      Şayet Yeni Yüzyıl Türkiye’sinde de fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir nesil yetiştirmek diye bir derdimiz varsa bir an evvel 12 Eylül darbe zihniyeti Anayasadan kurtulup Sivil katılımcı bir Anayasaya geçiş yapmamız gerekir. Sivil katılımcı anlayıştan uzak sözde demokratik yapılanmaların çözüm sunamadığı gayet açık ortada.  Besbelli ki antidemokratik uygulamalar kitleleri fanatizmin kucağına itmekte.  Bir devlet düşünün ki toplumu tepeden yönlendirmelerle zapturapt altına alarak idare etmekte,   oysa ceberut zihniyette olan devletler böyle yaptıkça kendi kuyusunu kazmakta ve baskı kurdukça da kendi mevcut konumunu değil, bilakis karşıt gördüğü sivil güçleri güçlendirmiş olmakta.  Bakınız Ghandhi bu hususta ne diyor: “En despot idare bile, çok defa despot tarafından zor kullanılarak halkın rızası sağlanmadıkça ayakta kalamaz. Halk despotun kuvvetinden artık korkmadığını anladığında onun kuvveti gitmiş demektir.” 

       Malumunuz totaliter sistemlerde karar verme fonksiyonu lidere ait bir ayrıcalıktır.  Liberal sistemde karar fonksiyonu girişken bireylerin omuzlarındadır. Sivil katılımcı modelde ise ne lider ağırlıklı bir yapılanma, ne de birey ağırlıklı yapılanma söz konusu,  grubun bütününü içine alan, bütüne şamil bir sistemin adıdır. Kelimenin tam anlamıyla sivil toplum ve sivil katılımcılığın tâ kendisi bir sistemdir. 

     Velhasıl-ı kelam Cumhuriyet ve demokrasi, devletin üst derin koridorlarında tepeden alınan kararlarla oluşturulan bir yönetim modeli değil,   tabanın sesine kulak verilerek oluşturulan ve aynı zamanda sivil katılımcı kuruluşların etkili olduğu ortamlarda yeşerebilecek bir yönetim modelidir.

            Vesselam.