Selim Gürbüzer


TARİHİ YÜKSELİŞ VE DÜŞÜŞLER

Bir düşüp kalkmayan Yüce Allah’tır. Malumunuz insan düşer kalkar da. Keza milletler içinde doğuş, yükseliş ve düşüşler söz konusudur.


          Bir düşüp kalkmayan Yüce Allah’tır. Malumunuz insan düşer kalkar da. Keza milletler içinde doğuş, yükseliş ve düşüşler söz konusudur. Bakınız Osmanlı tarih boyunca “ebed müddet” idealiyle üç kıtaya hükmetti hükmetmesine ama bu idealini ancak altı yüz sene sürdürebildi.  Yine de altı yüz sene az bir zaman dilimi sayılmaz. Öyle ki, bu zaman diliminde Ortaçağ Avrupa’sı ilim ve medeniyet açısından sükût halde geçirirken biz ise yükselişimizle birlikte altın yıllar yaşayarak geçirdik.  Şayet o övgüyle söz ettiğimiz medeniyet hamlemizi sanayiye dönüştürebilseydik kim bilir kaç daha altın yıllar yaşıyor olacaktık. Zaten tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş yapamadığımız içindir çöküş kaçınılmaz oldu. 

        Şu bir gerçek;  İslam medeniyeti günümüz modern teknoloji ile daha henüz tam manasıyla sınanmadı.  Sadece geçmişte var olan medeniyet kodlarımızla sınandık.  Hele şükür geçmişimizin medeniyet kodlarında ne sınıf mücadelesi vardı, ne kölelik düzeni vardı, ne de emperyalist sömürü düzeni. Bu yüzden geçmişte alnımız ak, yüzümüz pak olmuştur hep. Ki, böyle bir medeniyetten cümle âlem istifade etmiş oldu da. 

        Peki ya Batı?  Malumunuz batı sanayi inkılâbı ile çağa damgasını vurdu vurmasına ama sanayi inkılâbının ardından insanlığa sınıf kavgası, kan, gözyaşı ve sömürüye dayalı bir miras bıraktı. Batı’nın şu çok övüne durduğu “Yeni Dünya Düzeni” insanlığa soluk olmaktan çok sürekli tüm mazlum halkların can evinden vuran kan ve gözyaşı seli oldu. Ne diyelim, onların yemişi kandır,  bizim yemişimiz ise sevgidir. İşte farkımız bu.

       Aslında tarihi süreç içerisinde Doğu ile Batı arasında ki farka baktığımızda Doğunun insanlığa ışık kaynağı olduğunu, Batının ise karanlık kaynağı olduğu görülecektir.  Ancak Doğu dünyasında zaman içerisinde hemen her şeye avamlılık (bayağılık) sızınca artık insanlığa git gide ışık veremez oldu.  Düşünsenize Osmanlı, İ’lây-ı Kelimetullah için Nizam-ı âlem uğruna 300 yıl medeniyetini Batı’ya taşımak için kanatlanmıştı, lüzumu azalınca ister istemez bu kez 300 senede ayakta kalmak için didiniverdi. Hele ki kapitülasyonlar her şeye tuz biber ekip çöküşümüzü hızlandırır da. Her ne kadar Lozan, kapitülasyonlara son vermiş gibi görünse de sadece şekil değiştirmiş; adı ticaret anlaşması olmuştur. Hatta günümüzde hükümetlerin gizli ortağı hükümranlık haklarına tecavüz rolü üstlenmiştir.  Örnek mi? Mesela Lozan’ın 17. Maddesine baktığımızda: “Türkiye’nin Mısır ve Sudan devletleri üzerindeki bütün hukukundan ve sıfatlarından vazgeçiş hükmü 5 Kasım 1914 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiş olacaktır” beyanı tam manasıyla masa başında hezimete uğradığımızın gözler önüne serildiğinin tipik bir örneğini teşkil eder. Bu demektir ki bize ait olan topraklar İsmet Paşanın iş bilmez marifetiyle İngilizlere teslim edilmiştir. 

      Batıya açısından geriye dönüp baktığımızda Haçlı seferleri bir bakıma Batı’nın Osmanlı medeniyetini tanımasına fırsat teşkil ettiğini görürüz. Hatta bizim medeniyetimizin kodlarını tanımakla kalmadılar, uyanışına da vesile oldu dersek yeridir.  Malum Batı dünyası bir zamanlar dünyanın yuvarlaklığından bihaberdi. Batı o sıralar Batlamyus teorisiyle oyalanırken hele şükür bizim böyle bir problemimiz olmadı.  Bakınız Kâtip Çelebi “Merkezi âlemde cezb ve def tarikiyle karar eden küre, zeminini” ifadeleriyle çok öncesinden dünyanın yuvarlaklığından bahsetmiş bile. İşte, batı bu bilgileri bir şekilde bizden almakla önce Akdeniz, sonra da okyanusa açılmak suretiyle pek çok ticaret yollarını ele geçirmiş oldular. Derken dünyanın en gözde servet kaynaklarının üzerine çökerek zenginleşmişlerdir. Bu demektir ki Müslümanlardan bilgi edinmeseydiler okyanusa açılıp zengin olamazlardı. Maalesef yükseliş sonrası başlayan süreçte pozitif ilimler medreseden çıkıp gelişemediği içindir doğulu medrese, batılı medreseye mağlup oldu. 

      Bu arada unutmayalım ki İslâm’ın ehli kitaba (Rumlara) sıcak bakma olayı İlamın doğuşu dönemine ait bir düşüncedir. Nitekim Yüce Allah “Rumlar yakın bir memlekette mağlup oldu, fakat on yıldan az bir zaman zarfında galip gelecekler ve o gün Müslümanlar sevinecektir” beyanıyla bu mucizevî olaya işaret etmiştir. Ne zaman ki bu iyi niyetli yaklaşım yerini rakip olmaya bırakır, işte o gün bugündür karşımızda Hıristiyan dünyasını bulduk hep. Öyle ki karşımızda Sasani devleti ya da Zerdüşt dini mensupları harabelerine gömülünce ister istemez bu kez rakip batı dünyası oldu. 

      Peygamberimiz (s.a.v)'in “Her asırda bir din (ve medeniyet) müceddidi (diriltici) çıkacaktır” buyruğu Osmanlı’ya umut aşısı olmuştur hep.  Bu yüzden tarihte II. Kılıçaslan, Mısır Sultanı Baybars ve Kanuni gibiler birer medeniyet mimari liderler ve müceddidi olarak telakki edildiler. Nasıl mı? Moğol kasırgasının yaklaşık 1 (bir) asır boyunca sürdürdüğü zulüm ve yıkıcılık döneminden sonra, Mısır Sultanı Baybars’ın Moğolların hâkimiyetlerine son vermesi o’na bir medeniyet dirilticisi gözüyle bakılmıştır.  Hakeza dur durak bilmeyen Haçlı akınları karşısında bocalayan Selçuklunun toparlanmasını sağlayan I. Kılıçaslan’ın yanı sıra oğlu Mesut ve torunu II. Kılıçaslan’da aynı gözle bakılan Hakanlarımızdır. Derken bu umut ışığı duygularla toparlanan Selçuklu Devleti, bilhassa Süleyman Şah, I. Keyhüsrev ve yeğeni Keykavus’la birlikte tekrar yükselişe geçmişlerdir. Bu arada Moğol kasırgasının sürüklediği Kayı boyunun sınır uçlarına yerleşmesiyle birlikte bir güneş gibi doğan Osmanlılarda bizim medeniyet baş tacımız olmuştur. İyi ki de bir güneş gibi doğdu da cihanşümul bir devlet olabildik.  Zira yeni bir devlet kurmak yeni bir medeniyet inşa etmek gibidir. 

         Peki ya bugüne geldiğimizde durum vaziyet nasıl? Şayet genç Türkiye’miz de çağlar üstünde sıçrayıp modern devletlerin en üst seviyesine sıçrayacak bir hedefe ulaşacaksa bu ancak tarihi köklerimizle barışık hemen hayatın her alanını kapsayıcı hürriyetçi ve katılımcı demokratik anlayışı egemen kılacak bir yapılanmayla mümkün olacaktır. Öyle ya, tarihte bu topraklar Rum’u,  Ermeni’si, Süryani’si, şusu busu hiç bir milliyeti ayırt etmeksizin bağrına bastığına göre, bugünde çokluk içinde birlik olma anlayışı ile tüm farklılıkları yine bağrımızda taşıyabiliriz pekâlâ.  Sonuçta hepimiz ben-i âdemiz, dolayısıyla çokluk içinde birlik olmakta fayda vardır.  Yeter ki “Allah devletimize zeval vermesin” anlayışında olunsun birbirimizi ayrı gayrı görmeyeceğimiz muhakkak. Aksi halde  “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” sapkın zihniyette maraz yapıların her an karşımıza çıkması an meselesidir. Nitekim böyle bir maraz yapılar gün yüzüne çıktığında bedevi zihniyet galebe çalıp düşüşümüze neden olabiliyor. Bu yüzden Tanzimat bu ülke medeniyetinin terki projesi olarak karşımıza çıkmıştır. Bakınız 1836 ticaret anlaşması ile Osmanlı sanayisi kaliteli ve ucuz yabancı mallar karşısında direnci kırılıp düşüşümüzü hızlandırmıştır. Aslında o sıralarda Osmanlı’ya ticaretin yollarını gösterecek bir akıl gerekti. Ama gel gör ki böyle bir akıl ortada gözükmeyince kerameti kendinden menkul bir takım dış güdümlü mihraklar bizi uçurumun eşiğine itmişlerdir. Derken artık medeniyet aşılayıcı devlet konumundan medeniyet alıcı devlet konumuna geçivermiş olduk.  Hiç kuşkusuz bu konuma geçişimizde Tanzimatçılar, Jön Türkler, Genç Osmanlılar, Meşrutiyetçiler ve hatta Cumhuriyet dönemi devrimci sol örgütlerin çok büyük vebal payı vardır. Öyle ki bu kökü dışarda akımların ürettiği projelerin aparatlığını yaparaktan Türk İslam medeniyeti kodlarının hafızamızdan silinmesine aracı olmuşlardır.   

      Elbette ki düşüş bütün toplumlar için kaçınılmaz alın yazısı. Yükselişe neden olan unsurlar neyse düşüşe sebep olan unsurlarda o dur.  Dolayısıyla her iki durumda da objektif kriterlere göre hareket edip yeniden geleceğimizi inşa etmek elzemdir.  O halde geçmişten bugüne birikmiş meselelerimizi sebep netice çerçevesinde tez elden analiz etmekte fayda vardır. Analiz edelim ki ileriye yönelik önümüzü görmüş olalım.  Hem kaldı ki böyle bir bakış açısı geliştirmek bize analitik düşünebilme yeteneği kazandıracaktır. Artık tarihi kişilikleri göklere çıkarmak ya da tam tersi yerin dibine batırmak gibi hamaset söylemlerle bir yere varılamayacağını idrakiyle  tarihin genel seyrini mukayeseli ve sebep netice çerçevesinde analiz edip kendimize rota çizmemiz gerekir. Her ne hikmetse tarihi olaylar kimimizce övünme kaynağı,  kimimizce yerden yere verme türünden deşarj olma kaynağı olabiliyor, belli ki her iki yaklaşım tarzı da kolayımıza geliyor. Düşünsenize 1931 yılı itibariyle Lise Tarih III ders kitaplarında Çanakkale’de ve Kut’ül Amare’den övgüyle söz edilirken her nedense Filistin ve Suriye cephesindeki yenilgilerden ve geri çektirmelerdense sırra kadem basılıp hiç söz edilmemekte.  Zira birinde zafere giden yolda ölmeyi emrediyorum diyecek derecede komite kademesi vardı, diğerinde ise Kudüs’ün, Filistin’in, Şam’ın ve Halep’in düşüşüne giden yolda,  yani 560 kilometre alanı kapsayan doğu topraklarımızdan 39 gün içerisinde yenilerekten geri çektirme emri veren hemen hemen yine aynı komite kademesi vardı. Oysa tarihi olaylar karşısında asıl maharet ister zafer ister yenilgi olsun hiç fark etmez her iki durumda da objektif kriterler ortaya koyabilmek, analitik tahlil yapabilmek çok mühimdir. Kahramanlık duygu yüklü hissiyatımızla kimilerini göklere çıkarsak ne, çıkarmasak ne, ya da yenilmenin hırsıyla kimilerini canı cehenneme desek ne, demesek ne, sonuçta hepsi kategorik hissi yargılardır,  aynı kapıya çıkar. Hele ki başkalarının canı cehenneme düşüncesi Batı’ya özgü kin kusma tarzı bir ön yargıdır, bu yüzden bu tür aşağılayıcı hakaret varı laflar bize yaraşmaz. Bize yaraşan başkalarını cennetlik görmedikçe bizi cehennemlik endişesi sarar tavrıdır. Çünkü biz "Ümmetim, ümmetim” diye feryat eden Allah Resulünden ve Yarabbi vücudumu öyle büyüt ki,  cehennemi doldursun da ehli imana yer kalmasın diyen Ebu Bekir (r.a)  meşrebini düstur edinmiş ulemamızdan, ecdadımızdan böyle öğrendik, böyle gördük. Zaten bu anlayışa sahip olmasaydık tıpkı bizimde vahşi batıdan farkımız kalmayıp başkalarının sömürülmesinde, eziyet görmesinden ve köleleşmesinden mutluluk duyup kendimizi efendi addedecektik. Nitekim halen bu gün olmuş Batı dünyası; kendi dışındakilerin ölmesinde hayat bulmaya çalışıyor. Hani çok övündükleri teknolojiyle süper güç oldular da ne oldu,  sonuçta insanın iç dünyasındaki o mükemmel işleyişin derinliğini sezemeyip merhametten yoksun azılı süper güç olmuşlardır.  

       Onlar insanlıktan nasibin almamış olarak süper güç olmakla övüne dursunlar, biz ise bu halimizle de olsa Hicaza çeşitli yollardan giderekten Kâbe’ye varılan noktada tüm ırklar tek yürek, tek kalp olup tek kelimede Allah diyerekten birleşebiliyoruz. İşte bu birleşim bize gösteriyor ki farklılıklar ayrılık değil, bilakis çeşitlilik içerisinde vahdet olmaktır. Nitekim Kâbe örneği birlik ve dirliğin özünü hatırlatır bize. Eğer minareyi yapan o engin ruhu sanayiden koparmasaydık ya da sanayiyi kuran zihniyeti de camii’den koparmasaydık Osmanlının   ‘Devlet-i Ebed Müddet’ ülküsü 600 yıldan kat be kat daha da uzun ömürlü olacaktı. Yine de tarihi gerçekler İbn-i Haldun’un şu sözlerini doğruluyor: “Düşüş tüm toplumların kaçınılmaz alın yazısıdır!

       Tarihte Türkler kadar düşüş ve yükseliş serüveni yaşayan bir millet yoktur dersek yeridir. Hatta Türkler kadar her düşüşün ardından hemen teşkilatlanıp devlet kurma yeteneğine haiz bir başka devlette yoktur diyebiliriz. Gerçekten de hem devlet kurma hem de devlet yıkmada bizim üzerimize dünyada devlet yok gibi. Üstelik kurduğumuz devletler sıradan devletler de değildi. Ki, bu kurulanlar arasında cihanşümul olan tek devletimiz hiç kuşkusuz Osmanlıdır. Öyle ki Osmanlı’nın yükselişi kadar yıkılması da uzun sürmüştür. Üç asır süren gerileyiş serüvenimiz, gün gelip İbn-i Haldun’un  “Devletlerde tıpkı insanlar gibi doğar,  büyür, yaşlanır ve ölür” sözünü hatırlatırcasına yerini Cumhuriyete bırakmıştır. Aslında tarihi kırılmalar, iz düşümler, süreklilik, değişim ve devamlılık gibi unsurlar tarihin birer dönüşüm kareleridir.  Bütün bu doğuş, yükseliş ve yıkılışlar karşısında zihnimiz bir an allak bullak olsa da sonuçta tarih kendi doğal akışında yoluna devam ediyor zaten. Burada önemli olan devam eden tarihi seyrin bir kesitine takılmadan tarihin bütününe sahip çıkabilmektir. Nitekim böyle bir duruş sergilemek akl-ı selim bir davranış olacaktır. Madem öyle, ne sırf İslâm öncesi Türk tarihini, ne sırf İslâm sonrası Türk tarihini,  ne de sırf Cumhuriyet tarihini baz almak akıl kârıdır. Siz siz olun tarihin tüm evrelerini bütün olarak baz alınız ki objektif tarih anlayışını ve tarihi bütünlüğü yakalayabilmiş olasınız. 

         Osmanlı’yı övmek Türkiye Cumhuriyeti’ni dışlamayı gerektirmediği gibi Cumhuriyeti övmekte Osmanlı’yı reddetmeyi gerektirmez. Hakeza Selçuklu ve Göktürkler karşılaştırması da öyledir. Zaten birini görüp diğerini görmemezlikten gelmek bize yaraşmaz. Tarihi bir bütün olarak aynı çerçevede görmek en doğrusu. Zira aynı çerçevede görme yaklaşımı objektif tarih anlayışı kazanmamızı beraberinde getirecektir. Zaten aksi bir yaklaşım sergilemek ideolojik tarih bakış açısı edinmek ve tarihin bir kesitine gömülmek olur. Düşünsenize bir zamanlar devlet olarak 2,5 milyon kilometre karelik yüzölçümüyle girdiğimiz savaşı kaybedip 770 bin kilometrekarelik kısmını kurtardığımıza sevinmek içine düştüğümüz hazin bir durumdur.  Malum geriye kalan dörtte üçlük kaybedilen topraklar sanki gâvur toprağımışçasına elden gittiğine bu denli sevinmek hiçbir vicdan sahibinin yapacağı akıl karı bir iş değil elbet.   Oysa Cumhuriyeti kuran kadrolarda bu kaybedilen topraklarda doğup büyümüşlerdi, dolayısıyla buralara gâvur toprağı gözüyle bakmak abesle iştigal bir tutum olur.

      Anlaşılan o ki;  birbirinden kopuk ayrı ayrı tarihler ihdas etmek yerine, tarihin bütününe sahip çıkıp adına da Türkiye tarihi dersek ortada mesele kalmayacaktır.  Her ne kadar tarihi süreç içerisinde kurulan Türk devletlerinin isimlerini Göktürk, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti olarak zikretsek bile meseleye objektif tarihi bakış açısından baktığımızda her birinin birbirinin devamı devletler olduğu görülecektir. Kaldı ki isimlerinin değişik olması her birinin Türk devleti olduğu gerçeğini değiştiremeyeceği aşikâr.  Bakınız Çinlilerde tarihte birçok değişik süreçlerden geçmelerine rağmen sonuçta Çin devleti bilinci doğrultusunda bugüne gelebilmişlerdir. Madem öyle biz de İsmail Gaspıralı’nın; “Dilde ve fikirde işte birlik” ülküsünü gerçeğe dönüştürmek için çaba sarf etmek gerekir. 

         Velhasıl-ı kelam;  tarihi yükseliş ve düşüşler birbirini reddetmek için değil bütünü kucaklamak için vardır. 

          Vesselam.