Selim Gürbüzer

Tarih: 21.06.2024 12:16

YA DEVLET BAŞA YA KUZGUN LEŞE

Facebook Twitter Linked-in

          Uzun bir zamandır siyasi hayatımızın sacayağını laiklik, demokrasi ve resmi ideoloji oluşturmaktaydı. Tarif edilmeyen bu üç kavram, devleti yönetenlerin baktığı pencerenin bakış açısına göre tanımlanıp şekil aldığı içindir toplum nezdinde pek kabul görmeyip durduk yere kavram kargaşasına neden olmuştur. Elbette ki mezkûr kavramlar bir oldubittiye getirilip yanlış tanımlamalarla insanımıza dayatılırsa kavram kargaşalığının huzurumuzu kaçırması gayet tabiidir. Zaten tepeden inmeci dayatıcı zihniyetlerden başka bir şeyde beklenemezdi.        Bir dönem insanımız hâkim devlet yapılanmasının dayattığı cari laiklik kavramı anlayışına karşı suspus kalmışsa elbet bir gün hadim devlet yapılanmasının doğacağı günlerin beklemenin sabrından dolayıdır. Öyle ki insanımız bu beklenti içerisinde yıllardır laikliği ancak inanç hürriyetinin teminatı olarak görmeyi arzulamıştır hep. Tabii bu beklenti içerisinde arzulamak iyi hoşta, toplumun bu arzusuna resmi ideoloji geçit vermemiştir maalesef. Sadece laikliğin batıdaki tanımlamasından uzak anlayışlara ancak baş tacı edilip geçit verilmiştir.  Hiç kuşkusuz tüm bu yaşanan keşmekeşliye son vermenin yolu toplumun taleplerine göre pozisyon alacak hizmetkâr devlet yapılanmasını gerçekleştirmekten geçmektedir. Nitekim bu ülkede hadim devlet yapılanması tam manasıyla teşekkül ettiğinde mezkûr kavramlar,  kavram kargaşalığından çıkıp huzur ikliminin doğmasına vesile olacaktır.   Doğrusu da budur zaten, sonuçta tarif edilmemiş her kavram ne ayet ne de hadistir, dolayısıyla bu tip kavramların tartışılmaya açılıp tanımlamasında çok büyük yarar vardır. Aksi halde tarifi yapılmamış her bir kavramın insanları avlamaya yönelik kuzgun leşe olması kaçınılmazdır.

       Bilindiği üzere 19.yüzyıl Türkiye'si modernleşme hareketlerinin gün yüzüne çıktığı dönem olarak bilinir. Tabii kültürel yozlaşma anlamında modernleşme bize Fransa’dan ithal edilmiştir. Gerçek anlamda modernleşme malumunuz Sultan Abdülhamid döneminde gerek askeri, gerek hukuk, gerek imar, gerekse eğitim alanında yapılan icraatlar ile kendini göstermiştir. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise modernleşme simgesel olarak sahne almıştır. Derken şekli modernleşmeyle birlikte batıdan ithal edilen laiklik kavramı laikçilik şeklinde resmi ideolojinin tamda merkezine konumlandırılmıştır. Oysa buna hiçte gerek yoktu. Zira Osmanlıda her ne kadar “laiklik” ibaresi kavram olarak telaffuz edilmese de sonuçta uygulayış itibariyle vardı.  Nitekim Osmanlı kendi bağrında taşıdığı farklı kimlikteki her türlü etnik ve mezhebi unsurlara karşı hoşgörü çerçevesinde yaklaşmıştır hep. Hiçbir zaman farklılıkları bölücülük algılamadığı gibi herhangi bir ideolojik fikir dayatması da yapmamıştır. Ta ki,  Cumhuriyet dönemiyle birlikte ‘ulus devlet’ mantığından hareketle resmi ideoloji egemen unsur hale geldi, işte o gün bugündür farklılıklar zenginlik olarak değil bölücülük olarak algılanmıştır. Tabii hal vaziyet böyle olunca da toplum kendisine yönelik dikte ettirilmeye çalışılan ortamda kendi fikriyatını izhar edemez hale gelmiştir. Hele bilhassa cumhuriyetin milli şef dönemi ve askeri vesayet dönemlerinde resmi ideolojinin dışında hiçbir düşünce akımına hayat hakkı tanınmıyordu. Sadece halka tepeden dayatılan resmi ideoloji tek geçerli fikir akımı kabul görüyordu. 

       Şu bir gerçek; resmi ideolojinin ana ruhunu laiklik oluşturur. Ancak bizdeki laiklik batı standartlarının dışında bir laikliktir. Dahası evrensel standartlarla taban tabana zıt bir laiklik uygulamasıdır bu. Oysaki batı tipi laiklikte din sosyal hayattan dışlanmaz, bilakis farklı inançların varlığı özgürleşme olarak algılanır. Fakat bunun istisnai uygulaması Fransa ve Türkiye’de din’in sosyal hayattan kovulması anlamında bir otoriter laiklik yorumu egemen kılınmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla bize ait olmayan kavramlar toplumu kuzgun leşe etmek için kullanılmıştır. Bir başka ifadeyle halkı hiçe sayıp tepeden dayatmayla kabul ettirilmeye çalışılan her ucube kavram halkın sırtına balyoz olarak bindirilmiştir. Örnek mi? Mesela demokrasi halkın doğrudan yönetime katılması anlamına gelen bir kavram olarak algılanması gerekirken bir bakıyorsun halk adına hareket etme yetkisini bir şekilde eline geçirenler demokrasi kavramının içini boşaltıp vesayetçi demokrasi anlayışına hizmet edecek bir kavram olarak kullanılmışlardır. Besbelli ki, halka tepeden bakanlar milli iradenin tecellisinden ve bu iradenin siyasi alana kayacağı endişesini içlerinde taşımışlardır. Sadece durum vaziyet bunlarla sınırlı değil elbet, bunun yanı sıra birtakım seçkin güçler tarafından tarifi yapılmayan her kavram Demokles’in kılıcı olarak halkın tepesinde sallandırılmıştır.  Öyle görünüyor ki,  bundan böylede kurulu saltanatlarının başına her hangi bir hal gelmesin diye her türlü hile yoluna başvurmayı ihmal etmeyeceklerdir. Bir süre daha suni kavramlar toplumun önünde kuzgun leşe görevi yapmak için devam ettireceklerdir. Şayet tek tip dayatmalardan kurtulmak diye bir derdimiz varsa mutlaka bu tür ayak oyunlarından arındırılmış bir demokrasi anlayışı etrafında hem fikir olmamız gerekir.  Bunun içinde Yeni Türkiye Yüzyılında devletimizin tam teşekküllü hadimlik rolü üstlenip idare ettiği tebaasının önündeki tüm anti demokratik engelleri ortadan kaldırmalı ki hadim devlet anlayışı yerleşik kalabilsin.

        Öyle ya, madem insanoğlu anne karnından hür olarak dünyaya gelmekte, o halde bireyin hakları bu dünyada da gerek yerel ölçekte, gerekse evrensel boyutta karşılık bulabilmeli. Böyle bir karşılık ancak farklılıkları narsisizme dönüştürmeksizin tüm kimliklerin hak hukukunu koruyup kollamakla mümkündür. Esas olan da ‘Hepimiz aynı kilimin desenleriyiz’ anlayışı içerisinde bir arada yaşayabilmektir. Yeter ki, devlet topluma tek tip ideoloji dayatmasın, yeter ki hadim devlet rolü yerine hâkim devlet rolü üstlenmesin, bak o zaman gerçek anlamda demokrasi neymiş ancak o zaman idrakine varmış olacağız demektir. Zira her bir fert kendi dünyasında oluşturduğu bir takım değer ve inançlarla hareket etmekte.  Bu durum ister istemez etrafımızda farklı grup ve farklı meşrepte toplulukların doğuşunu da beraberinde getirmektedir.  Derken farklı insan topluluklarının varlığı bizi bir arada nasıl yaşanabilir formülüne sevk etmektedir. Şayet birbirimizi dışlamıyor, ya da birbirimize tahakküm kurmuyorsak biliniz ki farklılıklarımızı zenginlik olarak addedip özgürce bir arada yaşayacağız demektir. Ki; farklılıklarımızla bir arada yaşamaya mecburuz.  Kaldı ki her bir farklı kimlik saf halde ilelebet daimi değildir, sürekli değişkenlik göstermekte. Yani zaman içerisinde heterojen yapıya bürünebiliyor. O halde salt homojen guruptan veya salt homojen kimlikten söz edemeyiz. Mesela İslami kimliğimiz tek tip anlayışa mensub olmamızı gerektirmeyebiliyor. Zira cümle âlemde bilir ki, İslam’a gönül vermiş Müslümanların her biri İslam’ı kendi meşrebine uygun çoğulcu anlayışla cemaatleşerek yaşayabilecekleri gibi kendi çapında ferdi olarak da yaşayabilmekte. Madem farklılıklar insanın doğasında var, o halde durduk yere farklılıkları bölücülük olarak algılamaya ne gerek var. Zaten bir yerde farklılıklara tahammül yoksa orada demokrasiden söz edemeyiz.

        Şurası muhakkak; toplumu aynileştirmeye yönelik her hareket birlik ve dirliğimizi yok edip düşmanlık oluşturabiliyor. Artık topluma giydirilmeye çalışılan tek tip elbise dar geliyor dersek yeridir. Hem farklılıklarımızla birbirimizin hukukunu çiğnemeden bir arada yaşamak varken antidemokratik yollarla bizi birbirimize düşürmek isteyen zinde kuzgunleşelerin oyununa düşmek niye?  Umulur ki; Yeni Türkiye yüzyılında sivil toplum anlayışı ve devlet-toplum dayanışması üst seviyelere erişip böylece kuzgunleşelerin bizim üzerimizdeki oyunları tamamen bozulmuş olsun.

       Halkın devlete yabancı, devletinde halka yabancı olduğu bir sistem asla tasvip edilemez. Bilhassa geçmişte devlet aygıtı içerisine çöreklenip köşe başlarını tutanlar bir bakıyorsun o çarpık yapı içerisinde halkı unutup kuzgunleşe rolü üstlenebilmişlerdir. Oysa atanmış olmak halka sırtını dönmek demek değildir. Hatta halkın seçtikleri üzerinde boza pişirmekte değildir. Geçmişte bunun ceremesini çok çektik, yaşadık ve gördük,  halkın seçtiği hükümetler sandıkla iktidara gelseler de bir şekilde iç ve dış güçlerin kurduğu tuzaklarla alaşağı edilebiliyorlardı. Hatta devletin kılcal damarlarına kadar sızaraktan 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte kuzgunleşe bir şekilde Millet Meclisine, Cumhurbaşkanlık Külliyesine, Emniyet binalarına ve pek çok kurum ve kuruluşların üzerine bomba yağdırabilmişlerdir.  Hal vaziyet böyle olunca da atanmış kliklerle habire uğraşıp zaman kaybetmişiz. Sadece atanmış kliklerin hışmına uğrayan seçilmişler mi? Elbette ki seçilmişlerin yanı sıra halkta payına düşeni almıştır. Neyse ki halkımız havadan yağan bombardıman sağanağı altında tanklara meydan okuyaraktan tüm oyunlarını bozan bir irade sergileyebilmiştir. Derken halk 15 Temmuz ihtilal girişimin başlangıcından sabahın ilk ışıklarına kadar kanı pahasına sürdürdüğü müthiş direnişiyle yenik düşmeyerek üzerine üşüşen leş kargalarını bertaraf edebilmiştir.       

        Şayet Yeni Türkiye yüzyılında da bir daha üzerimize leş kargalarının üşüşmesini istemiyorsak tüm yaşananlardan ders çıkartaraktan bu tür kuzgunleşe kliklerin devlet içerisinde çöreklenmelerine bir daha fırsat verilmemesi icab eder. Aksi takdirde sil baştan yine köşe başlarını tutmalarına çanak tutulmuş olunur. Daha doğrusu bu leş kargalarına acırsak acınacak hale geliriz. Unutmayalım ki ‘kamu yararına’ sözü devlet içine sızmış kuzgun leşe kliklerin âli menfaatlerini korumak anlamında söylenilmiş bir söz değildir, bilakis halkın âli menfaatlerini koruyup kollamak için söylenilmiş bir sözdür.  Bakmayın siz öyle kuzgun leşe kliklerin köşe başlarını tuttuğu dönemlerde ikide bir kamu yararından söz etmelerine, aslında onların ‘kamu yararı’  sözünden maksatlarının ne olduğunu, yani 15 Temmuzda devletin envanterinde olan silahları, tankları, uçakları millete doğrultmak olduğunu tüm çıplaklığıyla yediden yetmişe hemen herkes görmüş oldu. Meğer adamların derdi davası kamu yararını gözetmek değil, bilakis kendi dünyalarında oluşturdukları klik yapıların menfaatlerini koruyup kollayıp gözetmekmiş..

        Malum olduğu üzere toplumlar ya sivil inisiyatif güçlerin oluşturduğu aydınlık alanlara muhatap kalır ya da zinde güçlerin ürettiği karanlık alanlara. Tabii bizim muhataplık noktasında tercihimiz birinci alandan yanadır. Çünkü kendi özgür iradeleriyle bir araya gelip dayanışma örnekleri sergileyebilen bireyler ancak sivil toplum olgusunu egemen kılacak alanlar inşa edilebilmekteler. Her iki alanın inşa sürecinin muhasebesini yaptığımızda Milli-İslami-Sivil katılımcı güçlerin ürettiği aydınlık alanlarda yaşayan bireylerin başına adeta devlet kuşunun konduğunu,  zinde güçlerin ürettiği karanlık alanlarda yaşayan bireylerin başına ise tam aksine leş kargalarının konmuş olduğunu müşahede etmekteyiz. 

        Bilhassa metazori tepeden inme yöntemlerle oluşabilecek klik yapılanmalarda hiç şüphe yoktur ki meydan devlet içine sızmış kuzgun leşe kliklere kalmakta. Allah korusun kuzgunleşeler meydanı boş bulup başımıza ali kıran baş kesen olarak geldiklerinde vay halimize,  ülke idaresini ele aldıkları andan itibaren devleti soyup soğana çevirecekleri muhakkak. Düşünsenize halkına yabancılaşıp külfeti millete, nimeti de kendilerine hak görüp bir anda başımıza ali kıran baş kesen kesildiklerini, böyle bir durumda “devletin malı yemeyen domuz..”zihniyetindeki kuzgunleşlere gün doğması kaçınılmazdır. Dahası kuzgunleşelerin kuşatacağı alanlarda devletin nimetlerinden “Ye kürküm ye” cinsinden bir avuç kaymak tabaka faydalanırken ceremesini de halk çekecektir. Kelimenin tam anlamıyla devlet nimetlerinin sefasını kaymak tabakaya verilip devlet yükünün hamallığı da halkın sırtına bindirilmek suretiyle köşe başlarını tutmuş olacaklardır. Tâ ki hâkim devlet yapılanmasından hadim devlet yapılanmasına dönüşen günlerin eşiğine gelinir, işte ancak o zaman “Halka hizmet Hakka hizmettir” idrakinde olan yöneticilerin devlet kademlerinde görev almasıyla birlikte kuzgunleşe klik yapıların devlet içerisinde yuvalanıp cirit atmalarına fırsat verilmemiş olunacaktır. Bakınız Sovyet Rusya 70 yıl bağrında taşıdığı çeşitli ülke halkları üzerinde tek tip komünizm dayatması yaptı da ne oldu, sanki başları göğe mi erdi, tam aksine sonunu hazırlayıp bağrında taşıdığı halkların yeniden kendi dini ve kültürel kodlarına sarıldıklarına şahit olduk. Hatta Sovyet Rusya'nın çökmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni yapılanmada tek tip hayattan çeşitliliğe adım atmanın heyecanı Rusya’nın Duma meclisinde Ortodoks liderinin oturmasını beraberinde getirmiştir. Bu demektir ki; dini değerleri yok sayarak bir devletin ayakta kalıp ilelebet varlığını sürdürmesi pek mümkün gözükmüyor.

      Şayet geleceğimizi heba edip karartmak istemiyorsak, 16 Nisan 2017 Anayasa değişikliği referandumuyla parlamenter sistemden Başkanlık sistemine geçişle elde edilen kazanımların rehavetiyle artık bu kadarı da bize yeter handikabına kapılmamak gerekir. Tam aksine durmak yok, yola devam deyip Yeni Türkiye Yüzyılında daha da enerjimizi yükseltip yapısal değişimlere hız vermek gerekir. Nitekim halkın hadim devlet yapılanmasında beklentisi de bu yöndedir zaten. Artık şunu iyi anlamamız gerekiyor ki;  halka sırtını dayamayan hangi oluşum olursa olsun bu ülkeye verebilecekleri hiçbir şeyleri olmayacaktır. Hele şükür eski Türkiye’nin tepeden inmeci atanmış kuzgun leşe kliklerin idare ettiği devirler artık gerilerde kalıp bundan böyle seçilmişlerin halkla birlikte devleti ele ele gönül gönüle idare ettiği devirlerin geldiğine şahit olmaktayız. Baronlara ve şer odaklarına sırtını dayayanların hali ortada,  nihayetinde rüzgâr ekip fırtınaya tutulmuş oldular.  O halde eskiye ait ne kadar bayatlamış, kokuşmuş Leş kargaları varsa bu güzel ülkemizin semalarında uçmalarına bir daha fırsat vermemek gerekir. Artık Yeni Türkiye Yüzyılında bize yakışan Ebabil Kuşları eşliğinde yeni ufuklara kanatlanmak olmalıdır.  

       Evet,  halktan kopuk leş kargası klikleri her devirde etkisiz hale getirmek gerekir. Aksi halde gerek ülkemizin dört bir yanını demir ağlarla örme faaliyetlerimiz gerekse tarihi ipek yolunu Londra'dan Pekin'e bağlayan kara ve demiryolu projelerimiz Yeni Türkiye yüzyılında da her an sekteye uğrayabilir. Zira Türkiye’nin kalkınma hamlelerinden paniğe kapılan bir takım çevreler,  her fırsatta Türkiye’nin dünyada küresel güç konuma gelmemesi için var güçleriyle kuzgun leşe olarak karşımıza çıkmaktalar. 

       Besbelli ki leş kargaları her devirde fırsatını bulduklarında üzerimize gelmeye devam edecek gibi gözüküyorlar. Burada bizim açımızdan önemli olan 200 yıldır dört bir yandan üzerimize üşüşen leş kargaları ve akbabalar tarafından her defasında didiklenmemize rağmen tıpkı 15 Temmuz diriliş destanımızda olduğu gibi dimdik ayakta kalabilme irademizi sürdürebilmek çok büyük önem arz etmekte. İşte bu noktada önemine binaen diriliş destanımızı her devirde iri ve diri tutmak için kuzgun leşe devlet yapılanmalarına asla geçit vermemek gerekir. Ki, halka efendi olmaya değil hizmetkâr olmaya kendini adamış devlet başaların başımızdan eksik olmaması için an be an iri ve diri olmaya mecburuz da.  

        Velhasıl-ı kelam; halkla devlet el ele, gönül gönül’e verip kaynaşmasıyla ancak küresel güç olunabiliyor. 

         Vesselam.

 

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —