Selim Gürbüzer


AVRUPA’NIN KIZIL KÜRESİ TÜRK’ÜN KIZILELMASI’DIR

Her ne kadar AB projesi dünden bugüne yüzyılın en büyük projesi olarak takdim edilse de her geçen gün AB karşıtlarının dünya ölçeğinde etkisini hissettirmesiyle birlikte AB’nin eski havasında olmadığı gün gibi açık ortada.


Her ne kadar AB projesi dünden bugüne yüzyılın en büyük projesi olarak takdim edilse de her geçen gün AB karşıtlarının dünya ölçeğinde etkisini hissettirmesiyle birlikte AB’nin eski havasında olmadığı gün gibi açık ortada. Hele ki, AB’nin 732 daimi üyesinin Avrupa Parlamentosu (AP)  seçimlerinde kırka yakın sayıda temsilcinin fire verip aleyhte görüş bildirmeleri birliğin kendi içinde çatırdayacağının ilk işaretlerini vermeye ziyadesiyle yetmiştir. Zaten AB kendi içindeki Brüksel kalesine konuşlanmış Truva atlarıyla her geçen gün güç kaybına uğruyor da. Nitekim AB konusunda uluslararası platformda yaşananlara baktığımızda gün gün çöküşün eşiğine yaklaştığı uzak bir ihtimal gözükmüyor. Hele ki dünya ölçeğinde nükseden AB karşıtı gösterilere baktığımızda bir bakıyorsun kimi zaman sağcılar, kimi zaman solcular AB karşıtlığı ekseninde boy gösterebiliyorlar. Kimi zamanda bir bakıyorsun aşırı milliyetçiler ve küreselleşme aleyhtarı gruplar kol kola girmiş bir halde birlikte eylemler tertipleyebiliyorlar. Derken birde bunun üstüne üstük Roma’da imzalanan Avrupa Anayasası’nın AB üyesi ülkelerde referanduma sunulması tartışmalarında ortaya çıkan birtakım pürüzler ister istemez zihinlerde ‘Acaba AB'de dağılma sürecine mi giriyor kuşkularını daha da derinleştirmiş oluyor. Üstelik bu kuşkuları dağıtacak bir elde devreye girmez durumda. Besbelli ki bu kez işleri çok fena bir şekilde zorlaşmış gözüküyor, bu durum ne Hitler’in zorla Avrupa’yı zapturapt altına alma şeklinde tezahür eden baskıcı uygulamalarıyla önlenebilir, ne de Brüksel koridorlarında kulis yapmakla önlenecek gibi gözükmüyor. Şimdilik ortada sadece dağılmakta olan bu kulübe daha çok para aktarmak yoluyla ayakta tutunma çabası gözükmektedir. Ne diyelim, Ey Avrupa! Sen misin bizi Avrupa Birliğine almayıp bekleme salonuna alan,  al işte sana şimdi kendi daimi üyelerini elinden kaçırmamak için uğraş durur hale düşersin böyle.       

          Hatırlarsınız Avrupa bir ara Türkiye’nin AB tam üyeliğine sıcak bakar havada göz kırpar gibiydi. Ama sonrasında Türkiye güçlendikçe bir baktık üzerimizde boza pişirmeye kalkışır moda geçtiler.  Tabii bu durumu Gezi olaylarına verdikleri destekten, 15-25 Aralık ve 15 Temmuz darbe girişimlerine sessiz kalıp sırra kadem basmalarından anlıyoruz. Hatta bunu Türkiye’yi yeniden denklem dışında tutma eğiliminden anlıyoruz.  Bizi denklem dışında tuttular da ne oldu,  onlara yalvaracak halimiz yok ya,  ne de olsa bu kez karşılarında eski Türkiye yok,  artık gündem belirleyen Türkiye var. Hatta bir gün gelir roller değiştiğinde onlar bizim kapımızı çalar hale düşeceklerine inancımız tam da. Zira her geçen gün dinamizmini kaybetmeye yüz tutmuş yaşlı Avrupa’yı bataklıktan kurtaracak çare ancak Türkiye olabilir. Bir kere her şeyden önce İslam ülkeleriyle olan ekonomik sosyal kültürel münasebetlerde Türkiye’nin birikimine ve engin tecrübesine ihtiyaçları var.  İşte bu noktada Türkiye, Avrupa ile Müslüman ülkeleri arasında köprü vazifesi yapacak tek ülke konumunda gözüküyor. Ancak şu da bir gerçek, geldiğimiz noktada tüm dünya ülkelerine yön veren AB ve ABD değil, asıl yön veren küresel güçler ve derin yapılardır. Bakmayın siz öyle Amerika’nın süper devlet olarak ikide bir hava basmasına, oysa ortada bir görünen Amerika var, birde görünmeyen Amerika. Her ne kadar görünüşte güç gösterisinde Amerika ve Avrupa sahne almış gözükse de kazın ayağı hiçte öyle değil,  her iki görünür gücünde üstünde derin küresel boyutta yapıların gölgesinin varlığı söz konusudur. İşte bu görünmeyen güçlerin gölgesi altında ancak hava basabilmekteler. Yinede her ne şekilde dünya gündeminde sahne alırsalar alsınlar bu oyun bir şekilde bozulmalı.  Küresel güçlerin oyununu bozmak içinde her şeyden önce Avrupa’nın ayağına takılan bu söz konusu prangaları bir an evvel atmanın yansıra Türkiye’nin yedi düvele karşı verdiği terör mücadelesine ise köstek değil tam aksine destek olmaları icab eder. Hele ki başta PKK,  PYD, DAİŞ ve FETÖ olmak üzere tüm terör örgütleriyle dişe diş, kana kan verilen canhıraş mücadelede her daim yanımızda olmaları gerekirdi. İşte teröre karşı umursamaz bu vurdumduymaz tutumlarını devam ettirdikleri müddetçe insanlığı kasık kavuracak noktalara taşınan bu terör belası bugün bizi, yarın onları da can evinden vurması an meselesidir. Zaten bunun emarelerini bugünden görür gibiyiz de.  Baksanıza terör belası bir bakıyorsun kimi zaman Brüksel’de, kimi zaman Paris’te kimi zaman G-20 Zirvesine ev sahipliği yapan Almanya’nın Hamburg’da, kimi zaman Amerika’da, kimi zaman da bir başka ülkenin can evinden vurabiliyor. 

        Öyle ya, madem terör belası tüm insanlığın ortak belası, o halde Brüksel koridorlarında sözü geçen ülke olarak bilinen Fransa ve Almanya’nın tam üyelik işlemlerinde Türkiye’yi dışlayıcı tutumlarından vazgeçmelerinde fayda var. Türkiye’nin o müthiş engin tecrübesine sırt çevirmemeleri gerekir ki,  her geçen gün itibar kaybına uğrayan AB,  yeniden itibar kazanabilsin. Ama gel gör ki, Almanya artık terör örgütlerinin cirit attığı sığınacak liman hale gelmiş durumda. Güya kendince terör üzerinden nemalanacağını düşünüyor, besbelli ki Hamburg’da G-20 zirvesinde yaşananlardan ders almayacaklar gibi gözüküyorlar. Bakalım nereye kadar bu it kopuk sürüsüyle bir arada yaşayabilecekler doğrusu bizimde merakımızı celb eden bir konudur bu.  Her türden terör hadiselerine sessiz kaldılar da ne oldu,  işte gördük ya Paris’in göbeğinde çok rahatlıkla bomba patlatılabiliyor artık. Bugün bize, yarın size demesine dedik ama gel gör ki bizi kaale alıp pek kulak asmadılar.  Ne diyelim, İşte bize kulak asmamanın bedeli budur. Şayet Avrupa aklını başına toplayıp yarınından emin olma ve güven içerisinde yaşama diye bir derdi varsa yapacağı ilk iş Türkiye’nin dört bir tarafından sarmış olan tüm terör örgütlerine karşı verdiği amansız mücadelesinde köstek değil destek olmalıdır.

         Hakeza Avrupa’nın ikide bir derin güçlerin gazına gelip Kıbrıs meselesi ve Ermeni soykırım mevzularında Türkiye’yi köşeye sıkıştırma oyunlarına alet olması da Türkiye’nin canın sıkan bir meseledir. Zaten gaza gelip oyuna gelmeseler şaşardık, çünkü haçlı zihniyetinin körkütük Yunan’a olan romantik aşkı bunu gerektiriyor. Maalesef huylu huyundan bir türlü vazgeçmiyor. Oysa uluslararası ilişkiler dini taassup ekseninde yürüyen bir alan değildir,  bilakis ilişkilerin ana eksenini ekonomik, sosyal, siyasi, askeri boyut oluşturmakta. Ama gel gör ki, Papa sanki Avrupa’nın siyasi lideriymişçesine üstüne vazife olmayan işlerde Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkıp görüş belirtebiliyor. Yine Yunan Kilisesi lideri ve Atina Başpiskoposu Hristodulos kendi bulunduğu konumu dışında bir bakıyorsun şom ağzını açıp “şayet Türkiye’nin üyeliği gerçekleştirilirse Avrupa’nın Türkleşeceği” feveranını koparabiliyor. Tabii Avrupa, Papa’nın ağzından çıkacak her lafa kulak kabartırsa bu tür karalamaları gerçek sanacaktır. Oysa ortada ne Türkleşmek var ne de asimilasyon,  tam aksine uluslararası ilişkiler boyutunda birbirlerinden yararlanma amacı vardır. Zaten tarihi süreç içerisinde Türk ve Avrupa ilişkilerinde de aynı amaç söz konusuydu. Nitekim tarih boyunca Türkler ve Avrupalılar birbirleri arasında ki ekonomik ve sosyal ilişkiler ekseninde hem kültür alışverişinde hem de kültür aktarımında bulunmuşlardır. Bunun sonucu olarak da karşılıklı zengin kültür havzası oluşturmuşlardır. Örnek mi? İşte Mozart ve Beethoven’in bizim mehteranımıza hayran kalaraktan kendi müzik orkestralarına zenginlik katmaları bunun en bariz örneğini teşkil eder.  Malum Makedonyalı Büyük İskender’de Roma’yı fethederek ayrı bir havada renk katmıştır. Ceddimiz Fatih Sultan Mehmed’de Peygamber kavlince müjdelenen o büyük kumandan edasıyla İstanbul’u fethettiğinde üçüncü Roma olarak Ayasofya’nın dört bir yanına dikilen minareler ve kubbesine yerleştirilen Hilalimizle Bizans’ın kızıl küresini Kızılelma’ya dönüştürerek apayrı bir renk katmıştır. Ne diyelim, işte Fatih Sultan Mehmet bu ya,  bunla da yetinmeyip ülkü edindiği Kızılelma’yı bu kez Saint Pierre Kilisesinin kubbesine taşımayı hedefleyecektir. Ancak ne var ki bu hedefini gerçekleştirmeye ömrü kifayet etmeyecektir. Olsun, şu iyi bilinsin ki ardından da dünya ve devran döndükçe Fethin sembolü Kızılelma’mız her daim gök kubbede yankı bulup hiçbir zaman sönmeyecektir. Çünkü fethin sembolü ‘Kızılelma’  Güneşin Doğudan Batıya açıldığının ta kendisi remzi demektir,  işte bu açılım ruhu sayesinde dur durak bilmeksizin bir şekilde her devirde yeni kültür havzalarına açılabiliyoruz. Nitekim Galler Üniversitesinde siyasi tarihçi Ponting’in; Dünya Tarihine düştüğü notlardan anlaşılan o ki; ilk ateşli silahların keşfiyle birlikte dünya tarihinde asıl devrim niteliğinde açılımın Avrasya’nın bir ucu Çin’den diğer ucu İngiltere’ye kadar uzanan alana doğru ilerleyen Kızılelma gerçeğimizdir. Öyle ki bu açılımın ekonomik, sosyal ve kültürel yönden sırasıyla Hind-Moğol hakanlarından Fatih Sultan Mehmed’e, Özbek Devletine, Japonya’ya, hatta Safevilere uzanan bir hat üzerinde dalga dalga gerçekleştiğini görürüz. Böylece Clive Ponting’in tespitlerinden açılımın sırf kendi kültür ikliminde kapalı havza olarak kala kalmak değil, bilakis ileriye doğru açılım kabiliyeti göstererekten geniş havza içerisinde yer almak olduğu gerçeğini de idrak etmiş oluruz.

        Peki, biz kendi Kızılelma ülkümüzle yeni kültür havzalarına yelken açarken,  Batı kendi kızıl küresiyle nasıl bir yol izlemekte? Malumunuz, Batı, 4. yüzyılın başlarına geldiği süreçte kendi içindeki Hıristiyanların mevcut Roma düzenine başkaldırıp kilise düzenlerini ikame ettiklerinde Haçlı ruhuyla hareket edeceklerdir. Hatta bu arada Konstantin’in Hıristiyanlığı kabul etmesiyle birlikte imparatorluk düzeni batıdan doğu yakasına kaymış olur. Derken başkent Roma yerine Konstantinopolis başkent olarak gün yüzüne çıkar. Ancak bu el değişikliği Teodosius’un vefatına dek sürer. Değim yerindeyse Batı dünyası açısından Teodosius sonrası tam bir fetret devri dersek yeridir. Çünkü bu noktadan sonra Roma imparatorluğu çift başlı imparatorluğa ayrılacaktır. Bunun sonucu olarakta Roma imparatorluğunun batı yakasını Roma temsil ederken, doğu yakasını da Konstantinopolis temsil edecektir.  Ancak Batı Roma ardı ardına gelen barbar baskınları karşısında elinde tutuğu kızıl küre meşalesiyle hükümranlığını sürdüremezken. Doğu imparatorluğu ise kızıl küresiyle bin yıl daha hükümran kalarak varlığını sürdürebilecektir.  

        Hiç kuşkusuz Roma İmparatorluğundan sonrası en uzun ömürlü imparatorluk Osmanlı’dan başkası değildir elbet.  Üstelik İstanbul’u fethettiğimizde Romanın mirasına sahip çıkmışız da.  Dikkat ettiyseniz bu mirasa Bizans’ın varisi olarak sahiplenmemişiz, bilakis Romanın varisi olarak sahiplenmişiz. Çünkü Bizans, Konstantinopolis kentine ait meskûn bir yerleşim birimine atfen verilen bir adlandırmadır, yani yıkılan Doğu Roma imparatorluğun ardından verilen etiket babından bir adlandırmadır bu.  Kaldı ki Bizanslılar bile kendilerini Bizanslı görmezler,  kendilerini daha çok Romalı olarak addederler. Aslında bu tür yakıştırmaların kökenine indiğimizde bunun altında Almanlar çıkacaktır.  İşte Almanlar bu ya,  Batı Roma yıkılır yıkılmaz akabinde gevşek birtakım dukalıklar birliğinden oluşmuş Kutsal Roma Germen İmparatorluğunu gerçek Roma olaraktan ileri sürerekten Bizans ismini ortaya atacaklardır Bilhassa bunda 18. ve 19. asırlardan sonra bir kısım Fransız aydınları ve Alman tarihçilerin zihinlere kazıdıkları algı operasyonlarının etki payı çok büyüktür.  Hatta algı operasyonlarıyla “Bizans” ibaresine içerik katmak içinde sembolik olarak ay’ın (hilalin) Bizans Tanrıçası Diana'yı temsil ettiğini, yıldız’ın ise Hıristiyan Constantinople’nin koruyucu Azizesi Mary’i temsil ettiğini pekiştirecek bir sembolize anlam yükleyeceklerdir. Onlar sembolik anlam yükleye dursunlar,  bizim ceddimiz ise söz konusu ay ve yıldızı engin kültür harcıyla yoğurarak hilali İslam’ın diriliş sembolü olarak çoktan taçlandırırlar bile. Böylece üç hilallerimiz üç kıtayı sarıp sarmalayarak İslam’ın dirilişi gerçekleşir. Hatta sadece dirilişle yetinmeyiz fethettiğimiz toprakların kültür ve medeniyet kodlarını İslam’ın o engin potasında eritip büyük bir medeniyet havzası oluşturmayı ihmal etmeyiz de.  Nasıl mı? İşte Ayasofya bunun en bariz göstergesi havzamızdır zaten. 

        Evet, Ayasofya Roma’dan bize geçtiğinde kubbesini almaktan sakınca görmemişiz, yetmedi Ayasofya anlam yükleyip dört bir yanına minarelerle de donatmışız.  Tıpkı bu tarihi süreç içerisinde Sultanlarımıza Sultan-ı Rum (Rum Sultanlığı) demekten sakınca görmediğimiz süreçteki anlam yükleyişimizin bir benzer uygulamamızdır.  Yine tıpkı vatan kıldığımız Anadolu coğrafyasına İklim-i Rum ve Diyar-ı Rum (Rum Ülkesi),  âlimlerimize  (bilge insan)  mesela yaşadığı yere nispeten Mevlana Celaleddin'i Rum-i veya Eşref-i Rumi, Anadolu Selçuklusuna da Rum Selçukluları deyişimiz gibi bir anlam yükleyişimizdir bu. 

         Peki ya Yunanlılar?  Malumunuz Yunanlılarda Helenistik kültüre kökten bağlı olmalarına rağmen bizim kahvemizi “Cafe Grek” olarak almakta hiçbir sakınca görmemişler Yine mesela bizim kültür oyun tip dehalarımızdan Hacıvat ve Karagözümüzü almış gölge oyununa dönüştürmüşlerdir. Tabii onlar bizden faydalanırken biz de boş durmayıp,  İstanbul’u ‘İslambol’ olarak payitaht kılmışız. Aslında İstanbul’un kendi adlandırmamızın dışında esas kökenine baktığımızda ‘Stanpoli’den türemiş bir ibare olup Yunancada büyük şehir manasınadır. Her neyse, sonuçta ister adına Stanpoli, ister İslambol,  isterse bugünkü adıyla İstanbul diyelim besbelli ki medeniyetler el değiştirdikçe ülkeler birbirleriyle kültür alış verişinde bulunabiliyormuş. Derken birbirlerinin kültür havzalarına su taşıyarak zenginleşmiş olunuyor. Öyle ya madem medeniyetlerin zengin kültür mirasıyla kültür havzaları dolup taşmakta o halde birbirimize öteki gözüyle bakıp toptancı reddiye anlayışıyla dışlamaya ne gerek var ki. Hele şöyle geriye dönüp baktığımızda Avrupalılar bize ait sembolleri Avrupalılaştırırken, bizde Avrupalılara ait simgeleri Türkleştirmişiz. Çünkü kültür alışverişin doğal akışı bunu gerektirir. Üstelik geçmişten geleceğe uzanan ve kendi tabii mecrasında seyreden bir doğal akıştır bu. Nasıl mı? İşte görüyorsunuz Batı dünyası bugün olmuş halen bizim Yunusumuz ve Mevlana’mızda ruhunun susuzluğunu giderecek arayışlardan vazgeçmiş değillerdir. Ve bu arayış dünya dönüp devran döndükçe devamda edecektir. İşte bu gerçeklerden hareketle ister yeryüzü sathının doğu yakası olsun, ister batı yakası, hiç fark etmez birbirleriyle olan ilişkilerinde ön yargılı yaklaşımlardan arınması gerekir. Hiç yoktan durup dururken asimile endişelerine kapılmaktan kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Şunu unutmayalım ki kültür alış verişi başka bir şey, asimile olmak başka bir şeydir.  Yani, birincisinde zenginleşmek vardır, diğerinde kısırlaşmak vardır. Zira tarih boyunca onca kültür alışverişi içerisinde geldiğimiz noktada Türk ‘Türk’ olarak, Yunan da ‘Yunan’ olarak kalabiliyor. Yok, efendim,  Papa bize iyi gözle bakmıyormuş, bakmasın, bu papanın problemi bizi bağlamaz ki. Bizim açımızdan Papalığın belli ölçüde de olsa dinden hızla uzaklaşan batıyı Hıristiyan dinine ısındırmaya çalışması kendi inancının gereği yapması gereken bir husustur. Keza bizim açımızdan Müslümanlar olarak peygamber olarak inandığımız Hz. İsa (a.s)’ı ve annemiz bildiğimiz Hz. Meryem’i batı âlemine hatırlatması bakımından çok mühim bir hadisedir. Ne yani batı âlemi ateistliğe sürüklenmektense eksikte olsa bir dine mensup olmalarını hiç yoktan iyidir gözle değerlendiririz. Ama bu demek değildir ki Papa dini faaliyetlerinin dışında siyasi alana da el attığında buna seyirci kalınsın. Hem kim demiş yumuşak başlı olsak da uysal koyunluğa razı olunsun,  icabında biz gerektiğinde had hudut bilmeyene haddini hududunu bildiririz de. Yeter ki ölçülerimizden şaşmayalım,  Batının ayak oyunlarının üstesinden de geliriz elbet. 

         Velhasıl-ı kelam; Avrupa’nın Kızıl küresi Türk’ün Kızılelma’sıdır.

         Vesselam.