Selim Gürbüzer

Tarih: 16.08.2024 14:18

CUMHURİYET DÖNEMİ

Facebook Twitter Linked-in

       İmparatorluktan cumhuriyete geçmek çok yerinde bir adımdı. Belki de Osmanlı Sultanlarının bile hayallerini süsleyen bir düştü ama imparatorluk çağında bunu dillendirmek lüzumsuz olurdu. Zaten imparatorlukların dağılmasıyla bu lüzum kendiliğinden gerçekleşmiş olur.  Arz talep meselesi gibi bir şeydir bu.  İşte bu noktada Amasya Tamimi, Sivas Kongresi, Erzurum Kongreleri bütün Müslüman unsurları kucaklayacak bir iradenin neticesinde ortaya çıkmıştır. Örnek mi?  Mesela Misak-ı Milli sınırları daha ortada yokken 1919 Ağustos ayı Erzurum kongresinde alınan kararın orijinal birinci maddesinde belirtilen; 

       -“Trabzon vilayeti, Şark vilayetleri ve bu saha dâhilindeki bağımsız vilayetler hiçbir sebep ve bahaneyle diğerlerinden ve Osmanlı camiasından ayrılmak imkânı düşünülmeyen bir bütündür. …bu bölgede yaşayan bütün Müslüman unsurlar diğerlerine karşı fedakârlık hissiyle dolu ve ırki ve sosyal durumlarına riayetkâr öz kardeştirler” şeklindeki ifadeler Türkü Kürdü birbirine kardeş kılacak bir karar metni olduğunun en bariz örnek göstergesidir. (Bkz. Kongre orijinal tutanağını Cumhurbaşkanlığı arşivinde yayınlayan: Fahrettin Kırzıoğlu). 

      Maalesef gel gör ki inkılap tarihi kitaplarında bu orijinal tutanak Türk Kürt kardeşliğinin Osmanlı şemsiyesi altında yekvücut oluşu yok sayılacak şekilde arındırılıp zihinlere maksadından saptırılacak şekilde enjekte edilmiştir. Hatta bu arındırma operasyonuna Trabzon’dan Van’a kadar ki bağımsız vilayetlerin yanı sıra buna tüm Müslüman unsurlar da dâhildir dersek yeridir.  Üstelik 1919 Ağustos ayında Misak-ı milli denilen bir şey de yoktu,  bilakis kuruluşundan yıkılışına kadar Osmanlı şemsiyesi altında gölgelenen tüm unsurları kapsayan sathı hattımız vardı. Hakeza Sivas kongresinin ilk iki maddesi de Erzurum kongresinde alınan kararların aynısıdır.  Derken kurul kararıyla hem İstanbul hem de Ankara’da ki Meclisin temsili anlamında ‘Büyük Millet Meclisi’ oluşumu kabul görmüştür. Böylece 22 Nisan 1920 günü Heyeti Temsiliye adına Mustafa Kemal Paşa imzalı “Allah’ın lütfuyla..” diye başlayan genelgeyle meclisin açılışının Cuma günü Hacı Bayram camiinde kılınacak namaz, hutbede Hilafet-meabımız Halife Efendi Hz.lerinin yüce isimleri (Vahdettin) zikredilerek, hatmi dualar, Peygamberimizin lihye-i saadeti (sakallarının) ve  Sancağı Şerifi eşliğinde kurbanlar kesilerekten icra edileceği duyurulur. Öyle ki açılış ruhunun hatırasına hattat Hulusi Efendiye “Hâkimiyet milletindir” ve “onların işleri aralarında istişare iledir” ayet meali iki ayrı tablo şeklinde yazdırılıp meclis duvarına astırılır da.  Böylece Hilafet,  Saltanat makamı,  Vatanı ve Milleti kurtarmak gayesi güden önünde daha henüz Türkiye ibaresi olmayan ‘Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşuyla birlikte Cumhuriyet’e geçişimiz gerçekleşir. Ne var ki ilerleyen yıllarda o açılış ruhu törpülenip 1920’nin Ocak ayında kurulan İstanbul’daki Meclisi Mebusan’ı İngiliz askerlerinin basmasıyla çalışamaz hale gelmesiyle birlikte faaliyetlerini askıya alıp Ankara’daki Meclisin devamı olduğu gözlerden uzak tutulacaktır.  Oysaki 23 Nisan’da açılan Meclisin sil baştan kurulan yepyeni sıfırdan bir meclis olmadığını bizatihi Mustafa Kemal Paşanın ifadelerinde yer alan ve Ankara mebuslarının mazbatasında özetle şu şekilde kayda geçmiştir:

     -“İstanbul’da devletin adeta eli kolu bağlı bir şekilde çalışamaz hale gelince Osmanlı Devletinin kurtuluşunu sağlamak için olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin Ankara’da toplanmasına acil lüzum hâsıl olması üzerine iş bu mazbata düzenlendi.”

       Malumunuz zaman içerisinde meclisin açılış gayesinden git gide uzaklaştıkça ortada hiçbir ciddi bir bulgu olmadığı halde durduk yerde rejimi koruma ve kollama kaygısıyla İstiklal Mahkemelerinin kurulması milli irade heyecanımızı berhava edecektir. Maalesef mahkemenin işe müdahil olmasıyla birlikte kurulmakta olan muhalefet partisi olarak “İttihat ve Terakkiperver Fırkası” kapatılır da. Böylece antidemokratik uygulamalar tek parti despotluğunun ömrünün uzamasına yol açacaktır. Düşünsenize millî mücadele öncesi muhalif parti var diye sevindirik olurken, millî mücadele sonrası bir bakıyorsun bu kısa süren sevindirik halimiz yok hükmünde sayılıp bir süre daha tek partili hayata mahkûm edilmişlik bir durumla karşılaşılıyoruz.  Neymiş efendim Şeyh Said isyanı varmış türünden sudan bahanelerle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldığı gibi bu arada Takrir-i Sükûn Kanunu da onaylanmış olur. Nitekim Kazım Karabekir Paşa bundan dolayıdır ki meclis müzakerelerinde: “İstiklal mahkemeleri istiklal savaşına aittir. Biz Şeyh Said’e karşı istiklal savaşı mı veriyoruz” şeklinde meclis kürsüsünde sitem etmiş bile. Kaldı ki millî mücadelenin başarılmasında ulemanın çok büyük desteği ve rolü olmuştur. Bakınız, I. Büyük Millet Meclisi’nde birçok müftü ve medreseli vardır. İstiklal mahkemeleri Kazım Karabekir Paşa’nın da belirttiği üzere maksadını aşan bir görev üstlenmiştir.  Hadi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kapattılar, peki ya şu Serbest Cumhuriyetçileri “irtica avı”  kapsamında kıyım yapmalarına ne demeli.  Örnek mi? İşte İskilipli Atıf Hoca, işte Süleyman Hilmi Tunahan, işte Bediüzzaman Said Nursi ve daha niceleri bunun en hazin tipik misallerini teşkil etmekte.  Tek parti zihniyeti irticacı yaftasıyla avlayadursun, onlar halkın gönlünde çoktan son devrin din mazlumları olarak taht kurdular bile.  Kendi öz vatanlarında parya duruma düşseler de onlar gönüllerde yaşıyorlar da hâlâ. 

      Şu bir gerçek; ister Kazım Karabekir’in başkanlığını yaptığı Cumhuriyet tarihini ilk muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkanın kapatılmasında olsun Mustafa Kemal’le Fethi Okyar arasında danışıklı dövüş türünden bir emirle kurdurulan serbest Cumhuriyet Fırkasının varlığına tahammül edemeyişin bir neticesinde baskılara dayanamayıp partisini feshetmek zorunda kalması olayı olsun, ister Demokrat Parti’nin önünün kesilmesine yönelik  hadiseler olsun hiç fark etmez, tüm bu yaşananların arka planında İsmet İnönü’nün parmağı olduğu muhakkak. İşte bu yüzdendir ki İnönü hakkında Cumhuriyet’in fırka (parti) yiyen Millî Şef’i denilmiştir. Her ne kadar Şeflik unvanı onun için onur okşayıcı gelse de fırka yeme özelliği nereye kadar devam edebilirdi ki. Eninde sonunda çok partili hayata geçişimiz olmazsa olmaz şart bir unsur hale gelir.  Nitekim bu hususta Nihal Atsız bakın ne diyor: “Görünüşe göre demokrasiye doğru gidiyoruz. Fakat bu gelişme tabii şartlar içinde olmuyor. Demokrasinin gelişmesi iki şekilde olabilirdi. İktidarın genel rızasıyla (bunu vermesiyle), yahut halkın bunu zorla almasıyla. Hâlbuki bugün şahidi olduğumuz gelişme bir dış baskının neticesidir. İstenildiği kadar inkâr olunsun, Amerikan zaferi sonundaki dostane baskı olmasaydı bugün Türkiye hâlâ koyu bir istibdatla idare olunacaktı. Halk partisi Alman zaferinin parlak günlerinde demokrasi aleyhtarlığı yaptığı gibi demokrasilerin zaferinden sonra da hiç şüphesiz kendisinin demokrat olduğunu iddia edecekti. Fakat bu bizim demokrasiyi kabulümüz değil, demokrasinin zorla hululüdür. İşte anormal olan budur.” 

         Evet, Atsız’ın bu ifadelerinden de anlaşıldığı üzere, İsmet Paşa’yı tek partili hayattan çok partili devreye geçişin kahramanı göstermek büsbütün gerçeği örtbas ederekten hedef saptırmak olur.  Hem kaldı ki bugün gelinen noktada bile demokratikleşmeyi dış dünya istediği için mi, yoksa milletimiz buna layık olduğu için mi istiyoruz sorusu birçok kafa karışıklığının kilidini açacak cinsten bir sorudur. 

       Her neyse sözüm meclisten dışarı, birileri bu sorunun ne anlama geldiğini anlamaya çalışsın, biz bu arada Millî Şef döneminin o derin izlerini biraz daha irdelemeye çalışmakta fayda var elbet.  Malumunuz, 21 Temmuz 1946 seçimleri tek dereceli ama “açık oy, gizli tasnif” esası üzerine gerçekleşmiş bir seçimdir. Şayet buna seçim denirse. Nitekim böyle şaibe karışan bir seçimin ardından devrin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu istifa eder de. Böylece yeni hükümeti CHP fanatiklerinden Recep Peker kurar. Derken Meclis toplandığında, CHP’nin oylarıyla İsmet Paşa Cumhurbaşkanı olarak seçilmiş olur.

       Peki ya Recep Peker'in Başbakan, İsmet İnönü'nün ise Cumhurbaşkanı olduğunu anladık da, şu meşhur 27 Mayıs ihtilaline giden süreç içerisinde yaşananlara ne demeli? Malum, 27 Mayıs’tan evvel DP iktidarının Tahkikat Komisyonu kurduğu bahanesiyle ihtilale zemin hazırlanmıştı. Oysa Tahkikat Komisyonu yasama gücünün etkinliğini artıran bir kontrol müessesesidir. Bakınız Prof. Ali Fuad Başgil bu konuda kaygılarını şöyle dile getirir; “Askerle talebenin kucaklaştığını görünce, harekâtın orduya sirayet ettiğini üzülerek gördüm. Kendi kendime eyvah bu iş tamam, artık Menderes hükumeti gitmiştir dedim.” 

    Gerçekten de kaygılanıyor olması boşa değilmiş. Her ne kadar radyoda duyurulan ihtilalin tarafsızlığından dem vurulsa da, ihtilal sonrası Cemal Madanoğlu tarafını İsmet Paşa'dan yana kullanıp, komite içinde 14’lerin yurt dışına çıkarılmasında etkin rol oynamıştır. İhtilal yıllarında geçici Anayasa’yla Türk milleti adına hâkimiyet hakkı MBK'nin (Millî Birlik Komitesi) eline verilir. Yetmedi buna bir de Tabi Senatörlük ilave edilir. Hiç kuşkusuz bu senatörlük fikri de İnönü’nün başı altından çıkar. Keza kapatılan DP’nin teşkilatlanmasına fırsatı olmasın diye derhal kurucu meclisin kurulması da onun başının altından çıkan bir manevra eseridir dersek yeridir. Böylece Temsilciler Meclisi CHP Meclisi haline gelmiş olur.  Dahası CHP bu sinsi planla derin bir soluk almış olur. Nasıl olsa 58. esas sayılı kanunla DP’liler seçime katılmayacak, bundan dolayı pişkince rahatça soluklanmaları gayet tabiidir. 

     Evet, 27 Mayıs ihtilali DP’yi antidemokratik yollarla,  kurulan Yassı ada Mahkemeleri ve idam sehpaları eşliğinde siyasi hayatına son vermiştir.  Necip Fazıl Kısakürek’in ifadesiyle 27 Mayıs, yeniçeriliğin kansız hortlayış şeklidir. Bu hortlayışta daha çok fötr şapkalı bazı mebusları görüyoruz. Hatta bir gün Necip Fazıl, Mareşal Fevzi Çakmak’a memleketin içindeki meseleleri anlattıktan sonra şu soruyu yöneltir: 

      -Niçin bu gidişata dur demiyorsunuz?

     Fevzi Paşa bu soruya cevaben: 

      -Ben Yeniçeri değilim ki, demiştir. İşte bu müthiş cevap Fevzi Çakmak’ın totaliter ve dikta anlayışından çok uzak bir paşa olduğunu göstermeye yetiyor. Nitekim bu engin yumuşaklığından dolayı kendisine   “Kuzu Paşa” denilmiştir.  Tabii İsmet Paşa öyle değil, tam aksine o totaliter uygulamalarıyla adından “Millî Şef”  olarak söz ettirmiştir.  O öyle bir kurnaz ve karda yürüyüp izini belli etmeyen cinsten bir adamdır ki, Ruslara hoş görünmek adına Türkçüleri bile “tabutluklara” mahkûm etmiş bir şeftir. Deyim yerindeyse hangi taşın altına baksak, altından İnönü çıkıyor. Bilhassa tek partili dönemde düşünce “Altı ok”a endekslenmişti. Bu yüzden Cemil Meriç o yıllara atfen düşünce hürriyeti için şunları der: “Peyami’ye (Safa) karşı avantajım vardı. O bazı şeyleri söyleyemezdi, söylese adamı ipte sallandırırlardı.”

      Geçte olsa iyi ki de çok partili hayata geçmişiz. Zira çok partili dönem ilk defa alttan gelebilecek olan bir sosyal değişmenin kapısını aralamıştır. Derken siyaset toplumu idare eden bir ilmi sanat olduğunu idrak eden halk, fikri fikrine, zikri zikrine uyan partileri iktidara getirme avantajını yakalar hale gelmiştir. Düşünsenize çok partili döneme kadar toplumu tepeden yönlendirilmelerle halk adeta hafızasını yitirmiş ve düşünce melekesi dumura uğratılmıştır. Öyle ki neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt edemeyen yığınlar haline dönüştürülmüştür. Halk başka da bir şey yapamazdı zaten. Zira ortada alternatif bir oluşum yoktu. Tek partili hayat; kitlelere tek tip görüş, tek tip model, tek tip düşünce programı sunuyordu habire.  Neyse ki bir şekilde çok partili hayata geçildi de bir anda aklımız başımıza gelir gibi olup zaman içerisinde çoğulcu düşünebilme yeteneğini kazanır olduk. Böylece eski alışkanlıklarımızın yerini değişim ve yenileme alır. İyi ki de yenilenebildik, bu sayede monotonluktan aktif bir sürece geçiş yapıp ilk kez kendi kendimize oh be hayat varmış diyebildik.  Bilhassa bu ‘oh be’ deyişimizde Menderes’e çok şey borçluyuz. Bu yüzden 1950 sonrası milletimiz için bir milat olup Menderes’le demokrasi aşısı tutar da.  Ne diyelim darısı CHP’ye,  gerçekten partinin altı okunda demokrasi kavramının olmaması düşündürücü bir durum. Bakın Menderes partisini kurar kurmaz adını “Demokrat” koymayı ihmal etmediği gibi ‘Yeter artık söz milletindir’ sloganıyla halkın büyük çoğunluğunu kendine mest etmiştir. Aslında tarihten gelen hoşgörü kodlarımızdan olsa gerek demokrasinin ruhuna çokta yabancı değildik, Nitekim her türden insanı ayrı gayrı görmeden yıllar boyu bağrımızda taşıdığımızı tarih doğruluyor zaten.

       Buraya kadar tarihi perspektif açısından demokratikleşmenin seyrini incelemeye çalıştık çalışmasına ama yine de her on yıllık devri kendi şartları içerisinde yaşananları şöyle özetleyebiliriz de:                                           

       1900- Abdülhamid'le özdeşleşen dönem olup, bilhassa bu dönemde yıkılmaya yüz tutmuş devleti ayakta tutma çabası vardır. İşte bu çaba gereğidir ki devlet gizliliğinin esas alındığı bir dönem olaraktan adından söz ettirmiştir. Örnek mi? İşte Abdülhamid’in kurduğu hafiye teşkilatı gizliliğin esas alındığını gösteren en bariz örnektir zaten. 

      1910- İttihat ve Terakki devri alabildiğine boş konuşmayı, lakaytlığı, başıboşluğu ve her türlü ifşaatı yaymayı beraberinde getirmiştir. 

      1920- İttihat ve Terakki iktidarının yıkılış süreçlerine sahne olan bir dönemdir. 

      1930- Hukuken İsviçre Medeni kanunun kopya edilerek bir gecede Türk medeni kanunu olarak kabul edilmesi, giyimi, alfabesi, takvimi, hafta tatili ve başkentiyle damgasını vuran Cumhuriyet’in oluşum sürecinin tamamlandığı dönemdir. Aynı zamanda 1929 yılında tüm dünyayı kasıp kavuran ekonomik bunalımının yansıması olarak 1930 yılı itibariyle halkın üzerine yüklenen vergilerle tahammül edilmez boyutlara ulaşıldığı bir dönemdir.

      1940- Şehir yerine köy modelinin tercih edildiği, derken adını köy enstitüsü ile özdeşleşmiş sol ideolojinin egemen olduğu bir devridir. 

      1950- Tek partililikten çok partili hayata geçiş sürecinin ilk ayağını oluşturan dönemdir. Bu dönemde Sovyet Rus etkisinin yerini Amerikan etkisine bırakacaktır.

      1960- 27 Mayıs İhtilali, yani demokrasinin kesintiye uğrayıp tek partili hayata dönüş özleminin yaşandığı bir dönemdir. 

      1970- Sosyalizmin denenmek istendiği, bu uğurda çabaların görüldüğü yıllar olarak göze çarpar. Bilhassa bu yıllar sağ sol çatışmaların hız kazandığı dönem olarak hafızalara kazınır.

      1980- 12 Eylül ihtilali ve akabinde milletin teveccühü ile iktidar olan Özal’ın tabuları yıkma yolunda uğraş verdiği hatta Türkiye’nin katı devletçi kalıbından çıkıp yeni bir dönüşüm hamlesinin sürecine girildiği bir dönemdir.

     1990- Sistem tartışmalarının hız kazandığı ve sonrasında 28 Şubat postmodern darbe süreciyle halkı sindirmeye yönelik uygulamaların başladığı bir dönemdir. Hatta buna vesayetin zirve yaptığı dönem de diyebiliriz.

    2000- Vesayetçi ANASOL hükümetinin yıkılmasının ardından bin yıl sürecek denen 28 Şubat sürecinin sonlandığı bir dönemdir. Ancak Türkiye'ye çağ atlatan ve Avrupa Birliği yolunda koşan Ak Parti hükümetinin Cumhurbaşkanı görüşmeleri aşamasında önünün kesilmek istendiği, 27 Nisan 2007 elektronik muhtırayla durdurulmaya çalışıldığı, 2008 Nisan ayında partiye kapatma davası açılıp kıl payı kapatmanın eşiğinden dönen bir dönem olarak hatırlanacaktır. 

      2010-2020 Gezi olayları, Pensilvanya kaynaklı 17 Aralık 2013 paralel yargı darbe girişimiyle ayar çekilmeye çalışılmıştır. Yetmedi 15 Temmuz İhanet Darbe girişimi gibi tüm bu ön kesme operasyonlarına rağmen her seçimde Ak parti bir şekilde zaferle çıkmasını bilip Cumhuriyet tarihinde ilk kez halkın oyuyla Cumhurbaşkanının seçilmesini sağlayarak Başbuğ Başkanlık sistemine geçiş yapılmış olur.  

       İşte yıllara göre sıraladığımız bu kronolojik tabloya baktığımızda her on yılda bir Türkiye’de tarihten bugüne gelen demokratik sürecin birilerince kesintiye uğratılmak istendiği görülüyor.  Öyle ki tarihi süreç içerisinde:

      -İttihat ve Terakki etkisiyle  “Alman modeli” rehber edinilmiş. Yetmemiş bu zihniyet ileriki yıllarda üniversite reformuyla kapı dışarı edilen yerli akademisyenlerimizin yerine Alman-Yahudi profesörlerin yerleştirilmesinin önünü açacaktır. Hatta 1939’a gelindiğinde basınımızın olmazsa olmaz temel hammaddesi diyebileceğimiz kâğıt üretimini Almanya’dan ithal eder hale gelip böylece yazı işleri ve köşe yazarlarını Alman ekolüne bağımlı kalemşor hale getireceklerdir. 

      -Cumhuriyet’in ilk yıllarında daha çok kültürel bakımdan Fransız modelinin etkisinde kalınırken ekonomik bakımdan ise daha çok Almanya’nın etkisinden kalınarak Türkiye’nin dünya piyasalarında elini kolunu bağlayacak şekilde ideolojik yakınlaşmaya yelken açılmıştır.  

      -Tek partili Millî Şef İnönü döneminde İngiliz Rus karışımı model uygulanmaya çalışılmıştır hep. 

      -10 yıllık DP iktidarı döneminde Başbakan Adnan Menderesin deyişiyle halk insanlığını hatırlayıp nefes almasıyla birlikte Amerika’yla ilişkiler çerçevesinde içe kapanıklıktan dışa açılımın ilk adımları atılacaktır. Ancak ne var ki askeri 27 Mayıs ihtilali ile birlikte ülkemiz yeniden vesayetin altına girecektir.

      -1965 sonrasında gerek İsmet İnönü gerekse Ecevit, partilerini Atatürk çizgisine dayalı sallapati irtibatlı bir siyaset gütmekle seçim kazanamayacaklarını anladıklarında kendi iç tartışmaları eşliğinde CHP’yi Ortanın Solu Partisi olarak ilan etme ihtiyacı duyacaklardır. Derken 1970’li yıllarda sosyalizme göz kırpacaklardır. Öyle ki kökü dışarda Sosyalist Enternasyonal kulübüne üyeliği onur telakki edeceklerdir.

      -Turgut Özal'lı yıllarda Türkiye ‘Serbest piyasa ekonomisi’ gerçeğiyle yüzleşmiş yetmemiş düşünce özgürlüğünün önünde çok büyük engel teşkil eden 141, 142 ve 163 gibi antidemokratik düşüncelere pranga vuran yasak koyucu hükümler kaldırılmıştır. 

      -Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde ise Avrupa Birliği yolunda müzakere almışız, bunla da kalmayıp dünya çapında gündemi belirlenen değil gündemi belirleyen Türkiye konuma geçmişiz.  Her şeyden önemlisi yıllardır kanayan yara hale gelen başörtü yasağı rafa kaldırılmıştır. Dahası bu dönemin en dikkat çeken belirgin özelliği hükümetin 27 Nisan 2007 e-muhtırasına boyun eğmemesiyle birlikte vesayete son vermesi,   ihanet şebekesi paralel örgütün millî birliğimizi tehdit eden sinsi oyunlarının deşifre edilmesiyle birlikte yeniden demokratik sürecin kesintiye uğramasından hem hükümetin hem de milletin kurtulmuş olmasıdır. Bakalım sancılı geçen 2013 Cumhurbaşkanı seçimleri, 2016 Paralel İhanet Çetesi Darbe Girişimi gibi süreçler sonrasında umarız Yeni Türkiye Yüzyılında çağlar üzerinde sıçrama hedefimiz bir hayal değil hakikatin ta kendisi olur. Umulur ki, bundan sonra Başbuğ Başkanlık sistemi modeli içerisinde demokratik süreç bir daha kesintiye uğramamış olur. 

       Rejimler değişebilir, ama devletler yine aynı devlet olarak kalabiliyor. Bakınız Fransa hem devrim öncesi,  hem de devrim sonrası aynı isimle anılan bir devlet olup her ahval ve şartlarda adından yine Fransa devleti olarak söz ettirebilmiştir. Keza Türkiye’de her on yılda bir ayar çekilen ve üzerinde kökü dışarda değişik modeller uygulanmaya çalışılan bir ülke olsa da Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 devleti temsilen her bir yıldız simgesiyle birlikte adından hep Türk Devleti olarak söz ettirmiştir. Tarihte pek çok devletler kuran Türkler, Tanzimat’tan Cumhuriyete geldiğimiz noktada artık eski vesayetçi alışkınlıklarını terk eder hale gelip hele şükür Yeni Yüzyıl Türkiye’sinde çağlar üstü sıçrama hedefinden söz eder hale gelebilmiştir. Bilhassa 16 Türk Devletinin devamı niteliğindeki Cennet Vatan Türkiye’mizin vesayet zincirlerinden kurtulup ikinci yüzyılına girdiği aşamada güzünü çağlar üstü Yeni Yüzyıl Türkiye hedefine odaklar hale gelmesi bizim açımızdan son derece heyecan verici bir durumdur. Kaldı ki Yeni Türkiye Yüzyılına girdiğimiz şu evrede artık derin güçlerin oyunlarını bozabilecek güce erişmiş durumdayız da. Dahası şu an geldiğimiz noktada derin devlet denen gladio türü yapılanmalarından derin topluma terfi etmiş olarak yeni Türkiye Yüzyılına adım atmış haldeyiz. Nitekim Toplum öyle bir hale gelmiş durumdaki her türlü manipülasyonlara kanmadan fikri hür, vicdanı hür siyasileri baş tacı edebiliyor.  Bu yüzden katılımcılığı ilke edinmiş partilerin, Yeni Türkiye Yüzyılında yıldızı daha da parlayacak gibi. Çok şükür ülke içindeki dinamikler bu yönde gelişme kaydetmektedir.  Öyle görünüyor ki Yeni Türkiye Yüzyılı statükocu partilerin aleyhine işleyecek gibi. Nasıl aleyhlerine işlemesin ki,  her şey eskir amma velakin eskimeyen tek şey bizi sonsuzluğa kanatlandıracak Allah Resulünün beyan buyurduğu veçhiyle  “İki günü eşit kılan zarardadır”  hükmünce sürekli kendimizi yenileyebilme azim ve kararlılığı onları geriletecektir. Dolayısıyla bunalımdan çıkışımızı kesret deryası içerisinde vahdeti aramakta bulmak gerekir. Sosyal ve asayiş açısından meseleye baktığımızda ise her ne ararsak çokluk deryasında farklılıklarımızı zenginlik olarak telakki edip birlikte bir arada Ensar’ca ve kardeşçe yaşamakta bulmalı.  Bakınız evren tüm yaratılmış varlıkların çok sesli senfoni orkestrasıyla yankılanıyor. Keza Kâbe’ye ulaşmak içinde çoklu alternatif diyebileceğimiz çeşitli yollar gitmekle varılabiliyor. Madem öyle,  çokluk içinde yekvücut olup birlikte yaşamak varken cennet vatan Türkiye’mizi cehenneme çevirmek çabası niye? Aydınlık yarınlar kurmak varken birbirimizi ayrı gayri görüp kendi ayağımıza kurşun sıkmak niye? En iyisi mi durmak yok yola devam diyelim ki haramiler fırsat bulup başımıza bela olmasın.

         Velhasıl-ı kelam; çok çeşitlilik ayrılık değil, bilakis zenginliğin ifadesi birlikteliğin ta kendisi katılımcılık örneğidir.   Katılımcılık, demokrasinin özünde var olan bir ilkedir.  Belli ki uzun ince bir yoldayız,  daha çok mesafe kat etmemiz gerekiyor. 

          Vesselam.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —