Selim Gürbüzer

Tarih: 13.09.2024 15:57

DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ

Facebook Twitter Linked-in

        Demokrasi kavramından anladığımız şudur ki; ferdi hürriyetlerin sağlandığı, halk iradesinin baş tacı edildiği, idarecilerle idare edenlerin el ele gönül gönüle verdiği ve katılımcılığı şiar edinen bir araç olmasıdır.  

        İnsan haklarını gözetmek, milli iradenin tecellisi için çaba göstermek ve her tür sulta hâkimiyetine son vermek gibi unsurlar demokrasi kültürünün gereğidir zaten. Ancak demokrasi kültürünü vasıtalar bütünü olarak algılamamız gerekirken, maalesef üstlendiği rolün dışında abartıp gayeleştirdiğmiz de gün gibi aşikâr.  Dahası bir yönetim şeklinin ötesinde gaye üstü rol biçebiliyoruz. Böylece demokrasi kavramına gölge düşürmüş oluyoruz habire.  Oysa her alanda olduğu gibi demokrasinin de kendi içinde zaaf yanları vardır, bu gayet tabii bir durumdur.  Elbette ki insanoğlu demokrasi ile yönetilmek adına çok çetin mücadelelerden geçip bugünlere geliverdi. Nitekim kilise sultaları, monarşiler ve feodalite düzenleri derken, en nihayetinde demokrasiyle yüzleşildi. İyi ki de yüzleşilmiş oldu, sonuçta beşeriyetin tarihi süreç içerisinde geçirmiş olduğu yönetim biçimleri arasında en iyi bir model gibi durmaktadır. Hatta bugünde geldiğimiz noktada mevcut yönetim biçimleri arasında da en gözde model olarak dikkat çekmekte. 

        Aslında demokrasi kültürü toplumun her kesimine sirayet etmeli ki, bu yönetim biçimi araç olarak kullanıldığında halk nezdinde dayatma tarzında algılanmasın. Madem öyle, demokratikleşmeye giden yolda kullanılacak kavram ve enstrümanların işleyişini sağlayacak gerekli ortam ve şartları oluşturmak gerekir.. Çünkü en iyi kavramlar bazen karşımıza silah olarak çıkabiliyor. Bu demek oluyor ki; bütün mesele demokrasi kültürünün oluşup oluşmamasında, hatta yerleşip yerleşmemesi noktasında düğümleniyor. Öyle ya, şayet bir ülkede halk iradesi ikinci plana itiliyorsa,  o ülkede demokrasi kültüründen asla söz edemeyiz, orada olsa olsa menfaat odaklarının yönetimden pay almak için yarıştıkları bir yapılanmadan ancak söz edebiliriz. Hatta bizim ülkemizde de bir takım vesayet odaklı güçlerin halk iradesi karşısında pişkin tavır sergilemelerinin yegâne sebeplerinden biride tam manasıyla ülkemiz ikliminde demokrasi kültürünün olmayışından kaynaklanmaktadır. Düşünsenize eşyayı ayakta tutan kendi sacayağıdır. Aynen öyle de geniş halk kitleleri içerisinde demokrasi kültürünün ayakta tutunabilmesi içinde mutlaka sivil toplum sacayağının oluşmasına ihtiyaç vardır. Ancak ne var ki;  böylesine mühim bir sacayağının bizim ülkemizde tam takır işler halde olduğundan bahsedemeyiz. Hatta bir takım alicengiz türü ayak oyunlarıyla toplumun sivil refleksi engellenip bertaraf edilebiliyor.

       Bu arada dikkat etmemiz gereken husus;  dışardan batı tipi demokrasi ithal ederken kendi yerel değerlerimizi ihmal etmemek gerektiğidir. Malumunuz sosyolojik vakıalar yerel değerlerden bağımsız olarak gelişim kaydetmez.  Bir başka ifadeyle toplumun kültürü dışlanaraktan demokratikleşme yönünde adımlar atmak abesle işgal olur. 

      Peki ya, evrensel değerler?   Hiç kuşkusuz evrensel değerler de yerel değerlerle barışık kaldığı süre ölçüsünce ancak bir anlam ifade etmekte. Dolayısıyla yerli aydınlarımızın çoğu halktan kopuk demokrasi senfonisi çaldıkları için halka pek inandırıcı gelmiyor. Hem nasıl inandırıcı gelsin ki,  bir kere kendi halkına göbeğini kaşıyan gözüyle bakmaktalar. Belli ki halka tepeden bakmak çağdaşlık sanılıyor. Aydın hep kendi bildik çalgısını çalıyor, toplumun sesine kulak vermemekte kararlılığını sürdürüyor da. Oysa halkla iletişim sağlamayan hiç bir sistem uzun süre ayakta kalamaz, çökmeye de mahkûmdur. 

      Demokrasi kültürü, hem idareci nezdinde, hem aydın nezdinde, hem de halk nezdinde yaygınlaşıp bir şekilde dal budak salması lazım gelir. Aksi halde demokrasi bir söylem olmaktan öteye geçemeyecektir. Zaten bizim gibi yarı gelişmiş kalkınmakta olan ülkelerde demokrasinin kendisi değil, sadece lafı vardır.

       Kültürsüzlük zemini üzerine hangi sistem inşa edilmeye çalışılırsa çalışılsın başarı şansı hemen hemen yok denecek kadar azdır. O halde demokrasinin doğru bir zemine oturtturulması lazım gelir. Gönül ister ki;  bir an evvel ileri düzeyde bir demokrasi aşamasına geçilebilsin. İcabında bu da yetmez, gönül ister ki çağlar üzerinden sıçrayıp kendi Rönesans'ımızı kurabilelim.  O halde daha ne duruyoruz, gönlümüzün sesine kulak verelim ki Yeni Yüzyıl Türkiye’sinde çağlar üzerinden sıçrama hedefimiz bir hayal değil gerçeğin ta kendisi olsun.  

        Bu güne kadar halkın tercihlerini göz ardı eden bir takım vesayet odaklı zinde güçler, kendi dar kalıp sulta anlayışlarını demokrasi diye yutturmaya çalışmışlardır. Toplum gerçeklerinden uzaktan yakından alakası olmayan bu malum çevreler zaman zaman demokrasi havariliğine bile soyunmaktan yüksünmemişlerdir. Hadi bu neyse de köprünün altından epey sular akıp durulduktan sonra gerçek maskeleri ortaya çıkınca bu kez kendilerine başka maske arar oldular. Derken laiklik maskesini takar oldular. Öyle ki 1993 yılında Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yapmış Yekta Güngör Özden o yıllarda “Laik olmayan insan bile değildir” diyecek kadar halka ve halkın seçtiklerine aba altında sopa gösterebilmiştir. Hoş doğrusu laikliği de doğru anlasalar gam yemeyiz,  her seferinde tanımlanmayan ve tarif edilmeyen laiklik ilkesiyle vurun kahpeye rolünü üstlenmişlerdir. Yetmedi kendilerinin ürettikleri cari laiklik anlayışıyla toplumu laik-antilaik diye iki kutuplu kampa bölmeye çalışmışlardır. Bir başka ifadeyle amacı, tarifi ve metodolojisi ortaya konulmaksızın doğru mecrasında uygulaması yapılmayan laiklik kavramı ile toplumu hizaya getirmek için didinmişlerdir.  Oysaki devlet laiktir, kişiler asla laik olamaz, işte bu basit prensibi bilmeyecek kadarda skolastik kafalıdırlar. 

       Evet, yediden yetmişe cümle âlem bilir ki; halka tepeden bakan üstenci balyozcular; amacı, tarifi ve metodolojisi net bir şekilde ortaya konan açıklık kazanan kavramlardan hoşlanmazlar,  kapalı kutu bir halde belirsizlik her daim onların işlerine gelmiştir. Onlar belirsizlikten hoşlana dursunlar, yeter artık söz milletindir diyen bu toprakların sağduyu insanları demokrasi, laiklik gibi kavramların içeriğini ve tanımını anayasal çerçeveye oturtmak için çoktan işe koyuldular bile. Zaten bir an evvel işe koyulmalı ki; bulanık sular durulup berrak ab-ı hayat yarınlar kurulabilsin. Aksi tutum sergilemek, kavramlar üzerinden kargaşa çıkarmak isteyen çevrelerin ekmeğine yağ sürmek olur. O halde neydik edip toplumu kavram kargaşalığından kurtarmak gerekiyor. Anlaşılan o ki toplumlar çoğu kez rengi, biçimi ve içeriği belli olmayan kavramlara kurban edilmek suretiyle cezalandırılıyor. Nitekim tarih bunun en büyük şahidi. Şayet toplum katmanlarında demokrasi kültürünün yerleşmesini istiyorsak, önce kullanılan kavramların adı, içeriği, biçimi, gayesi,  toplumca kabulü, metodu ve uygulamasını ortaya koymak gerektir.

                                   Kul Hakkı Acaba Demokrasi mi?

        Hüseyin Sermet, seküler aile içerisinde yetişmiş bir piyanistimizdir.  Uzun yıllar doğup büyüdüğü ülkesinden uzak batıda hayatını geçirdi. Tıpkı o’da Cemil Meriç gibi ilk önceleri ruhunun susuzluğunu Paris sokaklarında aradı.  Bu arada Mason olurda. Tabii Masonlukta aradığını bulamayınca mensup olduğu locadan istifa ettiğine dair ayrılığını bildirir. Arayışında pes etmez,  bu kez kronolojik olarak Hristiyan âleminin tüm İncillerini okumaya koyulur, ama ruhunun susuzluğunu giderecek iksiri bu tür okumalarda da bulamaz. Ancak yıllardır kendisinin bile izah edemediği kalbinin derinliklerinden gelen manevi yanma diyebileceğimiz bir arayışla Kur’an’ı Kerim ayetlerini okumaya yönelir. Ve en nihayetinde aradığı ruhunun susuzluğunu giderecek iksiri Kur’an’da bulur.  Öyle ki okudukça tutku gözyaşları eşliğinde kalben huzura da ermiş olur.  Sadece kalben mi,  aklen de içinden çıktığı seküler çevrenin tam aksine olaylara bakışta statükocu bir gözle değil objektif gözle bakar.  Öyle ki Türkiye’ye döndüğünde her ne kadar kimi statükocu çevrelerin hoşuna gitmese de  bir zamanlar genç yaşta 12 Eylül öncesi gördüğü Türkiye manzarasıyla Özal ve Tayyip Erdoğan dönemlerinde ki Türkiye manzarasını kıyasladığında ikisi arasında inanılmaz derecede büyük fark açığının    olduğunu görür. Hele ki Tayyip Erdoğan dönemi itibariyle zirve yapan kalkınma hamleleriyle birlikte Türkiye’nin çehresinin değiştiğini, artık Batı’ya özenmenin gereksiz olduğunu dile getirebilmiştir. Her ne kadar kendisi Sözcü Gazetesi ve bilinen kanalların dışında diğer yazılı ve görsel medyaya kapalı bir seküler ve laik aile içerisinde yetişmesine rağmen kendince doğru bildiği gerçekleri dile getirmekten imtina etmemiştir. Öyle ki Türkiye’de savunulan laikliğin laisizm olduğunu,  harf devriminin ve halifeliğin kaldırılmasının yanlış olduğunu,  hatta Teğmenlerin kılıç çekerek yemin etmelerini doğru bulmadığını dile getirecek kadar da görüş beyan edebilmiştir.  Yetmedi Laikliğin beşiği sayılan Fransa’da bile tarihini 1789 ile başlatmayıp 1789 tarihi öncesine de sahip çıktığını,  Türkiye’de ise sadece tarihin bir kısmına sahip çıkıldığını, diğer kısımlarına sahip çıkılmadığının tespitinde bulunabilmiştir.  Tam da 30 Ağustos 2024 Teğmenlerin kılıçlı yemin törenin ardından çıktığı bir televizyon programında sunucunun bizatihi kendisine bunları dile getirmekle bir zamanlar içinde bulunduğun laik çevrelerden çok büyük tepkiler alacağını hiç düşünmediniz mi diye sorduğunda hiçte umurumda olmadığını vız gelir tırıs gider diyebilmiştir.  Hiç kuşkusuz bir insan hangi çevreden yetişirse yetişsin kucağında büyüdüğü çevrenin yanlışlarını dile getirdiği için linç ediliyorsa bu da düpedüz kul hakkına girmek olur.  Ki;  bizim kendi öz kültürümüzde yerini alan “Kul hakkı” bilinci demokrasi kültürünü de aşan bir hassas yanımızdır. Hakeza “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisi şerifte beyan buyrulan hassasiyette öyledir. Bundan daha da öte bazı hadis rivayetlerinden hareketle; “Benim huzuruma ne ile gelirseniz gelin affederim ancak kul hakkıyla gelmeyin” diye halk arasında meşhur hadisi kudsi olarak kabul görmüş bu ilahi hitab bugünkü demokrasinin çok üstünde kendimize çeki düzen verdirecek etkin ilahi soluğumuzdur. Zaten toplum fertlerinin kendi aralarındaki ilişkilerinin hakkaniyet ölçüleri çerçevesinde yürümesini tanzim edip bu konuda eşitlik, adalet dersi veren tek din İslâmiyet’tir. Bizim demokratikleşme uygulamalarından beklentimizde ilahi soluk noktasında buluşmaktır zaten. Dahası kimsenin kimseye kul olmadığı, bütün sahte suni putlara meydan okuyan, adalette yarışın olduğu ve üstünlüğü takvada arayan anlayış kabulümüzdür. Bakınız şöyle bir etrafa,  bütün yolsuzlukların, rüşvetin ve şaibelerin arkasında yatan asıl sebep  “Kul hakkı” bilincinin olmayışını göreceksiniz. Şayet kul hakkı insan hakları çerçevesinde değerlendirilip evrensel değerlerin vazgeçilmez şartı olarak kabul görürse biliniz ki;  hemen hemen her toplumda demokrasi kültürü gelişim kaydedecektir demektir.

        Dine karşı alerjisi olan zihniyetler kendi kişisel ego ve menfaatlerini ön plana alarak saltanatlarını devam ettirmek istiyorlar. Yani demokrasiden anladıkları şey kendi iç vehimleridir. Maalesef halk iradesi ve kul hakkını hiçe sayan bu zihniyetler, askeri vesayet sisteminden güç alarak epey zaman ülkemiz üzerinde boza pişirmişlerdir. Ne zaman ki; 28 Şubat Postmodern darbe akamete uğradı,  işte o zaman bu kul hakkını yiyen leş kargalarının işleri kesat gitmesiyle birlikte maskeleri düşüp soluğu mapus damlarında almışlardır. Örnek mi? İşte 28 Şubat davasında hüküm giyen generallerin müebbet cezaya çarptırılıp rütbelerinin sökülmesi bunun en bariz tipik örneğini teşkil eder.

       Bu gün yeniden insanlık  “Dine dönüş”  eğilimin içerisine girmiş gözüküyor. Sanki kaybettiği değerleri tekrar yakalayabilmenin çabası içerisindedir. Bu konuda ümit varız. Kaldı ki,  bir zaman Sovyetler Birliği gibi dinden uzaklaşan toplumlar da dine yöneliyor.   Elbette ki bu gidişata Türk dünyası da kayıtsız kalamaz, bizimde bu eğilimden payımızı alacağız gün gibi aşikâr. Belki de inanç üzerine kurulacak demokrasi dünyanın kurtuluşu olacak. Gerçekten de insanlık şimdiye kadar hep sahte mabutların boyunduruğu altında inim inim inleyerek bugünlere geldi, sancı çekmeyede devam ediyor hala. Bir türlü iki yakası bir araya gelip nurlu aydınlık ufuklara ve aydınlık yarınlara erişememiştir.

       Günümüz aydınların birçoğu dünyadaki bu gelişmeleri görmezden gelip, meseleyi akıl çerçevesinde çözeceklerini sanıyorlar. Batı’da kilise sükûnet buldu da ne oldu ki, bu ülkelerde intiharlar, homoseksüellik, uyuşturuculuk gibi sapkınlıklar diz boyudur. Rönesans'ın sağladığı salt akla dayalı beyin fırtınasıyla maddi sütunlarını inşa ettiler, ama bu arada ruh dünyalarını kaybettiler. Neyse ki, geçte olsa bunun farkına varan batı dünyası, yeniden hızla Din gerçeğine yönelip adım adım ruhunun susuzluğunu giderecek akıl üstü ilahi soluğa koşuyorlar. 

       Peki ya biz? Maalesef bizde inanç değerlerinden yoksun sırf kaba saba kuru akıl yoluyla meseleleri çözeceğimizin hülyasındayız. Oysa akıl hikmetle yoğrulunca anlam kazanır. Hikmetle yoğrulmak içinde inanca ihtiyaç var. Hikmeti olmayan akıl bir yere kadar yol arkadaşıdır. Şöyle ki; aklın varacağı son menzil maddenin görünen yüzünün son noktasıdır, yani aklın da varamayacağı akıl ötesi mekânların varlığı söz konusudur. İşte kültürümüzün en güzel yönü hikmetle mayalanmış akl-ı selimi ön plana almış olmasıdır.  Biz biliyoruz ki; hikmetle yoğrulmamış akıl, şüphe girdabından kurtulamaz.  Dahası imanla taçlanan akıl hem cesaret kaynağı, hem kurtuluş kaynağı, hem de gerektiğinde dünyaya meydan okuyabilecek bir meşale olabiliyor. 

        İnançları hesaba katmaksızın yola çıkan birtakım aklı evvel aydın çevreler, şunu iyi bilsinler ki; hiçbir zaman insanlığın özlediği huzurlu bir hayatı sunamayacaklardır. Bir kere din olgusunu hiçe saymışlar, nasıl bir yol izleyip de huzurlu bir hayat kurabilirler ki? Unutmayalım ki, medeniyetler para ile değil inançla kurulur. Şayet kuruluşunda romantizm ve aşk yoksa medeniyet de yok demektir. Onun için mevzuumuzun gereği diyoruz ki, demokrasi kültürünü oluştururken din faktörünü görmezden gelemeyiz. Ruhun susuzluğunu gidermeyecek bir hayat tarzı modeli ortaya koymak ruhsuz kitleler oluşturabileceği gibi demokratikleşme yönünde atılacak adımları da soluk kılar. Zira toplum, inançlarıyla uzun süre ayakta kalabiliyor. İşte bu gerçeklerden hareketle; “Hakk nerede biz orada” söylemi ile  “Halkın sesi Hakk’ın sesidir” söylemini çok yerinde söylenilmiş söylemler olarak kabul görüyoruz. Bu yüzden toplumun inançlarını dışlayan her türlü dayatmayı demokrasiye vurulan en büyük darbe olarak addederiz hep. 

         Milletin teveccühünü ve kabulünü kazanmış her türlü sosyolojik bakış, demokrasi kültürünü geliştirir. Demokratikleşme yolunda onca uğraşların meyvesini almak istiyorsak illa ki demokrasi kültürünü yeşertmek gerekir. 

         Halkına yabancılaşmamış, yerel ve evrensel değerlerin uyum içinde olduğu ortamlar hayır hah kitlelerin egemen ortamlar olacağı muhakkak. 

        Hâsılı kelam; illa da “demokrasi kültürü” diyoruz.

        Vesselam.

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —