Selim Gürbüzer


DEMOKRASİ VE İTAAT

Batının geçmişine baktığımızda sicili pekte parlak gözükmüyor, onların hak ve hukuk düzeninden anladığı sömürgeleştirmeye dayalı kuvvettir.


        Batının geçmişine baktığımızda sicili pekte parlak gözükmüyor, onların hak ve hukuk düzeninden anladığı sömürgeleştirmeye dayalı kuvvettir. Öteden beri kuvveti vahşet üzerine kuruludur. O kadar vahşileşmekte ileri gittiler ki, insanları acımasızca gladyatör oyunlarıyla aslanlara parçalatmaktan yüksünmemişlerdir. Kelimenin tam anlamıyla batı kendi dindaş ve soydaşlarına adalet ve hürriyeti bile çok görmüştür. Bu yüzden Roger Graudy; “Batının getirdiği hal çareleri iflas etmiştir” demenin yanı sıra  “İslâm haksızın kolunu indirecek tek kuvvettir”  demekten de kendini alamamıştır.  Gerçekten de tarih bu gerçeği doğruluyor da.  Nitekim bizim kuvvetimiz; İlay’ı kelimetullah için Nizam-ı âlem üzerine kurulu hak hukuk kuvvetidir.

         Malumunuz demokrasi kavramının yüzlerce tarifi ve bir o kadar da değişik uygulamaları vardır. Bu gerçeğe rağmen kendi kültür kodlarımızda var olan demokrasi anlayışını görmemezlikten gelinip habere kökü dışarıda yabancı ideolojilere tav olunuyor habire. Her nedense bazı çevreler, demokratik haklar, sosyal demokrat ve demokratik katılım gibi kavramları bol keseden dillerine dolarlar dolamalarına ama iş ciddiyet kazandığında bir anda U dönüşü yapıp antidemokratik tutum sergilemekteler. Bakmayın siz öyle onların çağdaşlıktan dem vurmalarına,  aslında onlar oldubitti demokrasi kavramından ürken trollerdir, daha çok derin güçlere sırtını dayayan güruhlardır.  Kaldı ki onların nezdinde halk sadece seçimden seçime hatırlanan yığınlar olarak görülür hep.

       Dikkat edin, İngiltere, Hollanda, Danimarka ve İsveç’te Taçlı Demokrasinin varlığı söz konusu iken Almanya, Fransa ve İtalya’da ise Taçsız Demokrasinin varlığı söz konusudur.  Madem öyle, Türkiye'de de kendi öz köklerimizle barışık demokratik yönetim biçimi pekâlâ oluşturabiliriz, neden olmasın ki? Her ne kadar bir takım çevreler yeri geldiğinde hukukun üstünlüğünden dem vurup, ama asıl niyetlerinin hukukun üstünlüğü değil üstünlerin hukukunu inşa etmek olsa da, yine de biz kendi öz köklerimizle barışık demokratik sistemin inşası için çaba sarf etmemiz gerekir. Aksi halde o malum çevreler daha çok bu işin edebiyatını yapmaya devam edeceklerdir. Nitekim şimdiye kadar hep bu işin laf ebeliğini yaparak asıl niyetlerini gizlemeye çalışmışlardır.  Şayet samimi olsalardı 100 seneyi aşkındır anayasa meselesiyle bu denli meşgul olmazdık. Baksanıza darbe anayasasına son vermek için halen havanda su dövüp bir türlü kendi ‘Sivil Demokratik Anayasamızı’ oluşturamadık. Yeni Türkiye Yüzyılına girdik hala halkın değerleriyle barışık olmayan üzerinde birkaç kez rötuş yapılmış yamalı bohça 12 Eylül Anayasasıyla işi kotarmaya çalışmaktayız. Elbette ki bu bir utanç tablosudur. Bakalım darbe anayasasıyla daha nereye kadar gidebileceğiz, doğrusu bizimde merakımıza mucip bir konudur bu.  

       Bilindiği üzere 1924 Anayasası bütün kuvvetleri TBMM’de toplamıştı. Tabiî ki 1924 Anayasası’nı hazırlayanlar ilk başta ‘kuvvetlerin birleştirilmesi’ prensibini esas almıştılar, böyle yapmaya da mecburdular. Çünkü ortada İstiklâl Savaşı şartlarının önümüze koyduğu tablo vardı. 1961 Anayasasında ise ‘kuvvetler ayrılığı’ prensibi hâkim olmuştur. Yani, yasama, yürütme ve yargı bağımsızlığı esas alınmıştır. Keza 12 Eylül Anayasası da bu ölçüyü rehber almıştır. Türkiye'de son zamanlarda 28 Şubat post modern darbeden palazlanmış bir takım mahfiller avaz avaz yargı siyasallaşmış deseler de, gerçek hiçte öğle değil. Gerçek olan; yargının eskisi kadar siyasete müdahale edemeyişinin getirdiği bir telaşla yapılan propaganda türünden bir sesleniştir bu.  Kaldı ki yargının gerçek anlamda bağımsızlığından söz edebilmek için evvela yargı erkinin tarafsız olması gerekir. Bu da yetmez halkın hür iradesiyle işbaşına gelmiş iktidarlara aba altından sopa gösterme hevesini tekrarlanmaması gerekir.  Dahası herkes haddini hududunu bilmeli ki, yeniden kuvvetler ayrılığı prensibine aykırı askeri kışladan brifing alan yargı tablosu ortaya çıkmasın. Malum, kuvvetler ayrılığı prensibinin gereği; Anayasa Mahkemesi, Yüksek Seçim Kurulu, Devlet Başkanı, Yargı ve Hükumet demokrasinin şekli müesseseleri olarak dizayn edilirken diğer ayağını da halk oluşturur. Ancak halkın sesini duyurabilmesi için her şeyden önce sivil toplum modeli çerçevesinde örgütlenmesi icab etmektedir.  İşte idare edenler böylesi demokratik örgütlenme karşısında ister istemez kendilerine çeki düzen verip adil olmak zorunda kalacaktır. Zaten böylesi idareye kavuşan halkta adalet karşısında itaatkâr olacaktır. Bu demek oluyor ki; demokrasi dış yönüyle şekillenmesi yetmez,  muhteva (öz)  olarak da anlam kazanması gerekir. İç güzel olunca elbette ki dışta güzel olacaktır. 

      Anlaşılan o ki; zamana ve şartlara göre değim yerindeyse   ‘kuvvetler ayrılığı’ prensibi otoritenin kötüye kullanılmasının önüne geçmeye yönelik için iyi bir emniyet supabı olabilirken, ‘kuvvetlerin birleştirilmesi’ prensibi de hürriyet ve hakların istismar edilmesini önlemeye yönelik iyi bir emniyet supabı olabiliyor. Nitekim meşrutiyet fikri kuvvetler ayrılığı prensibine dayanaraktan ortaya çıkmıştır. Hatta Tanzimat fermanının kaynağında da bu fikir yatar. Kelimenin tam anlamıyla kuvvetler ayrılığı prensibi otorite buhranının yaşandığı dönemlerinde başvurulmuş bir uygulamadır. 

       Bilindiği üzere Montesquieu’nin dile getirdiği kuvvetler ayrılığı prensibi siyaset dünyasında çok büyük yankı bulmuş bir ilkedir. Ancak bu ilke XVII. asırda monarşi otoritesini yıkmak için ortaya atılmıştı. O sıralar demokrasi hak getire, daha çok Hitler öncülüğünde tek önder, tek lider, tek rehber anlamında Führerci anlayış hâkimdi. Neyse ki Avrupa’yı kasıp kavuran uzun süren çalkantıların akabinde Führerci oluşumlara engel olmak adına kuvvetler ayrılığı prensibi siyaset dünyasında yerini alabilmiştir. Şef’e tapınma ya da lidere tapınma sadece Adolf Hitler ekseninde gerçekleşmiş değildir elbet,   hemen hemen tüm totaliter ideolojilerin öncü liderlerine olan sorgusuz sualsiz körü körüne bağlılıktan kaynaklanan da bir tapınma hastalığıdır bu. 

        Otokrasi ve demokrasi taban tabana zıt ikili kavramlardır. Zira demokrasi gücünü halk iradesinden alırken, otokrasi ise gücünü devletin iplerini elinde tutan liderin iradesinden alır. Hem kaldı ki her iki durumda da dayanak teşkil eden güç iradesi nerden beslenirse beslensin burada önemli olan gücün adalet olarak işlev görmesidir. İşte bu noktada Yüce Allah (c.c); “İşte bu makamda nusret ve hâkimiyet hak olan Allah’ındır…” (Kehf, 44) diye ferman buyurmakla hiç bir makamın Allah’ın mülkü üzerinde mutlak manada hüküm sahibi olamayacağını beyan buyurmuştur. Dolayısıyla ister otokratik yoldan isterse demokratik yollardan iktidara gelinsin,  hiç fark etmez, sonuçta Allah indinde Ulu’l Emr (idareci) sadece hükümleri icraya memur vasıtadır, asla gaye değildir. Zaten günümüz dünyasında gerçek anlamda demokrasi uygulaması yoktur. Aslına bakılırsa çoğunluğun azınlığı idare etmesi yaratılıştan gelen kurulu nizama da aykırılık teşkil etmekte. Zira. İslâm’da aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya karşılıklı oto kontrole dayalı bir yönetim anlayışı esastır. Böylesi bir yönetim anlayışında idare edenlerle idare edilenler arasında adeta yaratılış nizamın ruhuna uygun karşılıklı birbirini denetleyecek durum söz konusudur. Dahası İslami uygulamalara baktığımızda otokontrol sistemine dayanan bir tür yönetim modelinin varlığını görürüz. Örnek mi? İşte Hz. Ömer (r.a)’ın halife olarak “Şayet doğruluktan ayrılırsam ne yaparsınız” sözüne karşılık arkadaşları; “Ya Ömer seni kılıcımızla düzeltiriz” ifadeleri asrısaadette yaratılış gayemize uygun karşılıklı oto kontrole dayanan bir nizamın var olduğunun bariz bir örneğini teşkil eder.

       İslâm’da idare edenler umum-u efkârın kontrolü ve gözetimi altında icraat sergilemekle mükellefken, umumi efkâr da (kamuoyu) kanunlara riayet etmekle mükelleftir. Günümüz dünyası daha henüz mükemmel bir demokratik hayat biçimine kavuşmuş değil,  hala insanlık geldiği noktada asrısaadet hayatın çok gerisindedir. Gerçekten de ashabın hayatına baktığımızda karşılıklı otokontrole dayanan mükemmel bir nizamın varlığını görmek pekâlâ mümkün. Nitekim böylesi bir modelde çoğunluğun azınlığı idare etmesi söz konusu değildir. Hem çoğunluğun, hem de azınlığın katılımını sağlayacak gerçek demokratik anlayış esastır. Maalesef günümüzde liberalizm sırf idare edilenlerin, otokrasi ise sırf idare edenlerin lehine tavır almaktadır.  İslam’da ise öyle değil,  tam aksine hem idare edenlerin, hem idare edilenlerin, hatta toplumu oluşturan tüm kesimlerin lehine bir anlayışı ortaya koyar. Tabii insanlık bu anlayıştan epey uzak kalalı bir bakıyorsun parayı putlaştıran toplumlar Kapitalizmin boyunduruğunda inim inlemekte, emeği ve kolektivizmi tabulaştıranlar Politbüro komünistlerin hükümranlığı altında ezilmekte,  devleti putlaştıran toplumlar da Faşizmin ve Nazizm’in pençesi altında mahvı perişan olmaktalar. Şayet kendilerini seçkinci diye tanımlayan bir avuç elit tabaka, ideolojilerin peşinden koşturacağına Halka hizmet Hakka hizmet anlayışının peşinden koşturmuş olsalardı belki de böyle hazin manzaralarla karşılaşılmayacaktı. Ne zaman ki halkla hemhal olup kaynaşırlar, o zaman gerçek demokrasi anlayışı ortaya çıkabilir diye umuyoruz. 

       İnsanlık bugün şu üç başrolde oynayan aktörlere kurban edilmektedir:

       - Para babası, 

      - Politikacı, 

      - Anarşist. 

       Toplumları ilim, tefekkür ve demokratik anlayış yönetmiyor,  bu üçlü aktör idare ediyor dersek yeridir. Böylesi bir idari mekanizmayla ülke halkları sürekli aldatılmış oluyor. Madem öyle, ne aldatan ne de aldatan olmamak kaydıyla tabandan tavana, tavandan tabana dönüşümlü bir yapılanma için çaba sarf etmemiz gerekiyor. Aksi takdirde aydınların aydınlatamadığı toplumu şarlatanlar aydınlatacaktır.

       Gerçek demokratik yapılanmada devletin ideolojisi olmaz, ama ideolojik yapılanmalara fırsat verilir. Çünkü toplum içindeki farklılıkları zenginlik olarak telakki etmek demokrasinin gereğidir. Devleti belli bir ideolojinin hizmetinde koşturmak adil olamayacağı gibi demokratikte değildir, olsa olsa bunun adı faşizanlık olur. Devletin farklı fikirler karşısında “hakem”  rolünün üstlenmesinin yanı sıra vatandaşın sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda düzenlediği organizasyonlara destek verip halkın hizmetinde hadimlik rolü üstlenmesi de gerekir. Dolayısıyla devlet eşit şartlarda yarışan insanlara fırsat imkanı sunup hizmetkar misyon üstlenmekle gerçek demokratik işlevini yerine getirmiş olacaktır. 

        Ehl-i sünnet âlimleri, devlet reislerinin adil, idari, siyasi ve askeri konulara vakıf aynı zamanda muktedir (iktidar sahibi), dirayetli kimselerden seçilmesi gerektiği üzerinde ittifak etmişlerdir. Ayrıca liyakat sahibi devlet reislerine itaatin bi’l ittifak vacip olduğunu beyan etmişlerdir. 

        Evet, itaat etmek başka, isyan etmek başkadır. Tarihi geçmişimize baktığımızda ulemamız hakikati daima itaat içinde aramıştır, isyanı hiç bir şekilde tasvip etmemişlerdir. Kaldı ki itaat içinde bile zulmü elimine edecek değişik fırsat imkânları (demokratik yollar), uygun şartlar ve meşru yollar bulunabiliyor. Nitekim Resûlullah (s.a.v) bu manada; “Her kim emirin yapmış olduğu bir şeyi kötü görürse sabretsin (isyanla hareket etmesin). Çünkü her kim sultana (itaatten) bir arşın ayrılırsa, cahiliye ölümü ile ölür” diye beyan buyurmuşlardır. Zaten bizim köklü kültürümüzün İslam’ın bu engin hoşgörü anlayışıyla yoğrulması hasebiyle şükür, sabır ve iman gibi değerler medeniyetimizin ana ruhunu oluşturmuştur. Bu gerçeğe rağmen yine de zaman zaman bünyemize sirayet eden fitne virüsüyle kültürel değer aşınmasına uğrayıp isyankâr tutum içerisine girebiliyoruz.

        Bakınız isyana kalkışmaların getirdiği ağır mesuliyet gerektiren bedeller şu örnekler yaratılış gayemizden uzak aşınmaları da beraberinde getirmiştir. Nasıl mı?  Şöyle ki; 

      -Şayet Endülüs şehzadeleri ülkelerini bölerekten her biri baş olma sevdasına kapılmasalardı, bugün belki de Avrupa ve Fransa’dan söz edilmeyecekti. 

      -Şayet Osmanlı’da iç kargaşalıklar olmasaydı, muhtemelen bugün Ortadoğu kaynayan kazan olmayacaktı. 

       -Şayet Sahabe arasında içtihattan tevellüt eden ihtilaflar olmasaydı, belki de tarih Haçlı Seferleri’ne şahit olunmayacaktı,  ya da yeryüzünde tek bir kilise, tek bir havra bile kalmayacaktı.

       İşte sıraladığımız bu ihtilafı gerekçelerden de anlaşıldığı üzere itaat çok büyük önem arz etmekte. Ancak şu da var ki Müberra Dinimiz Sultana itaati Yüce Allah’ın emirlerine uyduğu müddetçe itaati kayda ve şarta bağlamıştır. Yani bu demektir ki isyan gerektirmeyen durumlar için itaat bağlayıcı bir hükümdür. Nitekim Resulullah (s.a.v); “Emirlerinizi hem neşeli hem kederli zamanlarınızda, hatta emirleriniz kendi nefislerini sizin nefisleriniz üzerine tercih etseler dahi onları dinleyecek ve itaat edeceksiniz. Ancak emirlerinizin açık bir küfrünü görmeniz ve onların küfrü hakkında Allah’ın kitabında kuvvetli delil olması halinde, onları dinlemeyeceksiniz” diye beyan buyurmuşlardır. İşte İmam Nevevi beyan buyurulan bu hadisi şerifin mana ve ruhuna sadık kalarak bu hususa şöyle açıklık getirir de: 

      -“Yöneticilerle yönetim işleri hususunda münakaşa etmeyiniz. Ancak onlardan sarih küfür ve kesin bir münker görürseniz inkâr ediniz. Yani kabul etmeyiniz ve hakikati münasip bir dil ile söyleyiniz. Fasık ve zalim olsalar bile, onlara karşı ayaklanmak ve onlarla savaşmak tüm ulemanın icması ile haramdır.” 

      Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.)’in; “Cihadın en faziletlisi zalim sultana karşı hak kelamı söylemektir” beyan buyurduğu hadisi şerifi de bu açıklamaların bir başka açıdan teyidini ortaya koymakta.  Hakeza  “Allah’a isyan olan şeyde kula itaat edilmez. İtaat ancak maruftadır” hadis-i şerifi de öyle olup şu olay üzerine varid olmuştur. Vaktaki Resulullah (s.a.v)   günlerden bir gün orduyu yola çıkardığında başlarına da Ensar’dan birini komutan tayin edip itaat etmelerini tembih etmişti. Ancak ne var ki ordu yola koyulup ilerlediğinde askerlere sinirlenen komutan, odun toplattırır ve büyük bir ateş yakmalarını söyler. Odunlar toplanıp yakılınca, askerlere kendilerini ateşe atmalarını emreder. 

      Askerler şaşkın halde:

      -“Oysaki biz, Hz. Peygamber (s.a.v)’e kendimizi ateşten korumak için tabii olmuştuk. Şimdi bu durumda bir de bunun üstüne üstük ateşe mi gireceğiz” deyip emre uymazlar. Tabii durum vaziyet sefer dönüşünde Resulullah (s.a.v)’e bildirilince askerlerin bu tavrının doğru olduğunu beyan buyurmuşlardır. Hakeza bu ve buna benzer misalleri Peygamberimiz (s.a.v)’in varisi hükmünde âlimlerin yaşantılarında da görmekteyiz.  Bakınız İmam-ı Azam, Halife Mansur tarafından nice zulüm, işkencelere maruz kalıp hapishaneye mahkûm edilmesine rağmen, değil halkı isyana teşvik etmek bir tek olsun huruç (başkaldırış) fetvası vermemiştir. Hatta mahkûm edildiği hapishanede şehit düşmüştür. Niye şehit edildi derseniz, İmam-ı Azam devlet erkânının zulümlerine destek ve alet olmak endişesiyle kadılık teklifini kabul etmemişti çünkü. Halife Mu’tasım Billâh da hakeza İmam-ı Hanbelî’ye Kuran’ın mahlûk (yaratık) olduğuna dair fetva vermeye zorlamış, tabii ki o büyük imamda bu denileni kabul etmediği gibi halkı isyana teşvik edici hiçbir beyanda bulunmamıştır. Buna rağmen o’da şehit edilmiştir. Şöyle yakın tarihimize baktığımızda ise Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri 28 sene hapis hayatı yaşamış, sürgün ve çilelere maruz kalmış, bununla beraber ne kendisi ne de talebeleri hiçbir ahval ve şartlarda asla isyana kalkışmamışlardır. Üstad tam aksine “Risaleyi Nur talebeleri asayişin manevi bekçileridir” deyip nizam ve asayişi savunmuştur hep. Öyle de olması gerekirdi zaten. Bir kere her şeyden önce nizam ve asayişin zıddı anarşidir.  Dolayısıyla anarşizmin ajandasında kural ve intizama asla yer yoktur, varsa yoksa isyan bayrağı çekmek vardır. Zira başıboşluk, isyan ve başkaldırış anarşizmin ruhunu oluşturur.  Hele çok şükür ki; bizim medeniyet kodlarımızda anarşizme geçit verilmez. Şöyle ki; Elmalı Hamdi bu hususta; “Gayri Müslimlerin idaresi altında yaşayan Müslümanların bile devlete isyan etmelerinin vacip olmadığını” beyan etmişlerdir.

        Fetâvâyi Hindiyye eserinde ise bu hususlarda, yani nizamın sağlanmasında; “Emr-i Bi’l Marufu;  umera (devlet yöneticisi) elle, ulema (âlimler) dille, avam-ı nas (halkın genel seviyesi) kalple ifa eder” ifadeleri vardır. Zira Resulullah (s.a.v);  “Bir yerde kötülük gördüğünüzde elinizle, gücünüz yetmiyorsa diliniz ile buna da gücünüz yetmiyorsa kalbinizle buğz ediniz. Zira bu imanın en zayıf derecesidir” diye beyan buyurmakla Fetâvâyi Hindiyye’deki açıklamalar daha da bir anlam kazanmış olur. Hadiste geçen “...imanın zayıf derecesi” hükmünü ise İmam-ı Nevevi; “Sevabın noksaniyeti” olarak tefsir etmiştir. 

      Velhasıl-ı kelam; herhangi bir hadisi şerif ve ayeti kerimenin çıplak manasına bakıp anlamı işte budur diyemeyiz. Ayet ve hadislerin gerçek anlamlarını, neye işaret ettiğini anlamak için sahasında uzman, âlim ve içtihat şartlarına haiz ehil kimseler olmalı ki, ne manaya geldikleri anlaşılabilsin. Bu yüzden âlime başvurup ışık feneri edinmek gerekir. 

       Vesselam.