Selim Gürbüzer


DEMOKRATİK TOPLUM

Demokratik toplumlar baskılardan uzak, özgürlük sever toplumlardır.


Demokratik toplumlar baskılardan uzak, özgürlük sever toplumlardır. Düşmanına karşı bile son derece tahammüllüdürler. İşte böylesi bir toplumun hasmını boğmak diye bir derdi de yoktur zaten. Zira tüm derdi davaları fikri hür, vicdanı hür bir toplum inşa edebilmektir. Hatta demokratik toplumun devrim muhafızlarına da ihtiyacı yoktur. Hem nasıl olsun ki,  bir kere her şeyden önce emniyet kemeri özgür iradesidir. Aşırı uçlardan söz etmez, tüm akımların serbestçe yaşamasına yönelik kendi haline bırakıp uysallaşmasını yeğler. Marjinal veya radikal grupların amaçları demokrasiyi yıkmak olsa bile konuşmalarına izin verip onları yalnızlaştırır. Kaldı ki tek tip görüşlerle bir yere varılamayacağının tarihin sayfaları şahit. Bu yüzden demokratik toplumun rakiplerine korku salma ya da gözdağı vermek diye bir derdi yoktur, zaten aksi bir yol izlemek marjinal kalmış radikal grupların değirmenine su taşımak olur. Nitekim berikiler-ötekiler, laik-anti laik, ilerici-gerici vs. gibi ikilem oluşturan şablonlar,  birliği ve dirliği baltalayan en keskin ayrılıkçı tasniflerdir. Madem karşıtlık içeren şablonlar ikilik oluşturuyor, o halde toplumu kendi halinde rahat bırakmalı ki her düşünce gelişebilsin. Böylece radikal akımlarda bu gelişim karşısında güç kaybına uğrayıp sıradanlaşmış olur. Şu bir gerçek,  karşımızdakine fikir dayatması yapmakla sadece düşmanlaştırmış oluruz,  hatta fikrine ve düşüncesine kota koymakla hem güçlendirir hem de popüler kılmış oluruz. Artık şunu anlamamamız gerekir ki; hiçbir düşünce dayatmayla, dipçikle yola gelmez. Hem şimdiye kadar dayatmacı ve yasakçı zihniyetten kim ne fayda görmüş ki bizde fayda görmüş olalım. Şayet çizmeyi aşıp elinize balyoz alırsanız her akımı ya eylem manyağı haline dönüştürürsünüz ya da Stalin, Mussoloni, Hitler ve Francisco Franco gibi hasta bir ruhla milyonlarca insanın canına kıymış olursunuz.

       Meseleye birde devlet açısından ele aldığımızda insanlara zorla tek tip gömlek giydirmeye kalkışmak eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur.  Devlet erkânı böyle yapmakla idare ettiği insanların her birini bukalemun tipe dönüştürmekte, dahası içi başka dışı başka fertler türemekte. Belli ki Türk insanının idrakine giydirilmeye çalışılan tek tip ideolojik deli gömlekler o kadar zihin dağarcığında öfke patlamasına yol açıyor ki, artık bu kadarı da gayrı yeter denilip sandık başına gidildiğinde bu dayatmacı zihniyetin borazanlığını yapan partilere ve devletin içine çöreklenmiş vesayet odaklı kripto yapılara gereken kırmızı kart gösterilebiliyor. Bu yüzden sandık vesayet odaklarının her seferinde kâbusu olur da.  

        Malumunuz devletin biricik görevi insanı itaate zorlayan hâkim devlet olmak değil,  tam aksine Şeyh Edebali’nin deyişiyle  “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”  anlayışından hareketle insanoğlu daha dünyaya ilk adımını atar atmaz hemen hizmetine koşmayı şiar edinen hadim devlet olmaktır. Zira hadim devlet olmanın gereği insana insanca muameleyle değer vermektir. Şayet bir insan doğar doğmaz rengine diline, kökenine bakmaksızın Allah’ın mukaddes emaneti olarak insani yönden değer verilip devletin şefkatli kollarında himaye görürse asıl o zaman bayrağına, ayına, yıldızına kurban olan bir Türkiye tablosuyla karşılaşmamız an meselesidir diyebiliriz.  

        Hele şöyle dünya siyasi tarihine bir göz gezdirdiğimizde; Jakobenlerin, Maximilien Robespierre’nin, Billaud-Varenne’nin, Louis de Saint-Just’un, Louis-Michel Le Peletier’in ve vs.’lerin izledikleri yol yol değildi, düpedüz etrafa korku salmaktı. Hepsi de toplumu formatlamak için ömür tükettiler, fildişi kulelerden kitleleri yönetmek istediler, halka tepeden zavallı gözüyle baktılar. Peki, ellerine ne geçti?  Belki de sormaya bile gerek yoktur, baksanıza arkalarından; içi boş kavramlar, anarşist topluluklar, elitistlerin ağırlandığı fildişi kuleler ve ruhsuz saray türü mekânlar bırakarak bu dünyadan göçüp gittiler.   Tabii bu arada olan halka oldu. Nitekim devletler şefkat abidesi olması gerekirken idare ettiği halkına karşı resmice bir tutum sergilemeyi yeğlemişlerdir. Böylece resmi söylemlerden ve resmi törenlerden sıkılan toplumlar devletlerine olan güveni gitgide zaafa uğrayıp hemen her şeyden kuşku duyan ve havadan nem kapan hale geldiler.            

        Bakın Mevlana ne de tüm insanlığa güzel çağrı yapmış; “Ne olursan ol yine gel” diye. İşte bu yapılan çağrıda tüm insanlığa sözde değil özde büyük bir hürmet duyulurken,   ülkemizde bir avuç oligarşik elitist tabaka kesim ise bırakın tüm insanlığa saygı duymayı,  kendi halkına bile göbeğini kaşıyan adam yaftasıyla aşağılayıp öteki gözüyle bakmışlardır. Hakeza insanlıktan nasibini almamış illegal ve legal görünümlü bir takım örgütlerde tarihi süreç içerisinde asırlardır birlikte kardeşçe yaşadığımız Kürt kardeşlerimizin aidiyet duygularını istismar edip devlete karşı mevzilendirmişlerdir. Malum mevzilendirdikleri maşalarla da işi bitince bu kez bir kullanımlık kâğıt mendil misali hadi güle güle denilip ruhunu çöpe atmışlardır. Böylece toplumla devlet arasında derin onarılmaz yaralar açılıp durduk yerde başımıza dert açtılar.   Besbelli ki iç barışı unutalı hayli yıllar oldu. Dahası pembe şafakların doğacağı günleri hasretle bekler olduk, ama o eski ihtişamlı günlerimiz bir türlü de geri gelmez oldu. Öyle ki örnek model aldığımız Fransa bile Avrupa Birliğine üyelik başvurumuza tahammül edemez oldu. Yeniden medeniyet oluruz kaygısına kapılmalarından olsa gerek bu tavrını ısrarla sürdürüyor da halen. Hadi Fransa’yı anladık diyelim, peki ya şu içimizde halkına yabancılaşmış karanlık zinde güçlere ne demeli. Habire olaylara ideolojik gözlükten bakmayı marifet sanıp kendileri dışında her türlü görüş ve düşünceyi zindana mahkûm etmekle meşgul oldular. Kelimenin tam anlamıyla Fransa Türkiye’yi dış platformda Ermeni meselesini kaşıyarak karalamaya çalışırken, iç platformda ise kuş tüyü yataklarda gününü gün eden bir avuç azınlıkta Türkiye’yi uluslararası arenada kara propagandayla gözden düşürmeye çalıştılar. Dahası etrafımızı totaliter ağlarla örüp hizaya gelmemiz istendi hep. Yetmedi ara sıra aba altında sopa göstererekten ya dediklerimizi yaparsınız ya da kökünüze kibrit suyu dökeriz tehdidiyle gözdağı verdiler. Ayrıca ruh köklerimiz bu tip ne idüğü belirsiz haramilerce elimize tutuşturulan oyuncak reçetelerle sus ve oyalan denildi. Güya kibarca “Kendinize çeki düzen vermezseniz sonunuzun ne olacağını şimdiden siz düşünün” şeklinde çocuk muamelesine tabii tutulup kulağımız çekildi. Nasıl mı?

       Malumunuz 28 Şubat sürecinde bir yandan başörtüsüyle üniversiteye girmek isteyen kız öğrencileri ikna odalarında özel terapiye tabii tutulup mobbing uygulanırken diğer yandan da özgürlüklerden yana tavır takınan yazarçizerleri ise andıçlayarak mobbing uyguladılar. İşte bu ve buna benzer mobbing uygulamalar yüzünden 28 Şubatın yaralarını bir çırpıda sarmak pekte kolay olmadı. Neyse ki köprünün altından çok sular aktığında artık eski mobbing uygulamalar devam edemeyecektir. Allah’a şükürler olsun ki suyun normal yatağında akmaya başladığı günlerin eşiğine geldik. Artık yeniden baskıcı ve dayatmacı 28 Şubat senaryolarının oluşması zor görünüyor. Nihayet  bu sefer ne yaptığını bilen akıllı, hamasetten uzak bir iktidar başımızdadır artık.  Nitekim Tayyip Erdoğan iktidara gelir gelmez Kopenhag kriterleri kartını kullanıp vesayet odaklarının harekât alanlarını daraltmasını bilmiştir. Hele ki    Avrupa uyum yasaları bir bir devreye girdikçe malum vesayet odakları ne yapacaklarını şaşırıp çağdaşlıktan dem vuramaz oldular. Hatta bu sefer Avrupa karşıtı görünüm vermeye başladılar. Bu da yetmedi mitinglerle avaz avaz nara atıp Kuvayı milliyeci maskesine büründüler. Güya Cumhuriyeti kuran iradeyi kendi emellerine göre kullanacaklarını sandılar. Düşüncelerini Cumhuriyetin ilk 30 yılına endekslediler. Aslında tüm bu çabalar o iradeye hem saygısızlık hem de onları sevimsiz göstermekten başka bir işe yaramadı. Nasıl yarasın ki, onlar slogan üretirken, hükümette onuncu yıl marşıyla dillendirdikleri kozlarını ellerinden alıp Türkiye’yi hızlı tren ve demir ağlarla örer oldu. Keza Asya’yı Avrupa’ya bağlayan denizaltı Marmaray’ı hayata geçiriverdi. Böylece slogan üreten bu kesimlerin bir kez daha otoriter ve kapalı bir kafa yapısına sahip oldukları tescillenmiş oldu. Pekâlâ, gayet bizlerde biliyoruz ki; Cumhuriyet kurulduğunda o günün şartları gereği idari mekanizma belki de otoriter olmak zorundaydı, geçiş sürecini sancısız geçirmek adına böyle düşünülmüş olabilir. Ama bugünün dünyasında aynı düşünceyi sürdürmek abesle iştigal olurdu. Zaten gelinen nokta itibariyle Türkiye’yi otoriter bir yapıya büründürmek toplumu çağın dışına ve kapalı toplum olmaya itmek olur ki, artık bunun oluşması imkânsız hale gelmiş durumda. 

      Her değişim evresi hemen bir çırpıda gerçekleşmez, illa ki yeni bir sisteme geçişin bir bedeli olacaktır elbet. Neyse ki o muhteşem 600 yıllık imparatorluktan daha çiçeği burnunda Türkiye Cumhuriyetine geçişte faşizmi örnek alması teklif edildiğinde, bunun bir zulüm ve istibdat olacağını o gün bile reddedilmişti. Bizatihi Cumhuriyetin kurucu en yetkili ağzından; “Öğreti istemem, yoksa dogmalaşırız” denilerek ucundan kıyısından da olsa demokrasi denemeleri yapılabilmiştir. Ancak ne var ki demokratik yapılanmanın yerleşmesine ömrü kifayet etmemiş, vefatının ardından demokratik cumhuriyetin gerçekleşmesinin sonraki kuşaklara bırakıldığı anlaşılmakta. İşte o yıllarda demokrasiye geçişimiz gerçekleşmediği halde maalesef günümüz   sözde Kuvay-ı milliyecileri 1930’lu yıllara mıhlanmakta hala ısrarcılardır, bu yüzden bir milim dahi mesafe kat edemiyorlar. Onlar “Düşün ama ifade etme” anlayışındalardır halen. Oysa bu anlayışı dayatmak insanımıza yapılacak en büyük zorbalık ve zulüm olacaktır.  O halde bu sapkın anlayışa meydan vermemek için tez elden kökü mazide olan yeni ufuklara ve geleceğe kanatlanacak adımları atmak gerekir. Geçmiş sadece tecrübe için vardır, 1930’lu yıllar sadece kuruluş safhasıdır, o safhanın üzerine demokrasiyi inşa edebilirdik pekâlâ. O halde statükocu zihniyete değim yerindeyse Nasrettin Hoca misali göle demokrasi mayası çalma zamanı bugün değilse, peki ya ne zaman diye sormak gerekir.  Fıkrada olsa Hoca’nın o meşhur espriyle karışık ‘ya tutarsa’ sözü bizim açımızdan ileriye atılım yapılmasının gerekliliğine işarettir.

       Cumhuriyeti bize armağan edenler;  sakın ola bir adım ileri gitmeyin, bıraktığımız noktada çivilenip kalın diye devretmediler,  bilakis modern uygarlığın en üst seviyesine sıçrayalım diye devrettiler, anlayana tabii.

        Evvela beyinleri özgürleştirerek işe başlamalı. Nitekim zihinler gülistana dönüştürmeli ki; toplumsal mutabakat gerçekleşebilsin. Eğer düşünceye saygılı isek ferdin resmi devlet söylemlerini kabullenmeye dayalı düşünme mecburiyetini rafa kaldırmalı. Çünkü düşünceye saygı erdemliliktir. Düşünceyi erdem görmeyen ülkeler asla demokratik cumhuriyet olamaz.

      Şöyle tarihe bir göz attığımızda gelişmeye katkıda bulunan kaynakta hep mimlenen sakıncalı piyade diye tabir ettikleri bilge insanların varlığını görürüz. Sakınca yaftası yiyen insanlar yaşadıkları dönemlerde çok ağır bedel ödeseler de birçok tabuların yıkılmasına vesile oldular. Sokrates Atina yasalarının dışladığı bir filozoftu, ama bugün o gönüllerde yaşıyor. Zira o düşünce adamıydı. Diğerleri malum, düşünceyi yargılayan yargıçların bugün hiçbirinin ne adı,  ne şanı, ne de esamisi var ortada. Neden hafızalardan silindi acaba hiç düşündünüz mü?

         Yasaklar hep maraz doğurmuştur,  ideolojiler bile karşıt gördüğü sistemin müdahalesiyle boy verip dal budak salabiliyor. Bu yüzden eski Türkiye kodlarında devletin kitleler üzerinde Demokles’in kılıcını sallandırıp hizaya getirmeye çabalamasını anlamış değiliz. Etliye sütlüye karışmayan sade bir vatandaşın düşüncesini bile tehdit kapsamına alan anlayışı bilmem hangi mantık ve izaha sığar. Zaten her türlü fikrin gölgesinden korkan, aynı zamanda bireyin özgür iradesini cezalandırıcı yasalar çıkarmaktan zevk alan bir anlayıştan başka ne beklenirdi ki. Maalesef her on yılda bir tekrarlanan darbeler döneminde yansız, tarafsız idari mekanizma kuramadık, kurabilseydik esas o zaman laiklik güvencededir diyebilirdik. Tarihi fırsatları kaçırdık diyebiliriz, hala inadına inat deyip 28 Şubat varı post-modern darbelere özlem duyanlar var. Oysa    28 Şubat toplum üzerinde bir kırılma, bir fay hattı oluşturmuştu, toplum mühendisliği uygulamaları BÇG (Batı çalışma grubu) elinde zirveye çıkması bunun en tipik örneğini teşkil eder. Mevlana ve Yunusça çizgiden gelen topluma devlete başkaldıran muamelesi bir misyon yüklenmek istendi ve  o gözle bakılmaya başlandı. Tüm baskıcı psikolojik yıldırma uygulamalarına rağmen halkı sokağa dökemediler,  tam aksine halk büyük bir sabır örneği sergileyip oyunlarını suya düşürdü.  Hafife alıp öteki diye dillendirdikleri insanlar bir dağ gibi sessiz duruşuyla adeta destan yazdılar. Merve Kavakçı’yı Hamas ajanı ilan edip sürgün ettiniz de ne oldu, sonunda üniversitelerde, kamusal alanda ve TBMM’de başörtü özgürlüğüne kavuşabilmiştir.  Peki ya, eski Milli İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu’na CIA ajanı karalamanıza ne demeli? Oysa sizin bu ajan etiketlemelerinize kargalar bile güler. Bunlarla yetinilmedi Cengiz Çandar’ı andıçladınız. Ne var ki aynı Cengiz Çandar 15 Temmuz 2016 Darbe girişimine kalkışan İhanet Çetesi odaklarına karşı kalemini aynı hassasiyet içerisinde oynatamamıştır.  Her neyse malum türban türban diye yıllardır dilinize doladığınız kavram bile Fransa’dan ithal. Türbanın Türkçe karşılığı ‘bone’ olduğunu YÖK Başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın üniversiteye girsinler diye o gün için pratik çözüm diye sunduğu önerisiyle öğrendik. Baktılar ki türbana alaka git gide büyüyor,  hemen ‘U’ bir dönüşle Anadolu’nun yaylalarından beraberinde geleneksel özellikleriyle şehirlere gelen genç kızların sayısı çoğaldığını gören zinde güçler, bu kez boneye maksadının dışında anlam yükler oldular.  Artık bu noktadan sonra türban,  bir zaman Ecevit’in dilinden dökülen pekiştirilmiş haliyle devlete başkaldırma simgesi olarak addedilir. Oysa 1974 yılında devletin temeline dinamit atmak isteyen örgüt mensupları kamuoyunda Rahşan affı diye tanımlanan afla özgürlüklerine kavuşmuşlardı, maalesef bu ülkede hiç bunun muhasebesi yapılmadı.  İsteseniz de yüzde yüz başörtüsüz toplum oluşturamazsınız, işte bu konuda ısrarcı olmaya devam ederseniz bunun adı laiklik değil,  olsa olsa bu düpedüz Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un ifadesiyle laikçilik olur. Çünkü laiklik dinsizlik değil, bilakis her din mensubunun özgürce kendi kulvarında yaşamasına fırsat tanıyan kavramdır. 

       Velhasıl-ı kelam; modern çağın ötesine sıçramak ancak demokratik cumhuriyet ve demokratik toplum oluşturmakla mümkün.

        Vesselam.