Selim Gürbüzer

Tarih: 18.10.2024 19:04

DÜRÜST YÖNETİM VE SİVİL İKTİDAR

Facebook Twitter Linked-in

         Türkiye’nin göz önünde bulundurması gereken asıl problem iyi niyetle dürüst idare etmeye çalışanların önünün kesilmeye çalışılması, israf çarkının devamından yana tavır konulması sivil inisiyatifin bastırılmak istenmesi, hantal bürokrasinin varlığı ve siyasi kirliliktir. 

        Bir yerde dürüst yönetim yoksa o yerde şer güçlerin cirit attığı ortam var demektir. Hatta böylesi ortamlarda kan, gözyaşı ve zulüm de var demektir. Her ne kadar şer güçler hemen her ortamı kana bulayıp zulmetseler de ilahi adalet tecelli ettiğinde bir anda her şey temizlenebiliyor. Dahası eninde sonunda  “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste” atasözü yerini bulduğunda kazanan hak hukuk olabiliyor.

        Dürüst yönetimi ilke edinen Sivil iktidar hak ve adaleti yaymak için vasıtadır sadece. Dürüst, Hak ve Adaletin galip geldiği dönemler için meşhur Fransız düşünür Pascal’ın; “Dünyanın en güçlü devletinin başında bulunup, kendi emeğinin geliriyle geçinen tek hükümdar büyüğü Türk hükümdarıdır” sözleri elbette ki kayda değerdir. Bu sözler aynı zamanda hem Osmanlı’nın dürüstlüğünü, hem gücünü, hem de Kanuni Sultan Süleyman’ın deha çapında kanuni şahsiyetini hatırlatır bize.  Nitekim ABD senatosunda dünyanın en büyük kanun yapıcıları arasında bizden sadece Kanuni’nin adının anılması Osmanlı dürüstlüğünün ve aklının ne demek olduğunu ortaya koyar. Şimdilerde o dürüstlükten, o akıldan, o güçten ve o kanunnamelerimizden eser kalmasa bile, yine de 2002 sonrası dönem itibariyle hızla kalkınan ülkelerin arasına girer durumdayız. Bakınız Alman ve Japonlar ikinci dünya savaşının harabelerinden toz toprak içinden çıkıp süper güçlerle yarışır konumuna gelirken biz daha henüz yeni yeni toparlanıp kendimize gelir gibiyiz. Hele şükür IMF’ye olan borçların bitmesi, Türkiye’nin dört bir yanında demir ağlara kavuşuyor olması ve Asya’yı Avrupa'ya bağlayan Marmaray projesinin hayata geçmesi gibi daha nice kalkınma hamleleri geleceğe olan ümitlerimizi yeşertmekte de. 

         Maalesef ülkemiz Menderes ve Özal dönemleri hariç 2002 yılına gelene dek doğru dürüst yönetilememiş, siyasi kirlenmişlik ve askeri vesayet sisteminin galebe çalması geri kalmamıza yol açmıştır. Bakınız Japonya 1950’lerde fert başına düşen milli gelir düzeyi Türkiye’ye kıyasla düşük olmasına rağmen, hızla toparlanıp dünyanın ikinci büyük ekonomik potansiyel konuma gelebilmiştir. Bizde durum vaziyet ise en yakın tarihten örnek verecek olursak 2002 öncesi ANASOL hükümeti döneminde gayri safi milli hâsılamızın dibe vurması doğru dürüst idare edilmediğimizin bariz örneğini göstermekte. Üstelik o yıllarda dış borcun tavan yapmasının yanı sıra sırtımıza bindirilen ağır faiz borç yükü ekonomiyi felç etmiştir. Değim yerindeyse IMF’den alınan her 1 dolar topluma 3 dolar borç olarak yansımıştır. Tabii bitmedi dahası var, yine o yıllarda israf ekonomisinin kol gezdiği, tepedekilerin lüks yaşadığı,  idare edilen  % 8 kesimin enerji yakıtı olarak tezek kullandığı,  parlamentonun bir saatlik bilânçosunun 1 milyar 500 milyon olduğu veya bir aylık tüketiminin 1 trilyonu aşan parlamento döneminin yaşandığı günlerden bugünlere geldik. Tabiî ki böylesi eski Türkiye iktidarlar dönemi oluşumlarından okul, su,  yol ve halkın derdine derman olması beklenemezdi. Düşünsenize o yıllarda ülkemizin bir ucunda Mercedes varı hayat, diğer ucunda kağnı varı bir hayatı reva görenlerin yaşattıkları dengesizlikler ortada iken hala kendini ulusalcı ve milliyetçi diye takdim eden birtakım insanların Türklükten bahsetmeleri akla ziyan bir davranış olsa gerektir. Oysa milliyetçilik sözle değil uygulamayla anlam kazanır. İşte bu yüzden bize milliyetçilik üzerinden geçinenlerin hamaset söylemleri değil, bilakis Özal’ın  “21. yüzyıl Türk asrı olacaktır” sözleri daha çok inandırıcı geliyor. 

         Peki ya, bürokrasimiz nasıl derseniz, o da evlere şenlik, dünde halktan kopuktular bugün de değişen hiçbir şey yoktur yine aynılar. Onlar hiçbir zaman değişmediler değişmezler de. Zira halka hizmet anlayışı yerine koltuk sevdasına düşmüşler, sahip oldukları koltukları milletin lehine kullanmak varken babalarının çiftliği gibi kullanmayı yeğlerler hep. Öyle ki bir zamanlar son model arabalarıyla sırça köşklerde har vurup harman savurdukları yetmezmiş gibi lojman saltanatının da keyfini çıkarmışlar. Üstelik Avrupa bürokrasisinde görülmeyen araç sayısı bunlara tahsis edilmiştir. Hakeza bir eli yağda bir eli balda varlık içinde yaşayan böylesi bürokrat tayfası altındaki makam araba ve elindeki son model telefonla caka yapıp rahatlıkla “Kıbrıs sırtımızda kamburdur” diyebilmişlerdir. Hatta canları sıkıldığında devletin derin koridorlarında kapalı devre gibi çalışan mekanizmaları harekete geçirip siyasete bile yön vermişlerdir. Bu demek oluyor ki; siyasi kirliliğin uzun bir süredir devam etmesinin sebebi bürokrasinin istediği gibi at oynatmasından kaynaklanıyor. Hükümetlerin icraatlarına engel olma, sabote etme gibi bir takım manevralarla suni gündem oluşturup gelen giden iktidarları da sarsmışlardır. Zaten kanun tasarılarının bile bürokrasi tarafından hazırlandığı bir ülkede bunlardan başka bir şeyde beklenemezdi. 

        Yeni Türkiye Yüzyılın daha başında bürokrasinin emrinde olmayan aynı zamanda bürokrasiye çeki düzen vermek isteyen sivil iktidar var olmasına var ama daha henüz bürokratik kirlilik giderilmişte değildir. Düşünsenize bürokraside müşavir ordusunun istila ettiği tek ülke biziz. Nitekim Tayyip Erdoğan Başbakanlık döneminde haklı olarak; “Tek aşamadığım bürokrasinin eski zihniyet alışkanlıklarıdır” sözleri bu durumu ziyadesiyle gözler önüne seriyor zaten. Bir zamanlar Hariciyenin köşe başlarını tutmuş monşerler ise hak getire, bir bakıyorsunuz 8000’i aşkın bu malum tayfa emek sarf etmeksizin havadan hazineden maaş almış gözüküyorlar.  Her ne kadar aralarında az bir kısmı verdiği hizmetine karşılık olarak aldığı maaşını hak etmiş gözükse de, geriye kalanın çoğu bu ülkenin emeğini ve alın terini sömürmüşlerdir maalesef. Anlaşılan israf çarkı devlet içinde böyle işlemiş, tabii bu arada olan millete olmuş. Neyse ki, yıllardır asker postalı gölgesinde sürdürülmeye çalışılan vesayet odaklı sisteminin ortaya koyduğu acı bilançodan sonra artık toplumun nabzını tutan bir sivil iktidarımız var. Ama yine de daha henüz bürokrasinin o kalın duvarları tam teşekküllü aşılmış değil. Peki ya muhalefet, malum onlarda olup kendi iç çekişmeleriyle meşgul olup biteni seyretmekle yetinmekteler. 

        Bakınız süper güç ABD bile verimliliği artırmak için dış temsilciliklerinden bir kısmını kapatıp tasarruf ediyor.  Madem öyle bir an evvel  “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” anlayışında olan bürokrasiye çeki düzen vermek gerekir. 

        Türkiye bağrında taşıdığı karın ağrısı bağırsaklarından temizlendikçe devletin bir görünen yüzü, birde görünmeyen yüzü olduğunu daha yeni fark eder olduk. Askeri vesayetle idare edildiğimiz dönemlerde derin devlet mekanizmaları kendisine rakip dış ülkeleri görmesi gerekirken, toplumu rakip olarak karşısına almış. Bir kere devlet yapılanmasında Fransız modelini taklit etmekle işi baştan kaybetmişiz, dahası sistemimizi daha işin başlangıcında kutsal devlet mantığı esasına göre kurmuşuz. Ana ilkemiz; “Devlet millet için değil, millet devlet içindir” prensibini felsefe yapmışız. Fransız Jakobenizm anlayışını başımıza bela alıp bir türlü çarpık işleyen sistemi tersine çevirememişiz. Oysa yapılması gereken “Devlet millet içindir” prensibini hayata geçirmek olmalıydı. Belki de işe böyle başlansaydı sivil ve muktedir iktidara kavuşmak çok daha erken olacaktı. Böylece sivil devlet yapılanmasında bürokrasi çiftlik olmayıp, milletin hizmetine koşan bürokrat kadrosu hüviyeti edinilecekti. Maalesef gel gör ki sivil toplum gerçeğinden endişe duyan bir derin devlet anlayışı bize çok zaman kaybettirmiştir. 

         Türkiye’yi yeniden dünyada hak ettiği yere getirecek irade belirse de su uyur düşman uyumaz misali vesayetçi güçlerin boş durmayacağı muhakkak. Şayet milli menfaatlerimizi şahsiyetli dış politikayla dünya ölçeğinde savunduğunu inandığımız sivil iktidarın önü kesilmezse belki yarın, belki de yarından da yakın pembe şafakların doğacağının muştusunu şimdiden verebiliriz. Zira bu konuda inancımız tam.

        Malum geçmişte devlet otoritesini eline geçirenler, milletle bütünleşeceği yerde, kimliğini unutup mevcut çarpık sistemin dümenine kendilerini kaptırıveriyorlardı. Makam ve mevkiler değiştikçe ahde vefa hak getire tüm dostluklar bir çırpıda unutuluyordu. Gettolaşma dediğimiz bu hastalık devlet idaresinde salgın vaziyetteydi. Makama oturanlar evvela altındaki arabanın modelini düşünüyor ve kalacağı lojmanın hesabını yapıyor, sonra kendini bulunmaz kumaş ilan edip özel yazlık tesisler peşinde koşturuyorlardı. Bu arada toplumu koyun gibi değerlendirip, körler sağırlar bir arada birbirlerini ağırlıyorlardı. Böylece toplumdan kopuş bu şekilde başlıyordu. Hatta bu imkânları millete çok görenler kendi haklarıymış gibi görebiliyordu. Hakeza siyasetçilerimiz de öyle olup bürokrasi kesiminden pek bir farkı yoktu. Değim yerindeyse Türk toplumunu saf görüp nasıl olsa her şeyi kabullenir gözüyle bakıyorlardı. Tabiatıyla bu çok büyük bir yanılgıydı. Çünkü toplum, bugün siyasi ufkun önünde duruyor. Eskisi kadar her söze kanmıyor, bilakis uyarıyor ve sivil inisiyatifini ortaya koyabiliyor da.  Artık taşın altına eline koyma sırası bürokrat tabakadadır. Geçmişten gelen köhne alışkanlıklar terk edilip gözlerini açma zamanıdır, bir an evvel milletle bütünleşmeli. Fakir fukaranın, tüyü bitmemiş yetimin hak hukukunu korumak için seferber olacak yöneticilere ihtiyaç vardır. Hatta zengin ağa babaları haksızsa haddini bildirecek dürüst yönetici kadro ağının olması da şarttır. Aksi takdirde para ve güç elitistlerin elinde olunca, ister istemez sosyal adalet girişimleri fiyaskoyla sonuçlanabiliyor.

        Madem öyle şimdi kaliteli insan yetiştirmek zamanıdır. Menfaatperest insan görüntüsüne son vermek için buna mecburuz. Bakın Cumhuriyeti kuranlar Osmanlı eğitimiyle yetiştiler ve milli mücadeleyi bu ruhla başardılar, ama ne var ki Cumhuriyetimiz pek o kadar Osmanlı kadar dışarıya açılma noktasında başarılı olamadı. Bilhassa bu dönemde mafya, çete, gasp, hırsızlık, anarşi gibi kavramları sıkça duyar olduk. Dahası bu dönemin başrolde oynayan aktörleri: siyaset, para, mafya ve medya ağaları olmuştur. 

        Ekonomi alanında özelleştirme hız kazansa da yine de devlet ağırlıklı ekonomik yapımızı tam manasıyla azaltmış değiliz. Neredeyse iki milyonu aşkın insan ordusu üretmeden devlet eliyle beslenmiş gözüküyor. Özelleştirme karşıtlarının manipülasyonları her geçen gün midemizi bulandırıyor, onların bu yaptıkları şovmenliktir. İşte o tür manipülasyonlar sayesinde lojman saltanatı, bürokrasi çığırtkanlığı daha henüz sona ermiş değildir. Bakınız Margaret Thatcher ve Bill Clinton iş başına geldiğinde ilk icraatları memur sayısını azaltmak olmuştur. Türkiye’de ise devlet aygıtı büyüyen mekanizmadır. Böyle olunca da kalkınma hamlelerimiz sekteye uğrayabiliyor.

          Şu bir gerçek; bürokrasinin siyasetten bağımsız bir yapıya kavuşturulmasına ihtiyaç var denilen noktada Tayyip Erdoğan'ın 2011 yılı itibariyle bakan yardımcılığını hayatiyete geçirmesi takdire şayan bir uygulamadır. Bu sayede bakanlıkların yükü hafifleyip, siyasilerle bürokrasinin karşı karşıya gelmesi önlenmiş oldu. Ayrıca kurtarıcı olarak Kemal Derviş'in Türkiye'ye getirilmesinden tutunda, Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz'e bağlı Türk Telekom'un bürokratik kademesine müdahale edilecek kadar ileri giden IMF’ye karşı yeter artık kayıtsız şartsız hâkimiyet milletin temsilcisi TBMM'dir diyebilme safhasına gelebildik. Bundan daha da mühim hadise toplumun bağrından çıkan genç dinamik girişimciler artık dışarıda müteahhitlik hizmetlerini başarılı bir şekilde yürütebilir hale gelir olmalarıdır. 

       Her nedense eski köhne idareciler bu gelişmeler karşısında sırra kadem basmış durumdalar. Nasıl sırra kadem basmasınlar ki, dış politikada artık yeri geldiğinde İsrail gibi bir hafiye devletine  ‘one minute’ bir tavır ortaya koyabilen eğilip bükülmeyen dosdoğru bir iradeyle yüzleşmişlerdir. Dolayısıyla milletin yüzüne bakacak halleri kalmadı diyebiliriz.

        Velhasıl-ı kelam; bunalımdan çıkış yolu muktedir ve dürüstlüğü ilke edinen sivil iktidarın kesintiye uğratılmaksızın devamlı kılmasını sağlamaktan geçiyor. 

        Vesselam.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —