Erdal Çil


EYLÜL’ÜN ON İKİSİ

Bazı ağaçlar takvime bakıp erken başlarken kışın hazırlığına, bazıları da ağırdan alır ve tadını çıkarmaya devam eder yazın.


Aylardan Eylül, mevsimlerden sonbaharın içinde yer alır. Yaz henüz bitmemiştir ama Eylül ayı gelmiş, güz kapıdan başını uzatmış olsa da yazın devamı şeklinde geçer Eylül.  Bazı ağaçlar takvime bakıp erken başlarken kışın hazırlığına, bazıları da ağırdan alır ve tadını çıkarmaya devam eder yazın. 

En kısa ayın Şubat olduğunu anlatırsınız ama ona gizlice gülerim. O günden beri bizim Eylüller hep on iki çeker. Eylülde siz yazlıklarınızı bile çıkarmazsınız üstünüzden ama biz titreriz Ali Hocam.

Siz mevsimleri çocuklara renklerle anlatırken, sonbaharı sarıyla anlatırsınız ya. Dökülen sarı yapraklar misali sararan ömürlerin sarısı da gelir mi aklınıza? Bana kalsa ben yine de o sarı içinde 12’yi siyahla boyar kapatırdım görünmesin diye.   

Hedef tahtalarında atıcıların asıl hedefi on ikidir. Siz ‘On ikiden vurmak’ diye bir deyimden de bahsedersiniz Türkçe derslerinizde değil mi?  İşte tam da on ikisinden vurulan bir neslin hikayesi anlatmak istediğim. 

On iki, hedef tahtasındaki gibi merkezdir, candır, yürektir, özdür, közdür ve birilerinin merkezleri bile darmadağın olmuşken bir güzel ülküydü hatta şahdamarıydı ülkünün. Vatandı, bayraktı, ezandı ve devletti on iki. İşte o tarihte birileri, kendilerini devlet, kendilerini efendi diye konumlayan düzenbaz, fırsatçı birileri bu ülkenin asıl dertli, asıl öz çocuklarını tam oradan, gözlerini kırpmadan vurdular. 

Sahi be hocam; o en ummadıkları yerden vurgun yiyen o nesli de anlatacak kelimeleriniz bulunur mu dağarcığınızda?

Ders anlatırken bir sürü devlet olduğunu öğretirsiniz yeryüzünde. Kaçı bizim kadar mücadeleler verip, bizim kadar bedel ödeyerek kurulmuştur acaba? Hiç bu kadar ihanet, bu kadar üzerine operasyon çekilen başka bir devlet var mıdır içlerinde? Haininin bu kadar bol olduğunu tarih derslerinden biliriz bilmesine de yine de akıllanmaz, bir rehavet çöküverir yöneticilerimizin üzerine de bu ihanetlerden hiç de dersler almış gibi davranmayız. Bir de şunu dillendirmekten de çekinir, susarız. İhanetin büyüğünü bu milletin gözünden sakınarak büyüttüğü, okuyup adam olduğunu sandığı evlatları yapar her seferinde. Devlet sayesinde büyür adam olurlar, devlette kadro alırlar ama buldukları her fırsatta hemen devlet aleyhinde saf alır, devlete düşman kesilmeyi marifet sayarlar ya; işte buna dayanılmıyor be hocam.

Sahi bizim kadar kendi devletine düşman, kendi irfanına yabancı, kendi kültüründen uzak, dininden, dilinden kopuk başka ülkelerin de aydınları var mı Ali Hocam?

Sevmezsen gider, sevdiğinin koynuna girersin ama bizimkiler öyle yapmadı. Hainlik yapacaklar ya…! Bizden göründüler, devlet göründüler, ordumuzun şerefli rütbelerini taktılar, tüyü bitmemiş yetim hakkından devletin mintanına sarılıp çıktılar karşımıza da ondandır içimizin titremesi Eylül ayında.

Siz vatanı haritada gösterir öğretirsiniz. Biz vatan denince ellerini yürekleri üzerine koyanları gördük be hocam. Siz bayrak deyince yine dünya atlasını açar, ülkelerin bayrakları içinde ay yıldızı gösterirken biz: “Senin altında doğdum, senin dibinde öleceğim” diyenlerle, ‘Vatanım ha ekmeğini yemişim, ha uğruna kurşun’ diyerek o al sancağa sarılıp gidenleri gördük ve ne mutlu ki onlarla aynı çağda yaşadık. 

Devlettin kadrolarının hain dolu olmasına rağmen onlar kararlıydılar ekmeğini yedikleri vatanı yabancı postallara çiğnetmemeye, haine bölücüye fırsat vermemeye ama o Eylül sabahı yok mu o Eylül sabahı…

Eylül’ün on ikisiydi işte.

Şerefli rütbeleri o şerefsiz omuzlarda gördük ya…İnanın halen düşündükçe kahroluyorum. Siz mevsimlerden sonbahar, aylardan Eylül diyorsunuz ya; benim aklım oralara gidip takılıyor sevgili hocam.  

Biz de alkışlamış, şerefli ordumuz sonunda bizlere, çoluk çocuğa bırakmadan bölücüye, haine karşı üstüne düşen vazifeyi yapmaya geç de olsa geldi demiştik demesine de işte orada da yanılmıştık. Meğer öyle bir niyetleri falan da yokmuş o omzu kalabalıkların. Dertleri ileri atılmakmış onca civan sorgusuz sualsiz içeri atılırken. İşte Eylül’ün on ikisi, birilerinin ileri atılırken birilerinin ise içerilere atıldıkları, birilerinin unutuldukları, birilerinin yok sayıldıkları, birilerinin ise o günden sonra hiç yaşamadıkları bir tarih olarak kaldı hep. Adalet dedikleri de bir sağdan bir soldan deyip asmakmış meğer. Ülkeyi sevenle hainin, bölücünün, eşkıyanın yani şairin dediği gibi baba katili ile babanın aynı safta olmasıymış. İşte buna kısaca 12 Eylül Adaleti dedik ve unutmadık, unutamıyoruz be hocam!

Türkçe bile bilmeyen eşkıyalarla aynı yerde, aynı koğuşlarda yatırdılar. En acısı da öfkelendikçe ‘marş söyle’ emriyle geldiler elleri coplu sorgucular da o Türkçe konuşmaktan bile acizlerle bizi; yani o söyleyin dedikleri marşların onlarcasını ezberinde tutan bizleri aynı gördüler ya, siz olsanız dayanabilir miydiniz bu acıya Ali Hocam? 

Neyse bizim Eylül’ler böyle hep. Takvimlerin on ikisinde kalır öylece, ileri gitmez. Dedeleri Galiçya’da, Yemen’de, kendileri Mamak’ta, C5’lerde gazi olmuş ülke çocukları gelir takılır usuma. Boğazımda düğümlenir cümlelerim ve Akif’in duasıyla çıkarım oralardan.

Allah bu millete bir daha ne İstiklal Marşı yazdırsın ne de 12 Eylül’ler nasip etsin! (Amin!) 

                                                                                                                                Erdal ÇİL