Erdal Çil


KENAN İLİNDE YUSUF’U KAYBETMEK

Güzelliğiyle göz kamaştırırken en başta kendi kanından olanların ihanetine uğrayıp, hayatını yine de sabırla, aşka adayan soylu ve bir o kadar da kentli bir duruşun adıydı Yusuf.


Güzelliğiyle göz kamaştırırken en başta kendi kanından olanların ihanetine uğrayıp, hayatını yine de sabırla, aşka adayan soylu ve bir o kadar da kentli bir duruşun adıydı Yusuf. 

İnsanlığın gelişiminin, bir arada yaşamanın, medeniyetlere uzanan, uzanacak bir yerleşimin en başlardaki adı da Kenan’dı. 

Yusuf Kenan’a emanetti. Koruyamadı! Bütün ihanetlere, acımasızlıklara, yalanlara tanık oldu. Yusuf’u öğüttü, hamdı pişirdi, aşk ile yoğurdu.

Şimdi hepimizde; hepimizin en derininde Yusuf’tan bir köz. 

Hepimiz Yusuf’uz!

Ve bütün çiğliklere düçar olmuş hepimizin yaşadığı şehirler de Kenan ili.

Yusuf’lar gidiyor, Yusuf’lar tükeniyor ve şehirler giderek ıssızlaşıyor, giderek kalabalıklaşırken.

Ben Yusuf’un ardındaydım. Belki ondan bir iz, bir haber alırım diye Züleyha’yı da aramadım, onun da izini sürmedim değil ama yoktu. Şehir kalabalık, şehir gürültülü ama ne Züleyha ses verdi ne Yusuf’u bulabildim Kenan ilinde. 

Polis vardı, devlet vardı, hukuk, mahkeme, okul vardı ama Yusuf yoktu koca şehirde. 

Mülteciler dolmuştu sokaklara. Koca koca hocalar, valiler, bakanlar, vezirler vardı bol maaşlı, bol yetkili ama etkileri olmadı Yusuf’u bulma çabalarıma.

Yusuf’u bir ben aradım tek başıma.

Gecenin karanlığında aya danıştım. Belki ceylanlara ulaşmıştır diye dağlara karıştım. Olmadı kıyılara inip deryalara ulaştım ama nafile! 

Yoktu Yusuf.

Gitmişti, gelmemecesine.

Yusuf’lar gidiyor kimin umurunda?

Yusuf’lar gitmiş, dertleri, veballeri kimlerin omuzlarında?

At sırtında, yalınayak, başı çıplak gelerek inşa etmiştik bu şehirleri. Bu binaları dikerken de, ne de güzel idealler üzerine yükseltmiştik duvarlarını. Adaletle yönetecek, yaşama hakkına saygıdan ayrılmayacak, yetimin hakkını muhafaza edecek ve asla ayırımcılık yapmadan, birini diğerine ezdirmeden, kula kulluk yaptırmadan yaşayacaktık. 

Şimdi herkes birbirine muhtaç ve o yüksek binalarda kendilerinden daha yüksek kibir abideleri yükselmekte.

Kadıların da, âlimlerin de gözleri sultanda. 

Sultan…

Sultan biliyordur mutlaka Yusuf’un yerini, akıbetini. Yusuf’u bilmeyen sultan olur mu?

Çok uğraştım sultana ulaşmak için. Adamları, bırakın yaklaşmayı uzaktan bile göstermekten korktular koca sultanı. 

Ben sultanı ne yapacaktım ki?

Benim derdim Yusuf’tu. Onu soracaktım ona. Yusuf için her şeyi yapabilirdim. Sarayın etrafında günlerce gezdim, düşündüm, planlar yaptım. Saraya erzak getiren manavın yanına girip karın tokluğuna aylarca çalıştım. Gün geldi manav hastalandı ve bana, “Sen gider misin bugün?” dedi. 

Gitmez miydim? Yusuf için gitmez miydim hiç. Zaten onun için burada değil miydim? Bu anı beklememiş miydim? Gittim, girdim saraya ve uzaktan da olsa gördüm sultanı. Çok uzaktaydı ve bağırdım avazım yettiği kadar. ‘Yusuf’ dedim. Başka ne diyebilir, ne bağıra bilirdim ki? İçimde ne varsa dışıma da o taşmalıydı. Yusuf dedim, Yusuf diye bağırdım ve herkesle birlikte sultan da duydu Yusuf dediğimi. Telaşlanan korumalarına sağ eliyle işaret yapıp susturdu ve yaklaştı bana doğru. Çok yaklaştı ve o zaman gördüm gözlerindeki kırmızılığı. Sanki sultan olmasa, Yusuf’un adını duymakla bir, sarılacak, hatta ağlayacaktı ama durdu. O durunca ben durdum. Beraber durduk, kâinat durdu; etraf, saray, mahiyet, cümle cihan durdu. Sonra dönüp gitti sultan. Lütfettiği bakışlarını, kanlanmış gözlerini, düşüncelerini, endamını, derinliğini önümde bırakarak gitti.  

Zaten hep böyle giderdi sultanlar. Ardındakilere bir sürü sorular, ‘acaba’ lar bırakarak.

Ben almıştım cevabımı ve o gün ayrıldım oradan. Saraydan çıktığım gibi manavın yanından da helalleşerek ayrıldım. Manav bilge kişiydi. “Bizim taşıdıklarımız hep görünür, taşınır, tüketilir şeylerdir ama belli ki sen zoru seçmişsin. Tüketilmeyene talip olmuşsun. Yolun açık olsun” diyerek uğurladı beni. 

Ve Yusuf benden sonra da tüketilmedi. Bulunmadı ki tüketilebilsin. Onun hikâyeleri anlatıldı dilden dile. Güzelliği resmedildi panolara ve aşklar onun aşkıyla kıyas edilmeye çalışıldı. Yeni doğan güzel çocuklara Yusuf adları verildi. Sokaklarda, evlerde, her yerde Yusuf adları dolaştı ama Yusuf; gerçek Yusuf, Yusuf isminin aslı bir daha hiç görünmedi. 

Koskoca sultanın bile onun adını duyunca gözlerinin dolduğunu kimseler görmedi ve ben de söylemedim kimselere. 

Yusuf’ suz bir ömür, Yusuf’ suz bir Kenan iliymiş kısmetimize düşen. Yusuf’ suz bir kadermiş kaderimiz. Bu yüzdendir kalabalıklara uzak duruşumuz. Bu yüzdendir kalabalıklar içinde yalnız kalışımız, sessizliğimiz.

Siz yine de sessiz kalışımıza bakıp da içinizi karartmayın! Yusuf’tan bahsedin ve olur da ondan bir iz, bir hatıra, yalan bir rivayet de olsa esirgemeyin bizden olur mu?

Kim bilir belki…

 

                                                                                                                           Erdal ÇİL