Selim Gürbüzer


OKLAHOMA BOMBANIN HATIRLATTIĞI PROVA

Gün olmuyor ki insanoğlu sabahın ilk ışıklarında uyandığında tüm dünya dengelerini altüst edecek olaylarla karşılaşmasın.


         Gün olmuyor ki insanoğlu sabahın ilk ışıklarında uyandığında tüm dünya dengelerini altüst edecek olaylarla karşılaşmasın. Belli ki üst akıl boş durmuyor, dünyanın neresinde ne var ne yok habire kendi çıkarları doğrultusunda kontrol etmek için varlar. Sadece kontrol etmekle kalsalar belki bu kadar dert edinmeyiz. Kontrol etmenin ötesinde İngiliz-Amerikan entrikasının devam ediyor olması, yetmedi bir ara komşu Yunanistan ile Ermenistan’ın sergilediği oyunbozanlığı ve Acem hilebazlığı, dünden bugüne hiç boş durmayan CIA ve MOSSAD düzenbazlığıyla İslâm âlemi vurulmaya çalışılıyor hep. İşte tüm bu kontrollü ayar verme denemelerinden sonra geldiğimiz noktada sanki bir mahşerin arifesindeyiz gibi, baksanıza tüm karanlık aktörler tarihten bugüne her türden senaryolarla hayatımızı karartmaktan hiç geri durmuyorlar. Öyle ya, mademki dünden bugüne derin güçler tarafından bir türlü ayar verme senaryoların sonu gelmiyor, o halde bilcümle şer güçlerin İslâm dünyası üzerinde uyguladıkları tüm planlarını boşa çıkartacak ya da tüm heveslerini kursaklarında bırakacak stratejiler ortaya koymamız şart gözüküyor. Çünkü şimdiye kadar oynanan şeytani planlar irdelediğimizde tüm mazlum milletlerin içini kanatan manzaraların varlığı söz konusudur, bu yüzden oyunlarını bozmamız için oyun içinde oyun kurmamız icab eder, bunu yapmaya mecburuz da.

         Bakınız Wichita Eyalet Üniversitesi’nde siyaset bölümü profesörü James McKinney Oklahoma City’deki bomba hadisesi vuku bulduğunda bakın ne diyor; “Bombalama hadisesini sabah duyduğumda odamda genç bir Filistinli öğrenci bulunmaktaydı. Şöyle içimden geçirdim: Burada bu olayla hiç bir şekilde ilgisi olmayan biri oturuyor, ama onun hayatı büyük ihtimalle bundan sonra değişecektir.”  Evet, bu yerinde bir tespittir. Dahası son derece manidar tespit, çünkü kendisi aynı zamanda terörizm konusunda uzman bir kişidir. Zikrettiği ifadelerden anlaşılan o ki, aynı odada bulunduğu Filistinlinin ruh halini sanki kendi vicdan aynasında görerek dile getirmiş durumda. Hiç kuşkusuz aynada gördüğü bu acı dram sadece bir kişiyle sınırlı tutulamaz,  dünyanın hemen her yerinde Müslümanların iç dünyasını yansıtan acılı dramın aynasıdır bu. 

         Evet, aynalar asla yalan söylemez. Vicdan aynasına bakıldığında hemen her vuku bulan hadisenin faturasının Müslümanlara çıkarıldığını görmek pekâlâ mümkün. Zaten Bediüzzaman Said Nursi yıllar öncesinden 'mazlumların zalim, zalimlerin mazlum' addedildiği bu acılı dramatik aynayı gördüğü içindir “Zalimler için yaşasın cehennem” demekten kendini alamamıştır. Kaldı ki; Bediüzzaman'ın kendisi de sıkı takip altına alınmış son devrin din mazlumlarındandır. Zaten dünyanın neresinde mazlumların umut sesi olacak her kim varsa zinde güçler ve onun maşaları tarafından tehdit kapsamında görülüp hemen takibe alınması kaçınılmazdır.  Bu nedenledir ki din mazlumlarını itibarsızlaştırmak adına her türlü provokatif hadise çıkarmak en bildikleri iş olarak karşımıza çıkmakta. Nasıl mı?

   İşte, tarihler 19 Nisan 1995’i gösterdiğinde Oklahoma City’de patlama gerçekleştirilmiş olup ABD’nin 1920 yılından bu yana karşılaştığı en kanlı saldırı olarak kayıtlara geçmesi bunun en bariz örneğini göstermekle elbet. Malumunuz bu olayda kullanılan altı yüz kilo ağırlığında ki bombayla Oklahoma hükümet binasını hedef alındığında aralarında 3 ila 4 yaşlarındaki çocuklarında bulunduğu katliamın sorumluluğunu alelacele Müslümanlar üzerine yıkma çabasına girmişlerdir. Tabii bu tip hedef şaşırtıcı stratejik hamlelere yabancı değiliz,  çünkü aynı manipülasyonu 1993’te meydana gelen Dünya Ticaret Merkezi olayında da görmüştük. O yıllarda daha olay vuku bulur bulmaz iç ve dış basın koro halde 'İslami Fundamentalisti' yaftasıyla meseleyi manipüle edip adeta dört koldan Müslüman avına seferber olmuşlardırlar. Zaten objektif haber yapsalar şaşardık,  dedik ya hedef şaşırtıcı manevra yapmak onların en bildikleri iştir. Eeeh adamlar ne yapsınlar,  Sovyet Rusyada komünizmin çökmesiyle birlikte kendilerini bir anda boşlukta buldular, bir şekilde kendilerinin oyalanacakları bir oyuncağa ihtiyaçları vardı ki hemen kendilerine oyuncak olarak bu kez İslâm’ı hedef tahtasına oturtarak oynamaya başlarlar. Ama oynayacakları bu oyunda hesap edemedikleri bir şey vardı ki;  İslam beşeri bir sistem değil,  vahiy olmasıdır. Dolayısıyla vahiyle oyun oynanmaya gelmez, çünkü dinin sahibi Yüce Allah (c.c),  hiç şüphe yoktur ki koruyacak olan da O’dur. Üstelik bu hususta Yüce Allah’ın vaadi var; Nur’umu tamamlayağım diye. Kaldı ki değil bir Oklahoma bombası, bin Oklahoma bomba türü bubi tuzak türünden oyunları da kursalar Yüce Allah’ın nurunu hiç bir zinde güç söndürmeye güç yetiremeyecektir, bu böyle biline.   

   Evet, Oklahoma City’deki bomba hadisesi patlak verir vermez bu kanlı olay daha enine boyuna masaya yatırılıp araştırılmadan hemen alelacele vurun kahpeye dercesine Müslümanları potansiyel suçlu gösterme yoluna gidilmiştir. Yani daha ilk baştan İslâm’ı karalama provası kendini ele vermiştir. Öyle ki bu hedef saptırıcı suçlamalara muhatap kılınan Filistin halkı liderlerinden Said Ebu Musameh:  “İslâmi hareket olarak bu tür eylemleri asla kabul etmiyoruz. İslâmi hareketin sınırları ancak Filistin içinde İsrail işgal güçlerine karşıdır” deme ihtiyacını duyduğu gibi ayrıca net tavrını şöyle ortaya koymuştur: “Şu iyi bilinsin ki, ne Amerikan halkıyla, ne de dünyadaki diğer insanlarla bizim aramızda düşmanlık yoktur.”  Böylece Gazze’de yaptığı bu beyanıyla bombalama hadisesinin Hamas ve İslami cihadla yakından uzaktan hiçbir alakası olmadığını ortaya koymuştur.

  Hiç kuşkusuz cadı avı kovalamasında Hamas yalnız değildir, buna  ‘Nation Of İslâm’da dâhildir elbet. Her ne kadar Amerikan medyası ‘Nation Of İslâm’ mensuplarını doğrudan suçlamasa da   “İslâmi Fundamentalist ”  yaftasıyla hedef gösterilir hep.  Böylece Amerika’da yaşayan Müslümanlar bu olayın yansıtılış şekline içten içe öfke duymaktalar. Nasıl öfke duymasınlar ki, bu tür yaftalamalar çoğaldıkça Amerikalı gazeteci Suzanne Stelly en nihayet ağzından baklayı çıkarıp; “Olay, ya İran  ya da Chikago merkezli Amerikan grup ‘Nation Of İslâm’  tarafından gerçekleştirildi”  bir üslupla “Nation Of İslâm” mensuplarını hedef göstermiştir. Ki, hedef gösterdiği “Nation Of İslâm” mensupları sıradan bir teşkilat üyeleri değildir. Zira bu teşkilatın temellerini Elijah Muhammed atıp akabinde Malcolm X'in şahsında bütünleşen bir hareket olarak adından söz ettirmiştir. 

  Malumunuz Malcolm X denince;  hayatının ilk dönemlerinde yaralama, uyuşturucu her ne suç unsurunu kendisinde ararsan var diyebileceğimiz bir kişilik olarak akla gelirken sonrasında ise kendini hakikat yoluna adamış adam gibi adam diyebileceğimiz bir lider olarak akla gelir. Öyle ki karıştığı bir suçtan dolayı düştüğü hapishanede 'Nation Of İslâm'  teşkilatı üyeleriyle yolu çakıştığında hayata bakış açısı değişecektir. Artık bu noktadan sonra mapushane onun için bir Yusufiye medresesi olur bile. Derken on yıllık bir Yusufiye çilesini tamamlayıp dışarı çıktığında Elijah Muhammed’den sonra bu hareketin bayrağını Malcolm X üstlenecektir. İyi ki de üstlenmiş, bu sayede onun kitleler üzerinde çok büyük tesir eden o müthiş ateşli konuşmaları bu harekâtın en dikkat çeken gözde lideri olmaya ve onun liderliğinde ki 'Nation Of İslâm' aksiyoner bir hareket olarak damgasını vurmaya ziyadesiyle yetecektir.  Ama ne var ki her sivil toplum teşkilatında olduğu gibi bu harekâtında içerisinde görüş ayrılıkları nüksettiğinde yol ayrımına girilecektir.  Tabii burada bizim açımızdan yol ayrımından ziyade bu yol ayrımından doğan her iki ekolünde ehlisünnet çizgisini benimsemiş olması ve hiçbir terör eylemlerine bulaşmış olmaması çok önem arz etmektedir,  diğer hususlar sadece teferruattan ibarettir. Sonuçta Malcolm X'in şahadetiyle birlikte bu harekât Elijah Muhammed’in oğlu Warith Dean Muhammed üstlenecektir. O’da tıpkı Malcolm X’in yolunu yol bilip bir konferansta üstlendiği harekâtın misyonunu şöyle dile getirir: “Kesinlikle terörist hiç bir faaliyete katılmayacağız, biz ehlisünnetiz. Günümüzde asl olan insanların imanının kurtulmasına vesile olmaktır. Önemli olan, gençlerin ve çocukların iyi bir dini eğitime ve modern ilme sahip olmalarıdır.” İşte bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere Müslümanların geleceği radikalizmde değil, ilim ve tefekkürde olduğu net bir şekilde görülebiliyor. Her ne kadar karanlık zinde güçler bu gerçeği görmezden gelip İslam’ı şiddet ve terörizmle özdeş göstermeye çalışsalar da bize düşen hiçbir kınayanın kınamasına aldırmaksızın sosyal, siyasi ve ekonomik tüm alanlarda kendi gücümüzden söz ettirmek olmalıdır. Bu yüzden kendini mücahid sanan gözü dönmüş bir avuç çapulcu örgütlerin saçtığı ne korku salan sloganları, ne de çığırtkan naraları bizi bağlar. Aklı başında her müslüman şunu çok iyi bilir ki; İslam’ın kitleler tarafından kabulü kin, intikam, şiddet ve öfkeyle tesis edilemez, gönüller ancak aşkla, sevgiyle fethedilebilir. Hem terörden kim ne fayda bulmuş ki, İslam dünyası da fayda bulmuş olsun. 

       Evet, cihad ve terör asla bir araya gelemeyecek iki zıt kavramlar olduğu apaçık ortada. Hal böyle iken bilhassa batı medyası Oklahoma bomba olayının kritiğini yaptıklarında meseleye ön yargıyla yaklaştıkları, art niyetle ele aldıkları gözden kaçmaz da. Tabii ki aralarında vicdanının sesine kulak verip sağduyuyla yaklaşım sergileyenlerde çıkar. Nitekim James McKenney ve Dennis Kubby vicdanın sesine kulak veren aydınlardan.  Ve New Yorklu avukat Dennis Kubby vicdanının sesine kulak verip; “Ortadoğu terörist örgütleri spekülasyonunu duyduğumda şaşırmadım. Benim de siyah saçım ve sakalım var. Ancak ben bir Yahudi’yim” demekten kendini alamayacaktır.. Böylece Kubbey,  kamuoyuna yansıtılan 'siyah saç', 'sakal'  yaftalamasının arka planında yatan ard niyeti sezip olayın faturasını Müslümanlara yamama aceleciliğinin varlığına dikkat çeker. Tabii bu vesileyle bizim ülkemizde de ara ara şahit olduğumuz pek çok olaylardan,  mesela Uğur Mumcu cinayetinin Türk medyasında tıpkı Oklahoma bomba hadisesinde yansıtılış biçimine benzer tabloyu hatırlamış olduk. Keza Muammer Aksoy, Bahriye Üçok cinayetleri de öyledir. Her neyse, ister adına Oklahoma bombası densin, isterse Karanfil sokak bombası hiç farketmez, sonuçta servis edilen her tür prova Müslümanların başına patlayabiliyor. Eeeh adamlar ne yapsınlar, ufuksuzluğa alışmışlar, bilgi dağarcıklarında insanlığa sunacak birşeyleri olmayınca bu tip peşin fatura kesmelerden geçimlerini temin etmek zorundalar. Onlardan da başka bir şey beklenmez,  çünkü cibilliyetleri buna çok elverişlidir zaten. Onlar oldubitti kandan beslenmeye alışmış güruhturlar, isteselerde bu illetten kurtulamazlar. Baksanıza Uğur Mumcu cinayetinin akabinde tirajı en fazla artan gazete Cumhuriyet Gazetesi olmuştur. Tirajı artmasına artsın bundan gocunmayız,  ama bu nasıl tiraj artışı ise bir bakıyorsun Ceyhan Mumcu ve eşi Güldal Mumcu’nun kamuoyuna cinayetin arkasındaki derin güçlerin varlığına dikkat çeken açıklamaları gazetenin sütunlarında hiç yer almaz da. Yine bu nasıl gazetecilikse kendi yazarını katledenlerin açığa çıkmasından tir tir titreyip okuyucusunu da aydınlatmazlar. Oysa gerçek gazetecilikte bir olay vuku bulduğunda önce o olayın en ince detayına kadar inip sonrasında sütununa taşımak vardır. İcabında bu da yetmez olayların arka planında yatan uluslararası güç bağlantılarını da ortaya çıkaracak haberlere imza atmakta vardır. Eğer ne şiş yansın ne kebap yansın denecekse bu kafayla asla kamuoyu aydınlatılamaz.  Yok, eğer zinde güçlerin işine yarayacak yalan dolan haber yaparak piyonluk rütbeleri bir üst payeye yükseleceğini sanıyorlarsa, bu boşa avuntudur. Bilakis ölene dek mankurt halde yaşamaya kendilerini mahkûm etmiş olacaklardır. 

       Onlar mankurt halde ömür tükete dursunlar bu arada mazlum ülkelerin halklarının da uyanık olmak mecburiyeti vardır.  Hele bunca yaşanmışlıklardan sonra asla gaflet, delalet ve uykuya dalma lüksümüz olamaz. Çünkü gaflet uykusuna dalmış ülkeleri ekonomik, sosyal, kültürel vs. yönden avlayıp sarsmak çok daha kolay olabiliyor. Kaldı ki bir değil, iki değil birdizi bombalar patlatılarak çoluk çocuk, yaşlı genç demeden canlar kıyılıp oluk oluk kanlar akıtıldığını görüpte halen uyanık olamama hali denen akıl tutulması yaşıyorsak vay halimize. Dolayısıyla tüm mazlum ülke halklarının her halükarda uyanık olmaları şarttır.  Unutmayalım ki “Su uyur düşman uyumaz”  atasözü aynı zamanda tüm mazlum milletleri kapsayan bir öğüttür.   Uyanık olduğumuzda biliniz ki tüm şer odaklarının planları altüst olacağı muhakkak. Bakınız her on yılda bir darbeye maruz kalmamız gaflet uykusuna dalmışlığımızın bir neticesidir. Neyse ki Necip Milletimiz tarihler 15 Temmuz 2016 gecesini gösterdiğinde bu kez ezber bozan bir uyanışla FETÖ (Fetullahçı Terör Örgütü-Paralel İhanet Çetesi) darbe girişimini akamete uğratıp tüm derin güçlerin tüm planlarının bozabilmiştir. Anlaşılan o ki;   bir ülke topyekûn uyanıksa ne ala, uyanık değilse vay haline,  milli uyanıştan mahrum kalındığı sürece nice ocakların söndürüleceği, nice şehirlerin bombardımana tabii tutulup nice canların kıyılacağı kaçınılmazdır. 

       Peki, iyi hoşta gafletten nasıl kurtulmak nasıl olacak?  Hiç kuşkusuz etrafımızda olan biteni derinlemesine kritik edebilecek bilgi düzeyine erişmek ve derinlemesine öğrenmekle elbet. Mesela bir insan en basitinden 3N1K kuralı bilgisinden yoksunsa Oklahoma City’deki bomba olayı ile alakalı kara propagandalara kanması ve gaflet uykusundan ayılamaması gayet tabiidir. Her kim olursa olsun haberleşme bilgisinin en temel kuralı 3N1K bilinciyle hareket edilmeli ki gaflet uykusundan uyanılabilsin. Zira  “Niçin, Nasıl, Nerede, Ne zaman, Kim”  sorularıyla birçok sis perdeleri ortadan kalkabiliyor.  Hadi diyelim ki vatandaş 3N1K kuralını bilmeyebilir,  peki ya şu kendini entel olarak lanse edipte haberciliğin besmelesi sayılan 3N1K kuralını çiğneyip kendi düşünce dünyasına göre haber yapan ve kendi kafasına göre yorumda bulunanlara ne demeli. Bakınız Hazhir Teimourian, Oklahoma bombası patlak verdiğinde ne diyor; 

       -“Oklahoma’da meydana gelen hadisenin tamamen İslâmi fundamentalistler tarafından gerçekleştirdiğine inanıyorum. Sadece Amerika’nın değil, Batı Avrupa devletlerinin de bu ve benzeri İslâmi terörist faaliyetlere karşı önlem almamız gerekiyor.” 

         İşte bu ifadelerden de görüyorsunuz ya,  sözde entel bu adam için 3N1K kuralı hak getire, sanki kendisi terör uzmanımmışçasına, tamamen kafasında İslâm düşmanlığı üzerine kurguladığı dogma yorumlamayla basbayağı algı operasyonu yapmakta.  Oysaki onun uzmanlığı sadece kendi kin ve nefretini ortaya dökmek için vardır.  Elbette ki Hazhir Teimourian ve Suzanne Steely gibi uzmanlar zekâ özürlü insanlar değillerdir, ancak zekâları İslam düşmanlığı üzere efsunlandıklarından her an zıvanadan çıktıkları da bilinen bir gerçekliktir. Hani zırva tevil götürmez derler ya, aynen öyle de akıl firar ettiğinde bir anda karaya oturabiliyor. Zaten bir insan aklını karaya oturttuğunda olayların arka planında yatan sebep netice ilişkisini daha irdelemeden ya zekâsını yanılmaz addettiği kahramanlaştırdığı bir Mesih’e ya da bir lidere kiralayabiliyor. Oysa Mesih sandığı insan CIA'nın, Vatikan'ın ve derin güçlerin piyonlarından başkası değildir. Oynanan her bir senaryo İslam’a balta vurmak için dünya kamuoyuna servis edilse de neticede hiçbir algı operasyonu güneş balçıkla sıvanamaz gerçeğini değiştiremeyecektir. 

         Peki ya şu kendi içimizde besleyip büyüttüğümüz yerli işbirlikçi sözde aydınlara ne demeli. Hiç kuşkusuz onlar için fitne mümessili mankurtlaşmış hain kalemşorlar demek daha uygun düşer. Nitekim bu tanımlamaya uygun aklını Pensilvanya’ya kiralamış Emre Uslu, Ekrem Dumanlı gibi kalemşorlar bunun en çarpıcı örneklerini temsil eder. Kınlarında durmayıp şu cennet vatanımızda fitne çıkardılar da ne oldu, sonuçta soluğu yurtdışında aldılar ya,  işte bu kaçış onlar için hain damgası yemesine ziyadesiyle yetmiştir zaten.    Hem nasıl yeterli gerekçe teşkil etmesin ki, Müberra Dinimiz; ‘Fitne katilden beter’ diye ferman buyurmakta. Dinimiz ferman buyurur da şehit kanlarıyla sulanmış bu toprakların gerçek vatan evlatları,  aklını Pensilvanya’ya kiralamış paralel ihanet çetesi kalemşorların asker kılığına girmiş militanlarına, bilgi teknolojilere hâkim kaset şantajcılarına, telekomünikasyon fişleyicilerine, sınav sorularını araklayıp devletin tüm kılcal damarlarına sızanların ektikleri fitne tohumlarına nereye kadar tahammül gösterebilirdi ki. Zaten tahammül sınırları zorlanıp aşıldığında 15 Temmuz gecesinde darbe girişiminde bulunan hainlere karşı ihanetin bedelini Necip milletimiz çıplak elleriyle tankların altına yatarak ödetmiştir. Hakeza Ömer Halisdemir’in şehit olma pahasına milletin şahsında kendine emir veren asker kılığına girmiş Tuğgeneral Semih Terzi’yi alnından vurarak fitneyi bertaraf etmesini bilmiştir. Besbelli ki fitne fücur içerisinde bulunan hainler, Horasan erenlerinin, Mevlana'nın, Yunus’un bu topraklarda mayaladığı birlik ruhu ve bu ruhtan beslenen insanların ansızın karşılarına çıkacaklarını hesap edememişlerdir. Zaten o birlik tutkusu, o ruh var oldukça ayrlıkçı fitne odaklarının bu topraklarda uzun süre tutunmaları çok zordur. 

           Evet, onlar fitne çıkarmak için varlar, bizlerde diriliş ruhu için varız. Bakın, fitne öyle bir bulaşıcı illet bir hastalıktır ki,  bir bakıyorsun Uğur Mumcu hadisesinin sıcaklığı daha soğumadan bir ikinci Jak Kamhi fitne olayı vuku bulabiliyor. Yetmedi bu fitneyi alevlendirme maksadıyla Arap harfleri yazılı lav silahlarının yanı sıra birde bu role uygun sakallı bir kaç kişinin ekranlara taşındığı gözlerden kaçmaz da. Meğer dert dava Uğur Mumcu ya da Jak Kamhi filan değilmiş amaç halkı galeyana getirip ülkeyi laik-anti laik ekseninde kutuplaştıracak fitne ateşi çıkarmakmış. Yani cibilliyetlerinin gereği kendilerine yakışanı yapmakmış tüm dert davaları. Madem öyle bize düşen her türlü fitne hareketleri karşısında soğukkanlılığımızı yitirmeksizin iç ve dış zinde dinamiklerin oyununu bozmak olmalıdır. Dolayısıyla Oklahoma bombası bizim için bir hayal kırıklığı yaratan bir olay sayılmaz, bizim açımızdan asıl hayal kırıklığına yol açan hadise bu memlekette kırk yılı aşkın bir süredir bizden görünüp de:

      -Bizi bize ait zırhlı tanklarımızla ezip çiğnemek, 

      -Bizi bize ait F-16 uçaklarla tepeden vurmak, 

      -Bizi bize ait silahlarla vurmak,

      -Bizi bize ait helikopterlerle tepeden mermi yağdırarak haince arkadan vurmaya kalkışmalarıdır. En nihayetinde FETÖ darbe girişimiyle şunu çok iyi anladık ki, bize bizden başka gayri dost yoktur. Bu yüzden darbe girişimi sonrası NATO, AB,  ABD, ne şunun ne bunun hiçte bir başkasının yanımızda yer almamasına şaşırmadık. Allah’a şükürler olsun ki bizim mayamız onlar gibi değil. Nitekim temiz ve pak mayamızla bir bakıyorsun Amerika’da,  İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da herhangi bir terör hadisesi yaşandığında insani yönümüzle şiddetle kınamayı ihmal etmeyiz de. Besbelli ki herkes kendine yakışan tavrı ortaya koymakta, onlar kendilerini demokrat diye tanımlaya dursunlar, biz kendimize yakışan tavrımızla hiçbir insanın, hiçbir ülkenin diline, ırkına, dinine ve kimliğine öteki gözüyle bakmaksızın mağduriyete uğradığında hak hukukunu savunmak için varız.  Maalesef derin güçler herhangi bir olay patladığında bırakın kınamayı hemen sırra kadem basmaktalar. Onlar sırra kadem basa dursunlar,  biz konunun bağlamından kopmadan tekrar Oklahoma bombası konusuna döndüğümüzde tarihe geçen şu provokatör hadiselerin yaşandığını görürüz:

         Malumunuz Oklahoma City, dört yüz bin nüfuslu yoğunlukta bir yerleşim merkezi, aynı zamanda Amerikan tarihinde belki de bu denli hiçbir şehirde görülmemiş bir şekilde şiddetli patlamaya maruz kalmış şehrin adıdır burası. Bilhassa zenci ve diğer ırkların az olduğu,   anarşizmin pek kol gezmediği kendi halinde bir mekândır. İşte etnik ayrılığın yok denecek derecede böylesi bir şehirde 600 kiloluk bombanın patlatılması neyin nesiydi doğrusu şaşmamak elde değildir. Hem kaldı ki bu olayın faturası hemen alelacele Müslümanların üzerine neden yıkılmak istenir ki? Peki ya şu İngiliz paralarıyla beslenen kalemşorların; “Şüpheliler artık Ortadoğu kökenli siyah saçlı ve sakallı idi” manşetlerini ikide bir sütunlarına taşımalarına ne demeli?  Tabii bu tür sorular onların canını sıkan sorular,  olsun çokta önemi yok, sonuçta zinde güçleri rahatsız ediyoruz ya,  bu da bizim için bir kazanç olmaya yeter artar da? 

          Dedik ya her olayın ardından tüm dünya Müslümanlarını zan atında bırakacak hamlelerde bulunmak onların huyudur zaten.  Onlar bizi kaale almasalar da en azından onların aklını kurcalayacak sorularla pekâlâ rahatsızlık verebiliriz. Bıkmadan usanmadan soru bombardımana tutalım ki olur ya her sualden rahatsızlık duydukça utanıp belki Müslümanları karalamaktan vaz geçerler. İşte Maho El-Genaldi yapılan tüm tezvirat ve karalamalar karşısında San Francisco İslâmic Networks Grubu koordinatörü olarak şöyle der; “Basın, kendilerinin Müslüman olduğunu iddia eden terörist ve aşırı gruplara alelacele İslâm sıfatı ekliyorlar. Oysa dinimiz masum insanların öldürülmesine karşıdır. Ama aynı basın geçen yıl 29 Filistinliyi camide öldüren Baruch Goldstein adlı Yahudi’yi  'Yahudi terörist' veya David Koresh’i 'Hıristiyan Radikal' olarak anmak istemez..”  Evet, bu müthiş kıyastan da anlaşılan o ki, Müslümanlara karşı uygulanan çifte standart uygulamalar karşısında “Ey zinde güçler!  Şiddet hareketlerinin arkasında Yahudi parmağı çıktığında hemen sırra kadem basarken,  sıcağı sıcağına daha kimin yaptığı belli olmayan faili meçhul olaylarda hemen müslüman avcılığına çıkmanız nedendir” diye haykırıp sorgulamamız gerekir. Sorgulayalım ki boncuk boncuk ter döksünler. Bizim hal ve ahvalimizi ancak bizden olan anlar. Nitekim Virginia Üniversitesi din profesörü Abdülaziz Sachedina olay vuku bulduğunda duygularımıza şöyle tercüman olur; “Pek çok masum insan, asla düşünmedikleri bir şey için suçlanacak, Kuzey Amerika’daki genel eğilim, tanıma zahmetine katlanmadığımız Müslümanların Amerikan toplumuyla bağdaşma yollarını bulacağına inanıyorum. Müslümanlar Amerika’yı kendi evleri gibi görüyor. Diğerleri gibi Müslümanlarda Oklahoma benzeri hadiseleri duyduğunda şok oluyorlar. Ne olursa olsun, burası bizim evimiz. Biz de diğerleri gibi üzüntü içerisindeyiz.”  

       Tabii yukarıda aktardığımız o müthiş veciz sözler bize bir başka duygu tercümanımız Bediüzzaman Said Nursi’nin  “Avrupa Osmanlı’ya gebe, Osmanlı Avrupa’ya gebe” ifadelerini hatırlatır da.  Şu bir gerçek Oklahoma’da patlayan bomba çok övündükleri Amerikan Yurttaşlık Bildirisine de gölge düşürmekte. Yurttaşlık Bildirisi hak getire.  Hem kaldı ki dünyada tam mükemmel bir demokrasinin uygulandığı bir ülkede yok zaten, olsa da kendilerine var, kendi dışındakiler için canı cehenneme demokrasi söz konusudur. Neyse ki demokrat kılıfı giydirilmiş vahşi kapitalizm pek çok ülkede artık can çekişiyor. Hani komünizm çökmez deniliyordu ya, ancak bir bakıyorsun ayakta kalabilmek için 70 yıl dayanabildi, hiç kuşkusuz komünizmin başına gelen vahşi kapitalizmin başına da gelecektir, bu kaçınılmaz bir akıbettir.  Bakınız, İbn-i Haldun’un asırlar öncesinde şu gerçeği şöyle dile getirmiştir; “Yükselişinin doruk noktasına gelmiş olan medeniyetler aynı zamanda çöküşlerinin de başındadır.” Evet, bu müthiş tespitten de anlaşılan o ki;  tüm medeniyetlerin bir yükselişi varsa zevali de var demektir. Nasıl mı? İşte Roma imparatorluğundan sonra dünyanın en uzun ömürlü cihan devlet Osmanlı bile kendini ‘Devlet-i Ebed-Müddet’ ülküsüne adadığı halde bu alın yazısından sıyrılamamıştır. Şimdi aynı alın yazısı vahşi kapitalizm içinde geçerli, hiç bu işin kaçışı yok, boşuna yırtınmasınlar. Şunu iyi bilsinler ki; her yükselişin tavan yaptığı nokta aynı zamanda düşüş noktasıdır.  Ve bu düşüş noktasından sonra çöküş zuhur eder ki bir başka medeniyet doğa gelir de. Dileriz ki yerine gelecek olan insanlığa ruh katıp merhamet iklimi oluşturacak bir medeniyet doğa gelsin.  Zaten Bosna,   Çeçenistan, Irak, Suriye ve Filistin’de yaşanan acı trajediler sanki yeniden bir doğum muştusu gibi.   Her ne kadar bu doğum muştusunda kan gözyaşı gibi manzaralar eksik olmasa da, bu acı tablo bir anlamda vahşi kapitalizmin sonunun geldiğinin işaret taşlarıdır.  Nitekim Alexis de Tocqueville; “Rejimler güçlü oldukları zaman değil, bilakis kendisini zayıf hissettikleri zaman daha çok baskı yapar” demekle bir gerçeğe işaret edip parmak basmış oldu da.  Dikkat edin vahşi kapitalizm iflasın eşiğine geldikçe neredeyse dünyanın dört bucağında kitlesel eylem ve baskıların artış kaydettiği gözden kaçmaz. Artık vahşi kapitalizm son kozlarını oynuyor diyebiliriz pekâlâ. 

      Bakmayın siz öyle kapitalistlerin demokrat görünmelerine,  kazın ayağı hiçte öyle değil,   dedik ya demokrasi sadece kendileri için vardır,   kendi dışındakiler için canı cehenneme denen bir düzen layık görülür hep. İşte bu yüzdendir ki kapitalizm ile demokrasi asla birbirine özleştirilemez. Çünkü vahşi kapitalizm, demokrasinin içini linç edip tüm dünyada kan kusmakta. Asıl demokratik zihniyet bizim ruh iklimimizde mevcut. Nasıl mı? İşte UNESCO’nun; “çok sesli tek bir dünya” ilkesini asırlar öncesinde gerçekleştiren Osmanlı bunun en bariz delili zaten. İşte görüyorsunuz Osmanlı gitti gideli Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar kan revan içinde, her taraf perişan halde.  Artık gelinen noktada,   şefkat ve merhameti mumla arar olduk. 

       Velhasıl-ı kelam; Kurtuluş vahşette değil, Îlây-ı Kelîmetullah için Nizam-ı âlem ülküsünde gizli. 

        Vesselam.