Selim Gürbüzer


RÜZGÂR EKEN FIRTINA BİÇER

Malum tarihi süreç içerisinde dönem dönem sancısını yaşadığımız Yeniçeri türü kazan kaldırma girişimleri maalesef Cumhuriyetimizin birinci yüzyılında da hız kesmeden yoluna devam edebilmiştir.


         Ülkemiz genellikle her on yılda bir darbe ve darbe girişimlerine maruz kalabiliyor. Nasıl ki Osmanlının son dönemlerinde darbe heveslileri için  “Hürriyet elden gidiyor” sloganı darbe yapmaya elverişli bir kılıf olarak kullanılmışsa, aynen öyle de 28 Şubatta olduğu gibi  “Laiklik elden gidiyor’’ sloganı da postmodern darbe için elverişli bir kılıf olarak kullanılmıştır. Her ne kadar darbe öncesi servis edilen sloganlar dönem dönem birbirinden farklılık arz etse de sonuçta her bir sloganın kılıf olarak kullanılması darbe heveslilerinin ortak özelliğidir zaten.  Peki, darbe heveslileri kullandıkları sloganlarla 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 15 Temmuz gibi darbe girişimlerinde bulunmakla nesiller boyu yâd edilecekler mi, tam aksine bu dünyadan çekip gittiklerinde darbeci etiketiyle lanetleneceklerdir.  

         Malum tarihi süreç içerisinde dönem dönem sancısını yaşadığımız Yeniçeri türü kazan kaldırma girişimleri maalesef Cumhuriyetimizin birinci yüzyılında da hız kesmeden yoluna devam edebilmiştir. Böylece dönem dönem depreşen bu içi boş sloganlarla ülkemizin geleceği kesintiye uğratılmıştır. Karanlık güçler kirli emellerinden vazgeçmemekte ısrar ede dursunlar,  şu bir gerçek her kim ki 'Rüzgâr eker, er geç fırtına biçeceği' muhakkak. Şöyle geriye dönüp tarihin sayfalarına bir göz attığımızda Yeniçeri Ocağı kuruluşunda Devlet-i Aliyye’nin hizmetinde nefer ocağı olarak adından söz ettirdiği görülecektir. Ta ki, kuruluş mayasından uzaklaşır hale gelir, bu kez tam aksine Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’ye karşı kazan kaldıran ocak olarak karşımıza çıkar. Tabii bu durumda Yeniçeriliğin kışkırtıcı rol üstlenmesine göz yumulamazdı, ister istemez bu Ocağın 1876 tarih itibariyle kaldırılması şart hale gelip kaldırılır da. Böylece Yeniçeri Ocağı ektiğini biçmiş olur. Fakat Yeniçeri hadisesinde gözden kaçan bir husus vardı ki, o da tarihin ileri ki evrelerinde pek çok başkaldırma ve isyan hareketlerine kötü örnek teşkil ediyor olması hususudur. Belki de Yeniçeri Ocağının ileriye dönük için kötü örnek olarak alınmaması için topyekûn imha edilmesi yerine ıslahı cihetine gidilseydi bugüne dek her türden isyan ve başkaldırış hareketlerinin nüksetmesine meydan verilmemiş olacaktı. 

        Malumunuz günümüz Neocon paralel ihanet çetesi başlangıçta tıpkı Yeniçeriliğin kuruluş mayasında olduğu gibi temiz pak bir yapı görünümünde idiler.  Ancak sonradan ortaya çıkan bu göz boyayıcı görünümün altında 40 yıl boyunca hoşgörü ve diyalogdan yanaymışçasına bukalemun taktiklerle devletin kılcal damarlarına sızan bir ihanet örgütü olarak karşımıza çıkıvermişlerdir. Öyle ki hoşgörü seanslarından beddua seanslarına uzanan bir süreç içerisinde 15 Temmuz’a gelindiğinde necip milletimizi havadan ve karadan bombalayan hain örgüt olarak kendini ele vermiştir. İşte bu nedenledir ki günümüzün bu kazan kaldıran FETÖ Yeniçerilerinin mutlaka kökünün kazınması gerekir. Baksanıza adamlarda adanmışlık o kadar ileri seviyelere taşınmış durumda ki hiçbir FETÖ mensubunun şimdiye kadar bu örgüt içerisinde yer almasında en ufak pişmanlık duymuş değiller, bu yüzden tez elden köklerinin kazınması gerekir. Aksi halde ülkemiz bu ‘Sızıntı İhanet Çetesi’yle daha çok zaman kaybına uğrayacaktır. 

       Evet,  gerçekten de tarihte kazan kaldırmasıyla adından söz ettiren Yeniçerilik harekâtı ileriki dönemler içinde kötü örnek teşkil etmiştir. Yeniçeriliğin ardından bıraktığı kazan kaldırma fitne tohumu ileri ki evrelerde I. Meşrutiyet, 31 Mart Vakası, Halâskâran-ı Zabitan (kurtarıcı subaylar) isyanı, Mahmut Şevket Paşa suikastı gibi bir dizi kazan kaldırma hareketlerin oluşumunu tetikleyip Osmanlı Devletinin sonunu getirmeye yetmiştir. Üstelik bu süreç içerisinde nükseden kazan kaldırma girişimleri ‘Şeriat-hürriyet-adalet’ gibi değer ifade eden kavramlar üzerinden yürütülmüştür hep.  Oysa tanımı yapılmamış bu mezkûr kavramlar devleti topluma, toplumu devlete kaynaştırıp bir arada tutan kavramlardı. Ama gün gelir illegal ve legal görünümlü ihanet örgütlerin kılıf olarak kullanacakları kavramlar olarak karşımıza çıkar.  Peki, bu kavramları kirli emellerine kılıf yaptılar da ne oldu, en nihayetinde  'Rüzgâr eken fırtına biçer'  atasözü akıbetlerinin göstergesi olur. Yani ülke dışına kaçmakla akıbetleri zahir olur. Örnek mi? İşte bunlar arasından rüzgâr ekip fırtına biçen cinsten diyebileceğimiz Jön Türk harekâtının akıbeti bunun tipik bir örneğini teşkil eder. Malumunuz Jön Türkler Osmanlıyı çöküş noktasına getirmelerinin bedeli olarak halk tarafından linç edilme endişesine kapılıp soluğu yurt dışında almışlardır. Derken asker millet hasletimiz kullanılarak yapılan pek çok darbe girişimleri çöküşümüzü beraberinde getirmiştir. Ancak şu da var ki; Fuat Keçecizade Paşa'nın “Yıllardır siz dışarıdan, biz de içeriden yıkmaya çalıştığımız halde bir türlü yıkamadık” dediği Osmanlı’nın son üç yüz yıl kalan zaman diliminde bile öyle kolay yutulur lokma olmadığı görülmüştür. Düşünsenize Osmanlı çöküş sürecinde ve hasta yatağında yedi düvel karşısında ancak üç yüz sene direnç gösterebilmiştir. Hakeza 1595–1826 zaman dilimi içerisinde geçirmiş olduğu tüm Yeniçeri usulü kazan kaldırma hareketleri de yine takatinin tükendiği noktada vuku bulmuştur. Hele bünyeye bir mikrop girmeye bir görsün, bir bakmışsın tüm vücudu sardığında sayıları 10'u bulan darbe türü kazan kaldırma hareketlerinin istilasına maruz kalınabiliyor. Her şeye rağmen şöyle düşündüğümüzde Osmanlının son üç yüzyıl ayakta kalabilmesi küçümsenecek az buz bir zaman dilimi değil elbet.       

        Peki, Osmanlı ömrünün son baharında tarih sahnesinden çektirildi de ne oldu, maalesef Yeniçerice kazan kaldırma alışkanlığı bu kez çiçeği burnunda yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletine de sirayet edecektir. Bilindiği üzere Hacı Bayramda dualar eşliğinde Osmanlı bakiyesi üzerine kurulan Genç Türkiye Cumhuriyeti Devletini milletçe büyük bir heyecan coşkusuyla karşılamıştık. Ancak, sonra ki bir takım nahoş gelişmeler bu büyük heyecanımızı silip süpürecektir. Çünkü bir baktık ki, tarihte tıpkı Yeniçeri usulü 'şeriat' adına gerçekleştirilen kazan kaldırma hareketlerinin bir değişik versiyonu olarak bu kez Cumhuriyet döneminde bir başka kılığa bürünerekten karşımıza çıkıverecektir. Malum olduğu üzere   ‘Milli Şef’ döneminde halkla devlet arasında ilişki jandarma dipçiği gölgesinde geçti dersek yeridir.  Öyle ki bu ilişki çerçevesinde yürütülen tek parti diktatörlüğü milleti canından bezdirir hale getirmiştir. Neyse ki dünyada demokratikleşme eğilimlerinin ivme kazanmasıyla birlikte bir şekilde çok partili döneme geçiş yapabilmişiz. Böylece Adnan Menderes’in meydan mitinglerinde seslendirdiği “Yeter artık söz milletindir”  çağrısı çok partili hayata geçişimizin muştusu olur. Nitekim takvimler 1946 yılını gösterdiğinde feraset sahibi necip milletimiz tercihini Demokrat Partiden yana kullanmakla demokratikleşme yolunda yeni bir sayfa açmanın fitilini ateşler. Amma velâkin gel gör ki karanlık güç odakları,  halkın büyük bir teveccühle bağrına bastığı Menderes’e rahat nefes aldırmayacaklardır. Zira İsmet İnönü halkın kendisine vermiş olduğu mesajdan ders alıp köşesine çekilmek yerine askeri tahrik etmeye yönelik rol üstlenip DP iktidarını devirmenin derdine düşmüştür habire. Adı üzerinde Milli Şef, böylesi kafa yapısına sahip bir liderden demokratik tavır beklemek hayal olurdu zaten. Tek parti dönemi boyunca hürriyetten tek bir kelam etmeyen malum karanlık güç odakları çok partili dönemde bir bakıyorsun “Hürriyet isteriz” sloganıyla ortalığı velveleye verip hürriyet havarisi kesilmişlerdir. Hem bu nasıl hürriyetten söz etmekse o süreçte yine bir bakıyorsun fütursuzca Başbakanın yakasına yapışılabiliyor. Öyle ki Menderes’in yakasına yapışıldığında  'Bundan daha iyi hürriyet mi olur'  diye verdiği cevap son derece manidardır. Böylece bu yaşanan hadiseyle birlikte meselenin arka planında asıl niyet açığa çıkar da.  Hele totaliter ülkelerde bırakın liderlerinin yakasına yapışmayı,  sıkıysa bir çift söz söylemeye kalkışılsın hemen adamı kurşuna dizerler de.         

        Anlaşılan o ki; çok partili hayata geçişimiz asla Milli Şef İsmet İnönü’nün kendi isteği doğrultusunda gerçekleşmiş değildir, bilakis dünyada yeni gelişen konjonktürel şartların zorlamasının neticesi bir geçiştir bu. Şayet CHP’nin insafına muhtaç kalsaydık bu necip millete bırakın söz hakkı tanımayı, çok partili hayatı geçişin hayalini düşlemeyi bile bize çok görürlerdi. Örnek mi? İşte 1943-1944 yıllarında CHP Ankara İl Başkanlığı ve sonrasında Ankara Valisi olmuş Nevzat Tandoğan’ın “Bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz” diye sarf ettiği sözlerle bu zihniyetin kafa yapısını ziyadesiyle ortaya koyuyor zaten. İyi ki de I. ve II. Dünya savaşlarından sonra dünyanın geldiği nokta çoğulculuktan yana gelişmişlik kaydedilmiştir, yoksa daha çok tek parti süreciyle oyalanıp jandarma dipçiği ile yürütme hevesinde olacaklardı. Milli Şef uygulamalarına halkın tahammül edemeyişi o kadar net açık ortadaydı ki;  çok partili hayata geçişle birlikte halkımız CHP’yi muhalefete mahkûm etmesini bilmiştir. İşte milli iradenin gücü budur. Ne var ki iç ve dış mihraklar kınında durmayıp halkın iktidara taşıdığı DP'yi sandıkta yenemeyecekleri bildikleri içindir darbeyle alaşağı edeceklerdir. Hatta darbe sonrası halkın iradesini hiçe sayıp 27 Mayıs darbesini bayram ilan ederler de. Onlar 27 Mayıs’ı bayram ilan ede dursunlar; ilk etapta  'Rüzgâr eken fırtına biçer' gerçeğinin ilk yansımasını kendi aralarında nükseden kazan kaldırmalarla baş gösterecektir. Nasıl mı? İşte 27 Mayıs darbesini yapan Milli Birlik Komitesi (MBK) önce kendi içinde iki guruba ayrılmakla patlak verip kendini gösterir, sonrasında ise bu komite kademesi içerisinden İnönü karşıtı 14’ler grubu diye bilinen subaylar yurt dışına sürgün edilmekle kendini gösterir. Tabii bu arada Milli Şef hinliği bu ya, hemen fırsattan istifade alelacele yarım yamalak, bohça misali kıvamına getirip bir kararla kurdurduğu koalisyonla dizginleri ele alacaktır. Ancak sonraki gelimeler eşliğinde tamda istediği türden cirit atamayacaktır. Milli şef her ne kadar ordunun içerisine yuvalanmış cuntalardan bir kısmını bir süreliğine kullanmayı başarabilmişse de, sonunda hem asker kanadından hem de halk tarafından içten içe yükselen öfke selini dizginleyemeyecektir. Derken 27 Mayıs ihtilalinin baş aktörlerinden diyebileceğimiz Talat Aydemir bile en nihayetinde olan bitene dayanamayıp İnönü’ye karşı rahatsızlığını dile getirecektir. Bu demektir ki ihtilal kışkırtıcılığı adına rüzgârı kendi arkasına alma hinliği bir noktaya kadarmış, bunun birde fırtına öncesi derin sessizliği vardı ki,  hiç kuşkusuz bu bildiğimiz sıradan bir sessizlik değildi. Bilakis Milli Şef kurnazlığına karşı duyulan milletin derin sessizliği idi.  Derken fırtınadan önceki bu sessizlik bir süre sonra yine halkın sağ partileri iş başına getirmekle kendini gösterecektir.

        Ne acıdır ki,  27 Mayıs 1960 İhtilaliyle halkın büyük sevgisini kazanmış çok partili dönemin ilk sağ parti cenahından tek başına gelmiş iktidara gelmiş olan Başbakan Menderes’i idam etmekle tarihin sayfalarına kara leke olarak not düşmüşlerdir. Astılar da ne oldu, asanların ne isimleri kaldı ne cisimleri,  çoktan hafızalardan silinip unutuldular bile. Bir de unutulmayan ve sürekli yâd edilen isimler vardı ki,  o da hiç şüphesiz bu milletin derin sinesinde taht kurmuş adam gibi adam diyebileceğimiz Adnan Menderes, Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu gibi abidevi şahsiyetlerin isimleridir. Dikkat edin adam gibi adamlar diyoruz. Niye derseniz, çünkü onlar bu milletin bağrından çıkmış halkın gür seda sesi kahramanıdırlar. Üzücü olan şu ki; gönüllerde taht kurmuş abidevi şahsiyetleri unutturmak adına 27 Mayıs İhtilali okullarda tarih kitaplarında devrim olarak okutturulmuştur. Neyse ki halkın seçtiği Başbakanın idam edildiği 27 Mayıs Bayramı tedavülden kaldırılıp bu ayıba son verilebilmiştir. Belki de 12 Eylülde en işe yarar icraat bulmak gerekiyorsa yaptığı tek iyilik milletin bağrında derin yara açmış olan 27 Mayıs’ın bayram olarak kutlanmasına son vermiş olmasıdır. Son verilmesi de gerekiyordu. Azcık akıl irfan sahibi böyle bir darbenin devrim olmayacağını fark eder zaten. İşte bu yüzden Necip Fazıl 27 Mayıs’ı ‘Yoğurttan bir hükümete mukavvadan bir hançer saplanmış’ ihtilal olarak tanımlamıştır. Hem bu nasıl devrim yapmaksa pamuk gibi zarif bir hükümet ihtilalle alaşağı etmek devrim olarak nitelendirilebiliyor. 

       Evet,  öyle anlaşılıyor ki, yapılan bu askeri ihtilalin gerçekleşmesinde  'Askeri Cunta-CHP-Medya' işbirliğine dayalı üçlü sacayağının rolü vardır.  Ama ne var ki ihtilal sonrası rol paylaşımında kendi aralarında çıkar çatışmaları vuku bulacaktır.  Dedik ya 27 Mayıs'ın akabinde hemen Milli Birlik Komitesi içerisinde çatlağın belirmesi ihtilal kışkırtıcılığında asker kanadının bu işte nasıl kullanıldığının bariz göstergesi olarak kendini ele verir. Bu işte askeri kanattan 14’ler grubu hariç, darbe yapmaktan asıl amaç NATO’nun emrinde bir askeri cunta kanadını kullanaraktan bu ülkeyi CHP'ye teslim etmektir. Nitekim ihtilal sonrası Türk Silahlı Kuvvetlerinin tarafsızlığına gölge düşürecek gelişmelerden rahatsız olan Milli Birlik Komitesi (MBK) içerisinden 14 üyenin karşıt tavır sergilemesi asıl amacın ne olduğunu ortaya koyuyor. Tabii siz misiniz karşıt tavır sergileyen, hemen apar topar 14’ler grubuna bedel ödettireceklerdir. Nitekim 14’ler gurubu sürgün edilerek onlara bu bedel ödetilir de. Düşünsenize ortada öyle gözü dönmüşlük bir oyun vardı ki, kendi kişisel çıkarları uğruna kendi komite kademesinde yer alan silah arkadaşlarını bile sürgün edebiliyorlar. 

       Peki, kendi kişisel çıkarları doğrultusunda çirkin emellerine ulaştılar mı?  Kısa vadede bir nebze olsun düşledikleri emellerine ulaştılar, en azından kendilerine engel gördükleri Menderes, Hasan Polatkan, Fatin Rüştü Zorlu idam edilmeleriyle birlikte artık karşılarında bu isimler olmayacaktı. Ama uzun vadede meseleye baktığımızda resmi kanallarla yürütülen algı operasyonlarıyla 27 Mayıs’ın bir devrim olduğu yalanı halk nezdinde hiçbir zaman kabul görmeyecektir. Nitekim ileri ki dönemlerde 'evdeki hesap çarşıya uymaz' misali bir durum vaziyetle karşılaşacaklardır. Malum, 14’lerin tasfiye edilip sürgün edilmesiyle önlerinin açık olacağını hesap edenler seçime gidildiğinde milli iradeden çok ağır şamarı yiyeceklerdir. Halk bu uyduruk devrim masallarına pirim vermeyip, ibre yine sağ iktidarlardan yana işlemeye yüz tutacaktır. Böylece sol zihniyetse her zaman olduğu gibi yine bekleme salonuna alınacaktır. Artık bundan böyle halkımız sola yüz vermemeye kararlıdır. Tabii kararlı oldukça da bu malum çevreler boş durmayıp sürekli askeri kışkırtarak her on yılda bir demokrasimizi kesintiye uğratmaktan imtina etmeyeceklerdir.  Derken kınında durmayan bu güruh  her yakaladıkları fırsatta millete 12 Mart,   12 Eylül, 12 Mart, 28 Şubat, 15 Temmuz süreçlerini yaşatacaklardır. 

        Maalesef halkın iradesini içine sindiremeyenler onca Yeniçeri usulü kazan kaldırmalardan ders almamış olsalar gerek ki,  her fırsatını bulduklarında asker üzerinden “Cumhuriyeti yaşatmak ve kollamak”  ya da Pensilvanya güdümlü “Yurtta Sulh” sloganının ardına sığınarak yeni Yeniçeri usulü kazan kaynatabiliyorlar. 

        Rüzgâr eken fırtına biçer atasözümüz sadece atalarımızın yaşadıkları devirler için söylenilmiş değil elbet, cumhuriyetin birinci yüzyılında yaşanan 12 Eylül, 28 Şubat, 17-25 Aralık ve Hain 15 Temmuz darbe girişimleri içinde söylenilmiş atasözümüzdür. Bu atasözümüzü kulağına küpe yapmayıp cumhuriyetin ilk yüzyılı sürecinde her on yılda bir ihtilale davetiye çıkarmaktan geri durmamışlardır.  Ta ki işin ucu kendilerine dokunana dek kışkırtıcı rolü üstlenmişlerdir hep. Nitekim 27 Mayıs 1960 ihtilali hem millete hem de DP’ye yapılmış bir darbeydi, 12 Eylül öyle değildi, hemen her kesime yapılan darbeydi. Hani işin ucu birine dokunmak bu ya,  bu kez terazinin bir kefesine sol kesimde konulur. İster istemez bu durumda terazinin kefesinde kendini gören sol, ancak Turgut Özal'ın Başbakanlığı döneminde 12 Eylül'e reddiye döşeyebilmişlerdir. Eeh ne de olsa adamlar ilk kez kuyruk acısı yemişler, dolayısıyla evdeki hesap çarşıya uymayınca reddiye döşemeleri gayet tabiidir. 

      Artık bunca yaşananlardan sonra bir takım aklı evveller aklını başına toplayıp bir türlü ordu içinde darbe yapmanın zevkine alıştırılmış bir takım komutanları kullanmaktan vazgeçmiyorlar. Dedik ya, dün nasıl ki Osmanlıda ‘şeriat’ kavramı kullanılarak bir takım darbe girişimleri vuku bulmuşsa bir bakıyorsun Genç Türkiye’mizde de kimi zaman özgürlükler bahane edilerek 27 Mayıs askeri darbe, sağ-sol çatışması bahane edilerek 12 Eylül askeri darbe, laiklik bahane edilerek 28 Şubat Postmodern darbe yapılabiliyor. 

        Birileri 28 Şubat için meselenin irtica olduğunu sana dursun işin aslı astarı hiçte öyle değildi, bilakis siviller üzerinden çıkar paylaşımı uğruna yapılan darbenin adıdır Postmodern darbe. Nitekim 28 Şubat Postmodern darbe sonrasında batık bankaların yönetim kurullarından darbecilerin çıkması bunu teyit ediyor.  Hiç kuşkusuz irtica filan işin bahane yanı,  gerçek yanına bakıldığında gizli ajandalarında çıkarları gereği 28 Şubata karşı çıkanları andıçlayarak ezdiklerini, 28 Şubatın amigoluğunu yapanların da rüsva edildiklerini görürüz. İşte rüsva edilmişliğin en tipik örnek ismi ve Medya patronu Dinç Bilgin'dir. Postmodern darbeye çanak tutup 28 Şubat sürecinin o sisli atmosferinde devlet kasasından nemalandılar da ne oldu, 28 Şubat sonrası haksız edindikleri kazançlarının uçtuğunu gördüler.

       Aman Allah'ım neydi o günler, tasarruf sahiplerinin haklarını yolsuzluk ve usulsüzlüklerden korumak amacıyla kurulan Tasarruf Mevduat Sigorta Fonu (TMSF)  kurumu tüyü bitmemiş yetimin hakkını alabilmek için canhıraş mücadele vermişti. Alacakları bir çırpıda tahsil etmek hiçte kolay olmadı, kiminin mallarına haciz konularak, kimine ödeme planı çıkartılarak geçmiş yaralar sarılmaya çalışıldı. Bu ülkenin kanını öyle sülük gibi emmiştiler ki işbirliğine girmedikleri iç ve dış mihrak güç kalmamıştı. Düşünsenize Başbakanı bile pijamayla karşılayacak pozisyon almışlardı. Umulur ki o günlere bir daha dönmeyiz. Hoş doğrusu aralarında bu yaptıklarından pişman duyduğunu itiraf edenler de vardı, ama olanlar olmuş, her şey bitmiş ve nice çamlar devrildikten sonra pişman olmuşlar neye yarar ki. Önemli olan burnumuzun dibine kadar dayanmış pis kokuları zamanında berhava edecek basireti gösterilebilmekti. Tam aksine Türk Silahlı Kuvvetleri gerek bir takım rantiye odaklarınca, gerek bir kısım medya, gerekse statükocu partiler kanalıyla kışkırtılarak ihtilal düğmesine basmak hedeflenmiştir. Maalesef ihtilal kışkırtıcılığı ile Türkiye suni gündemlere kurban verilmiştir. Anlaşılan o ki, iç ve dış zinde mihraklarca ülkemiz sağcı-solcu, laik-anti laik, Sünni-Alevi, Türk-Kürt ikilemleri oluşturularak cennet vatanımız cehenneme çevrilmek istenmiştir. Oysa bizim kültür birikimimiz ikilem yapılar oluşturmaya izin vermez, çünkü biz farklı kimliğe sahip insanlarla bir arada yaşamaya alışmış bir milletiz. Bu yüzden bizim dışındakileri öteki görmeyiz. Şu an bizim öteki olarak göreceğimiz olsa olsa fikirlerin tartışmasından korkan statükocu çevrelerle darbe severler olmalıdır. Biz biliyoruz ki hem sağda hem de solda değişimden yana, demokratik katılımdan yana, dünyada adından söz ettiren Türkiye’den yana entelektüellerimiz var oldukça darbe severlerin hevesleri kursaklarında kalacaktır, bu böyle biline.

        Peki ya 28 Şubat sonrası? Malum, 28 Şubat sonrası Tayyip Erdoğan iktidarında artık darbe dönemlerinin kapandığını sandığımız noktada bir bakıyorsun Cumhurbaşkanının seçilmesini sabote etmeye yönelik 27 Nisan e-muhtırası,  Taksimde ağaçların sökülmesine tepki olarak güya çevre duyarlılığı bahanesiyle Gezi Parkı Vandalizm’i türü birçok hadiselerle hükümeti alaşağı etme girişimlerine kalkışılabiliyor. Yetmedi Pensilvanya kaynaklı paralel ihanet çetesince önce 17-25 Aralık yargısal darbe teşebbüsü, sonrasında Cumhuriyet döneminin en kanlı 15 Temmuz darbe girişimi yapılabiliyor. Adamlar baktılar ki kırk yıldır devletin kılcal damarlarına sızmak suretiyle edindikleri kazanımlar Tayyip Erdoğan’ın kararlı duruşuyla bitirilecek noktaya gidiyor,  kazanımlarının zayi olmaması uğruna Meclis, Emniyet, MİT gibi hassas kurum binalarının bomba yağdırmaktan tutunda, halka ateş açıp üzerlerine tank sürerek 251 insanımızı şehit etmeyi göze alabilecek kadar vahşileşebilmişlerdir. İşte yurt içi ve dışı bankalarda milyar dolarlara hükmeden bu örgütün geldiği nokta vahşileşip kan dökmek olmuştur. Nitekim Paralel ihanet örgütü kırk yıl öncesinde çıkardıkları Sızıntı dergisiyle mensuplarının zihinlerini sızma faaliyetinin bir işaret fişeği olarak efsunlarken Aksiyon dergisi ve Zaman gazetesiyle de ileriki zamanlara yönelik aksiyon almanın işaret fişeği olarak efsunlarlar. Hakeza Samanyolu televizyonuyla da saman altında su yürütmenin işaret fişeği olunmuştur.  Onlara yıllarca bu işaret fişekleriyle kendi mensuplarını efsunlaya dursunlar, Yüce Allah (c.c) şeytanca planlarını ayaklarına dolayacak ya, insanlar uykudayken gece yapmaları gereken darbeyi erken saatlere almak suretiyle,  yani zamansız bir darbe girişimiyle halkın bariyerine takılıp saman alevi olmuşlardır. Böylece Türk adaletinden kaçabilenler soluğu dışarda alırken kaçamayanlarsa yaka paça yakalanıp cezaevine sevk edileceklerdir. Kaçanlar kaçamayanlar hiç fark etmez her iki konumda da bu gözü dönmüş caniler dış mihrakların efsunlanmış piyonlarıdırlar. Bunlar Türkiye düşmanlarının arayıp da bulamayacakları kendilerini tamda tepe tepe kullandırmaya elverişli maşadırlar zaten. Düşünsenize dış mihrakların tepe tepe kullandıkları bu efsunlanmış maşalar devletin silahını, uçağını, tankını halkın üzerine doğrultacak kadar ihanet şebekesi rolü üstlenebiliyor. Elbette ki kendileri için paha biçilmez bu maşayı miadı dolana kadar kullanmayı ihmal etmeyeceklerdir. Ne zaman ki ellerinde tuttukları bu maşa işe yaramaz halde paspas olmaya yüz tutar işte o zaman rüzgârın uçurup yere bıraktığı buruşuk kâğıt parçası misali en nihayetinde çöpe atılan bir kullanımlık buruşuk mendil olacaklardır. Şuan bize düşen derin güçlerin bize karşı kullandıkları FETÖ elebaşısını paçavra halde çöpe atacağı günü beklemek olmamalı, topyekûn olarak bu elebaşının yıllardır zihinlerini efsunlayıp beslediği paçavra sürülerine karşı uyanık olup örgütlenmelerine fırsat vermemek olmalıdır. Bunca yaşanan darbe ve darbe girişimlerinden şunu gördük ki meğer irtica, laiklik, hoşgörü falan filan hep işin kılıfı imiş. Düşünsenize başlangıçta hoşgörü kılıfı altında devletin tüm kademelerine konuşlanıp sonrasında malum karşımıza paralel devlet yapılanması olarak çıkabilmişlerdir. Altın nesil, Türkçe olimpiyat, Bank Asya, açtıkları Türk okulları gibi temalarla yumuşak karnımızdan içimize sızıp sonrasında Paralel Devlet oluşumu için düğmeye bastıklarında karşımızda önce MİT Tırlarını durdurmaya yeltenen,  en nihayetinde 15 Temmuz kanlı darbe girişimi neticesinde tanklarla bombalarla canavarlaşan gözü dönmüş Fetullahçı Terör Örgütü (FTÖ) gerçeği ile yüzleşiverdik. 

        Evet, bizi içten içe düşündüren Pensilvanya'dan talimat alan Haşhaşiler ve statükocu zihniyet Yeni Türkiye Yüzyılında da acaba yeniden galebe çalar mı?  Hiç kuşkusuz Yeni Yüzyıl Türkiye’sinde çağlar üzerinden sıçrama hedefimizi baltalamak için eteklerinde her ne taş ne varsa dökmekten geri durmayacaklardır.  Öyle ki kırk yılı aşkındır hipnoz olmuş bir güruhla karşı karşıyayız. Yeni Türkiye Yüzyılında da Hipnozdan çıkacak gibide gözükmüyorlar, Onlar hipnoz halde çıkmaya dursunlar, bize düşen görev rüzgâr eken fırtına biçer atasözünden hareketle tıpkı 15 Temmuzda olduğu gibi Yeni Türkiye Yüzyılında da başlarını kaldırdığı anda yeniden hadlerini bildirmek olmalıdır.  Zira Türk’ün diriliş destanı 15 Temmuzla sınırlı kalmayıp her yüzyıl bizim için diriliş muştumuz olacaktır. 

         Vesselam.