Mustafa Toygar


“ÂSÛDE BAHAR ÜLKESİ”NE YOLCULUK

O, “Ircı’i!” emr-i İlâhî’sine icâbet ederken; bizleri derin bir melâl, târifsiz bir teessür ve hazin bir hicran içinde bırakıp, “dünya sürgünü”nden aslî vatanına vâsıl olmak için bu fâni âleme vedâ ederek Hakk’a yürümüş, insanımızın gözyaşı sel olup çağlarken; Türkiye’yi, Türk Dünyası’nı ve gönül coğrafyamızı da yasa bürünmüştü...


O, “Ircı’i!” emr-i İlâhî’sine icâbet ederken; bizleri derin bir melâl, târifsiz bir teessür ve hazin bir hicran içinde bırakıp,  “dünya sürgünü”nden aslî vatanına vâsıl olmak için bu fâni âleme vedâ ederek Hakk’a yürümüş, insanımızın gözyaşı sel olup çağlarken; Türkiye’yi, Türk Dünyası’nı ve gönül coğrafyamızı da yasa bürünmüştü...

Tıpkı Şîrâzî’nin;
“Öyle bir ömür geçir ki olsun,
Mevtin sana hande, halka mâtem.”  
dizelerinde ifâde ettiği gibi; o,  âhiret menzilli mütedeyyin bir hayat yaşamış, ötelere elinde şehâdet fermanıyla gülümseyip gitmiş ve ölümüyle de bizleri; kelimelerin târif edemeyeceği bir ıstırap, hüzün yağmuru ve yürek yangını içinde bırakmıştı. Bu “Beyaz Vedâ” sonrasında yaşananlar, âteş-i hicrân ile hepimizin kalbini yakmıştı. Onun “şeb-i arus”u, 'Gittikçe Artan Yalnızlığımız’a yeri on yıldır dolmayan, ancak ona duyulan hasret ve muhabbetin her geçen gün daha çok ziyâdeleştiği yeni bir yalnızlık eklemişti… Ve onun  “Sonsuzluğun Sâhibi”ne ulaşması; şâirin dediği gibi ona vuslat, bize hicrân olmuştu…

“HER ÖLÜM, ERKEN ÖLÜMDÜR."

Ölüm, duymak istemesek de duymak mecbûriyetinde olduğumuz bir nidâdır. Ölüm, “vakitsiz geldi” desek de; boyun eğmek mecbûriyetinde kaldığımız bir vedâdır. Ölüm; herkesin ödemek mükellefiyetinde olduğu bir borcu edâdır. Ölüm; 
“Ta haşre kadar sürecek
Bir şeb-i yeldâdır.” 
Ölüm, aslında bir "elvedâ” değil, yeni bir hayata "merhabâ”dır. 
Ölüm, İlâhî dâvete uymak ve bir başka dünyaya doğmaktır... 
Bu dünya hayâtında insana verilen ömür sermâyesi ölümle noktalanır... Yolların başlangıç ve bitiş noktası hep Allah(c.c.)’a varır...  
Fuzûlî’nin;
“Gelin ey ehl-i hakîkat, çıkalım dünyadan
Gayrı yerler görelim, özge safâlar sürelim…”
dizelerinde söylediği gibi, ten kafesi açılırken; can kuşu hürriyete kanat çırpar, gemilerin geçmediği sonsuz bir ummâna yol alır… Güneş gurûb eder, zaman birden kırılır ve âniden bâkî âleme yeni bir kapı açılır… Herkes için; gün batar, söz biter, kalp durur, ibre sona vurur... İnsanoğlu; kaçınılması aslâ mümkün olmayan başlangıcın sonuna ya da sonun başlangıcına vâsıl olur...  

Yunus’umuzun;
“Bu dünyaya gelen kişi, âhir yine gitmek gerek,
Misâfirdir, vatanına bir gün sefer etmek gerek.”
dediği gibi…

Ölüm; hayatın bir başka yüzü olsa da, hayatın hikmeti ölümde saklı kalsa da; inananlar; 
“Ölür ise ten ölür,
Canlar ölesi değil”  
gerçeğini bilse de;  onun bu âni ölümünü kabullenmek çok zor gelmişti bize… Karlı dağların başında yüreklerimiz donarken;
“Artık ne kar yağar, ne ben üşürüm,
Ne de saçlarımı dağıtır rüzgâr.
Sağ iken bir günde bin kez ölürdüm, 
Şimdi ölüm yoktur, ölümsüzlük var.”
dizeleri düşmüştü mahzun gönüllerimize…

Ama elden ne gelir ki “Allah’ın takdir ettiği vâde”  dolmuş; tıpkı şâirin;  “Yaşarken doludizgin, ölüvermek apansız”  mısraında ifâde ettiği üzre, o bir ikindi güneşi gibi âniden gurûb etmiş, Seyid Onbaşı’nın arkadaşları gibi “mertebesini bulmuş” ve rahmet-i Rahmân’a kavuşmuştu…

HÜVE’L-BÂKÎ

Dede Korkut’un; 
“Gelimli gidimli dünya
Son ucu ölümlü dünya”
diye târif ettiği bu fânî âlemde; ‘yaşlı ölüler’in yanında 'yaşlanmadan ölenler’in bulunduğu âşikâr bir gerçektir. ‘Yaşayan ölüler’in yanında, büyük bir mutluluk içinde ‘ölüp de yaşayanlar’ın vârolduğu da îtîkâdî bir hakîkattir. 'Ölüp de yaşayanlar’, Î’lây-ı Kelîmetullah uğruna baş koyup, Allah (c.c.) yolunda, vatan ve millet uğrunda savaşırken ölenler, Rızâ-i Bâri için en değerli varlıkları olan canlarını feda edip, Cennet-i Âlâ’da ebedî nîmetlere kavuşan ve bizim bilemediğimiz bir hayatla yaşayan şehitlerdir.

Cemâl Süreyyâ; “Her ölüm, erken ölümdür” demiş, insanımız bu hazin vedâ için duygularını; “Çok erken ve ansızın geldi.” diye dile getirmiş ve Sezâi Karakoç da; 
“Ey Sevgili!..
Uzatma dünya sürgünümü benim”
dizelerini sanki onun için yazmıştı. Çünkü o, şehâdet şerbetini 55 yaşında içmiş, genç yaşta Cennet içre şehbâl açmış ve Âlem-i Fenâ’dan çok erken göçmüştü.  Zâten o, gençlik yıllarından îtibâren hayatının her döneminde hep kurşunların hedefinde olmuş; silahlı saldırılarla yüz yüze gelmiş, yâni ölümü hep sırtında bir ceket gibi taşımış ve Azrâil’le sık sık yolları kesiştiği için "Cennet azığı” hazırlamayı tâ gençlik yıllarından beri hiç ihmâl etmediği gibi, hiç abdestsiz de gezmemiştir… Ve her doğanın değişmez kaderi olan âkıbet-i mevt için o da; “Ölüm inançsız insanlar için korkunç bir sondur ama inananlar için ne kadar zevkli bir başlangıçtır.” demiştir. Ancak bu ânî ve genç ölümü ona yakıştır/a/mamaktan olsa gerek bir türlü kabullenemesek de;  “zamansız geldi” desek de, biz biliyoruz ki; her yaş, ölüm yaşıdır… Ölüm, hayatın değişmez arkadaşıdır… Ölüm, kimileri için “şeb-i arus”, kimileri için “nev-ruz”, kimileri için fîrâk, kimileri için son duraktır. İnanmış insanlar için ölüm, “âsûde bahar ülkesi” nin giriş kapısında koklanan bir katmer güldür, ölüm; mü’minler için aslâ son nokta değil, yalnız bir noktalı virgüldür. Çünkü ölüm, fânî hayatımıza son noktayı koysa bile, inancımıza göre bâkî dünyaya vâsıl olmamızı sağlayan bir mukadderattır. Ölüm; ölümün öldüğü ebedî bir âlemde yaşanan rûhî bir hayattır. Ölüm; her lahzâ kendisini bize hatırlatan, ama bizim bir türlü tam olarak idrâk edemediğimiz “En büyük vâz ü nasihattir.”  Ölüm; “Allah’tan geldik, dönüş yine O’nadır.” emr-i İlâhî’sine icâbet etmekle başlayan bir vuslattır. Ölüm, “her nefsin mutlakâ tadacağı”  ve inkârı kat’iyen mümkün olmayan apaçık bir hakîkattir. Ölüm; ölümün öldüğü ebedî bir âleme “Sessiz Gemi”yle çıkılan yolculuğun başında ölümsüzlük için alınan bir berattır.  

İşte hayatını “Allah, vatan millet” yoluna hasreden bu güzel insan; Kanlı Çukur’da şehâdet berâtıyla müşerref olunca, hâl diliyle;  
“Bu dünyadan gider olduk 
Kalanlara selâm olsun…”
demiş ve âhireti dünyaya tercih etmişti. Fâni dünyada bir yudum su içmektense, Cennet bahçelerindeki Kevser dolu şadırvanlardan kana kana nûş etmeyi arzulayarak Rahmet-i Rahmân’a kavuşmuştu. O; vatan-ı aslîsine vâsıl olup bayram ederken, bizleri hasretin acısıyla mahzûn bırakarak ve Türk’ün İslâm Dâvâsı’nı da yetim koyarak gitmişti…

Üstad’ın; 
“Ölecek miyim, tam da söyleyecek çağımda 
Söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda...”
diye ifâde ettiği, Hayyam’ın da; “Efsâne söyledi ve uykuya daldı.” dediği gibi, o; ne yazık ki söyleyecek pek çok sözünü daha söylememiş, yapılacak pek çok işini yapmaya ömrü vefâ etmemiş, îmanının tezâhürü olan besmeleli sevdâsının mürüvvetini görememiş, Türk-İslâm Ülküsü’nün nur-efşân güzelliklerini ve ecdâdından tevârüs ettiği asâletin tertemiz özelliklerini devlet gönderine çekememişti… 
Ancak Cenâb-ı Allah, onu mükâfatsız bırakmamış; Rızâ-i Bârî için bir ömür fisebilillah mücâdele veren, Muhammedî ahlâkı her hâliyle temsil eden, muttakî bir kul olarak “..Festakim kemâ ümirte..”  "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" emr-i İlâhisi istikametinde bir ömür sürmek için gayret gösteren bu inanmış ideâlistin hayâtının hitâmını; îmanının kavîliğine ve mücâdele asâletine yaraşır bir sonla noktalamayı ihsân etmiş ve onu şehitlik rütbesiyle taçlandırmıştır…                                                    
    BİR GÜZEL İNSAN: MUHSİN YAZICIOĞLU -ONSUZ ON YIL VE ONA TAHASSÜR -
(sayfa 17-21)

Gönüllerde Birlik Vakfı Yayınları - Ankara 2019 
                                                                       Dr. Mehmet GÜNEŞ'in kaleminden

Hâşiye:

BilvesÎle cümle şehitlerimiz, geçmişlerimiz ve 16 Ağustos 2024 günü dünya zahmetinden Hakk'ın rahmetine hicret eden YAKUP ÖMEROĞLU Kardeşlerimizin rûhu için el-Fâtiha…