Selim Gürbüzer


SİHİRLİ FORMÜL ARAYIŞI

Yeni Yüzyıl Türkiye’sine girmesine girdik ama daha halen sihirli formül arayışıyla meşgul durumdayız. Bu arayışımız daha devam edecek gibi de gözüküyor.


      Yeni Yüzyıl Türkiye’sine girmesine girdik ama daha halen sihirli formül arayışıyla meşgul durumdayız. Bu arayışımız daha devam edecek gibi de gözüküyor. Şimdiye kadar askeri anlayışla birçok kez ülke yönetimine el konuldu da ne oldu,  ülkenin meselelerine çare olmadıkları gibi sistemin yenilenmesinin önüne de geçmiş oldular.  Tabii bu durum statükocu zihniyetin işine gelen bir durumdu.  Hem kaldı ki statükocu zihniyet tıkanan sistemin değirmenine habire su taşımakla vazifeli idiler. Oysa başkalarının değirmenine su taşımak yerine Yahya Kemal’in deyimiyle; “Devamlılık içinde değişim” gerçeğine yelken açacak bir arayışın değirmenine su taşımak çok kayda değer asıl vazife olurdu.

        Statükocu zihniyet halka hemhal olmak yerine askeri darbeci zihniyetle hep içli dışlı olmuşlardır.  Hal vaziyet böyle olunca da sihirli formül arayış içerisinde bir türlü sivil bir Anayasa edinememişiz.  Dahası Anayasa meselesi halktan uzaklaşmanın bir neticesi olarak karşımıza çıkmıştır. Halka hem hal olmak sadece seçimden seçime meydanlarda rey (oy) vermesi için olunmuştur.  Seçim sonrası malum halktan kopuk bir siyaset izlendiği gibi taban oy deposu muamelesine tabii tutulurken tavansa el üstünde tutulan elit bir kesim muamelesi görmüştür.  Kelimenin tam anlamıyla külfet ahaliye reva görülürken, nimetse bir avuç azınlığa pay edilmiştir. İşte bu çarpık anlayıştır ki günümüze pek çok problemleri de beraberinde taşımıştır.

      Ne diyelim,  halktan kopuk bir avuç kelli felli adamlar halende yarınlarımızı karartmaktan vazgeçmişte değiller.  Üstelik kurguladıkları kumpaslarla geçmişe ait her ne var silip süpürüp mevcut konumlarını sürdürmekle meşgul olmuşlardır hep.  Yetmedi kitleleri de vatan millet duygularını da istismar edip köşe başlarını tuttukları bürokratik mevkileri daha da sağlamlaştırmışlardır. Şöyle bir yakın tarihimize baktığımızda Cumhuriyet’in ilanının hemen akabinde neredeyse tüm saltanat erbabını hainlikle damgalayıp sürgün etmişlerdir. Niye derseniz bir sonraki dönemlere emsal teşkil etsin diyedir elbet. Sadece damgalanan Osmanoğulları mı, malum çok partili sisteme geçtikten sonra halkın seçtikleri de bundan nasibini alıp bir takım iftiralarla damgalanıp idam edilmişlerdir. Nitekim 27 Mayıs ihtilali sürecinde halkın büyük bir teveccühü ile iktidara gelen DP’yi türlü iftiralarla ve darbeyle alaşağı edilmesi bunun tipik bir örneğini teşkil eder. Düşünün ki halkın gönlünde taht kurmuş bir Başbakanı bin bir türlü iftiralar ve karalamalarla idam etmeleri yetmemiş gibi birde bununun üstüne üstük 27 Mayıs darbesini Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak ilan etmekten de hicap duymamışlardır.  Oysaki ilan ettikleri o bayram halkın bağrına saplanan hançer ve ihanetin simgesi kara gün bayram olmuştur. O kara gün, bu gün olmuş halen unutulmuş değil elbet, unutulmaz da. Nitekim Necip Fazıl, bayram ilan ettikleri 27 Mayıs ihtilalini, yoğurttan ve kartondan kurulmuş bir hükümete hançer saplamak olarak yorumlamıştır. Hiç kuşkusuz bu yorum yabana atılır cinsten bir yorum değil,  olayı tek satırda özetleyen bir yorumdur bu. Gerçekten de böylesi narin bir hükümeti devirmek için Türk Silahlı Kuvvetleri’nin her birimini tüm teçhizatıyla seferber etmeye de gerek yoktu,  birkaç askerle de bu işi halletmek pekâlâ mümkündü. Hem kaldı ki ortada ihtilale karşı koyacak sivil bir güçte yoktu. Neyin ihtilalini yapıyorlardı doğrusu şaşmamak elde değil. Belli ki ülkemizde sadece ihtilalin adı vardı ama kendisi yoktu, baktığımızda elini kolunu sallayıp birkaç tank yürütme gösterimi darbe olarak addedilmiş. Nasıl olsa karşılarında mukavemet edecek herhangi bir sivil güç yoktu zaten, böylesi bir darbe girişimini değim yerindeyse kör ebem de yapardı elbet. Kaldı ki toplum sivil inisiyatif güç olarak sokağa çıkmaya kalkışsa buna asla imkan ve fırsat vermeyecekleri gibi anında direniş gösterenleri hiç gözünün yaşına bakmaksızın bir kaşık suda boğarlardı zaten.  Tek partili iktidar dönemlerinde uzun yıllardır jandarma dipçiği ile sindirilmiş halkın elbette ki gıkı çıkmamasına şaşmamak gerekir.  Öyle ki Menderes idam sehpasında astıklarında bile halktan hiç kimsenin gıkı çıkmamıştı. Maalesef o yıllarda halkımız tüm olup bitenler karşısında uysal koyun misali hiçbir tepki vermeksizin olan bitenleri sinesine çekmiştir hep. Ta ki 15 Temmuz darbe girişimine kadar bu tepkisiz hali devam etmiş de. 

         Evet,  halk bilhassa tek parti milli şef döneminde jandarma dipçiği ile yıllar boyu adeta koyun misali güdüle güdüle sivil inisiyatif refleksi köreltilerek yönetilmiştir hep.  Olur ya günün birinde halk bilinçlenir örgütlenir düşüncesiyle kanun ve yönetmenliklerle daha önceden bunun tedbirini almışlar bile. Şimdi gel de bu durumda halkımız sivil inisiyatif refleks gösterebilsin, ne mümkün.  Bir ülke düşünün ki,  sivil inisiyatif örgütlenmesinden mahrum edilmiş, elbette ki böylesi bir ortamda hiçbir özel bir çabaya gerek kalmaksızın darbe yapmak çokta zor olmayacaktır. Apoletli adamlar darbe sonrası da boş durmuyorlar, bir bakıyorsun kışlalarına dönme vakti geldiğinde bile siyasete müdahalede bulunup İsmet İnönü’nün başbakan olması yönünde telkinde bulunabiliyorlar. Ne diyelim askeri cunta zihniyeti bu ya,  bir bakıyorsun 27 Mayıs ihtilalinin akabinde Samsun'dan Ali Fuat Başgil Cumhurbaşkanlığına aday oldu diye yapmadıkları tertip kalmadı.  Hatta ölümle tehdit edilip kararından vazgeçmek zorunda kalır. Böylece Orgeneral Cemal Gürsel'i Cumhurbaşkanı getirilir. Ta ki 12 Eylül sonrası Başbakan Turgut Özal Cumhurbaşkanlığına aday olur ancak o zaman ilk sivil Cumhurbaşkanıyla yüzleşmiş oluruz. Anlaşılan askeri vesayet gölgesinde oluşturulan meclis yapılanmalarında her on yılda bir darbe geleneğini sürdürmek çokta zor bir iş olmasa gerektir. Neyse ki her darbenin ardından sandığa gidildiğinde halk, darbeci zihniyetin istediği siyasileri değil kendi dokusuyla daha uyuşabilecek siyasileri iktidara getirmek suretiyle kazanan millet olmuştur.  Derken darbeciler her sandığa gidildiğinde yolcu olurken millet ise kesintiye uğradığı demokrasi nöbetlerinde hancı olarak kalabilmiştir. 

       Maalesef halkın seçtiklerin her on yılda bir muhtıralarla, darbelerle devirip yönetimi devr almak bize has bir moda olmuş. Hakeza her on yılda bir yönetimi devr alma adında yapılan darbelerle birilerinin rahatı uğruna mutlaka diğerlerinin hain ilan edilmesi gerektiği kurgusu da bir şekilde devam ettirilebilmiştir. Oysaki tarihte kelleleri alınan vezirlere bile hain dememiş milletiz biz. Osmanlı’yı itibarlı kılan hiç kuşkusuz İslam’ın o engin hoşgörü anlayışını üç kıtaya yaymasıydı.  Osmanlı gayrimüslim azınlıklara bile hak ve hukuk tanıyan anlayışı egemen kılmış bir Devlet-i aliyedir. Böylece İslam’ın gereklerini yerine getirmişlerdir. Nitekim Hz. Ömer (r.a) hasta yatağında zimmîlerin haklarının gözetilmesini vasiyet etmiştir.  Hz. Ömer (r.a) vasiyet ederde Osmanlı vasiyeti yerine getirmez mi, elbette yerine getirir. Öyle ki bağrında taşıdığı yetmiş iki milletin ne dinine ne diline ne etnik kökenine, ne mezhebine ne de meşrebine dokunmaksızın nizam götürdüğü coğrafyalarda adalet güneşi olmuşlardır.  İşte Osmanlının yetmiş iki milleti bir arada huzurlu bir şekilde yaşatabilmesinde ki sır İslam’ın o engin hoşgörü anlayışını pratik hayatta uyguluyor oluşundandır.  Nitekim Nizam-ı âlem davasının üç kıtada uygulanışında hiç şüphe yoktur ki Hakanların, Serhat kumandanların, Gazi Dervişlerin, Bacıyân-ı Rûm’un (Anadolu kadınlarının),  Ahilerin, Ulemanın, Ümeranın, Evliyaların, Müderrislerin vs. çok büyük emeği vardır. Öyle ya madem tarihte toplumun hemen her kesiminin katılımıyla tüm insanlığa nizam götürmüşüz, o halde aynı ruh ve aynı inançla Yeni Türkiye Yüzyılında da yeniden âleme nizam götürebiliriz pekâlâ.  Ancak bunu yapabilmek için önce kendimize nizam vermemiz gerekir ki âleme nizam verebilelim. Dahası âleme nizam verecek bir şeref tablosu oluşturmak için tarihi kodlarımızla barışık, kültürümüzle barışık, evliyasıyla barışık, bilge şahsiyetleriyle barışık ve halkın değerleriyle barışık “Milli-Sivil-Katılımcı” bir Anayasayla işe başlamamız gerekir.  İcabında buda yetmez, işe koyulduğumuzda her türlü engellemelere karşı dirayetli olmamızda gerekir. Zira halkın değerleriyle barışık düzenin gelmesinden endişeye kapılanlar türlü bahanelerle dış ülkelerden ithal ettikleri tercüme anayasalarla bizi oyalamaya devam edeceklerdir. Oysa tercüme inkılâplarla yol alınamayacağı muhakkak.  İyi ki de Mecelle bu noktada tercüme kanunlarla bir yere varılamayacağının ışığını yakıp böylece Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında komisyon oluşturularak yerli bir hukuki metin olarak gündemimize girmiştir.   Bir kere her şeyden önce maddeler halinde ortaya konan bu hukuki metnin kaynağı örfi ve dini olmasıdır. Zaten ilhamını Müberra Dinimizden ve kendi örfümüzden alması halkla gönül bağı oluşturmasına ziyadesiyle yetmiştir. 

         Osmanlının son dönemlerinde bir takım zorlamalarla padişaha ilan ettirdikleri I. ve II. Meşrutiyet dönemi reçeteler kurtarıcı sihirli formüller olarak gösterilmiştir hep. Oysa reform diye halkımıza empoze edilmeye çalışılan anayasalara baktığımızda kökü dışarıda ithal ve tercüme metinler oldukları gayet açık ortada.  Adı üzerinde tercüme, dolayısıyla tüm tercüme mevzuatlar bizim buluşumuzmuş gibi yutturulmuştur. 

       Malumunuz Tanzimat fermanının bir diğer adı Gülhane Hattı Hümayunu’dur.  Her neyse, ister adına Tanzimat denilsin ister Gülhane Hattı Hümayunu hiç fark etmez sonuçta şu bir gerçek; Abdülmecid döneminde Hariciye Nazırı Mustafa Reşid tarafından Gülhane Parkında okunan bu fermanın ilanıyla birlikte o gün bugündür Batı kaynaklı sihirli formüller peşinde koşturmaktayız habire. Öyle ki 1839’da Gülhane Hattı Hümayunu ilan edildiğinde şeriat metni olarak okunmaya başlayıp okunan bu metinde; “Irz masundur, namus masundur, hürriyet, adalet ve eşitlik vs. gibi söylemlere de yer verilmiştir. O yıllarda koro halinde söylenen eşitlik, hürriyet teranelerine bakıldığında sanırsın ki bu ülkede ne bir kanun, ne bir nizam, ne de İslami hayat var. Üstelik hürriyet, adalet ve eşitlik temalarına vurgu yapılırken de şeriat adına çıkış yapılıyor. Oysa şeriatın olduğu yerde şeriat çıkışı yapmak akla ziyan bir tutumdur. Dedik ya şeriat filan işin bahanesi, bal gibi batılılaşma davasının taşeronluğuna soyunmanın ilanı fermandır. Nitekim hürriyet, adalet, şeriat vs. gibi kavramlar bizim için çok büyük değer ifade ederken batı ve yerli işbirlikçiler için ise kullanacakları kılıf kavramlar olmakta. Malum karanlık güçler için her türlü kılıktan kılığa girmek denen bukalemunca tavır sergilemek mubah olabiliyor. Kelimenin tam anlamıyla asıl dert dava şeriat (bizim anladığımız manada şeriat Kur’an ve sünnettir) değil, bilakis şeriat adı altında ithal reçetelerle dışa göbekten bağlanmanın ta kendisi batılılaşma davası gütmektir.  Gerek Tanzimat olsun, gerekse I. ve II. Meşrutiyetler olsun tüm bu girişimlerin arka planında hasta yatağına düşmüş Osmanlı’yı çökertme planı vardır. Bu planın içerisinde yer alan İttihatçılar Ulu Hakan Abdülhamid Han’ı hal ettiklerinde adeta bayram etmişlerdir. Ama bu bayram sevinçleri fazla sürmeyecektir, ülke idaresinin sorumluluğunu üstlendiklerinde içte ve dışta üstesinden gelemeyecekleri bir dizi problemlerle karşılaşmışlardır. Nihayetinde yaptıklarına bin pişman olduklarını varsaysak bile hemen her şey kırılıp döküldükten sonra pişmanlık duysalar ne duymasalar ne. 

        Tanzimat bu ülkenin bağrında öyle bir yara açtı ki; bugün olmuş halen batı koridorunda bir koşuşturmadır gidiyor, bir türlü bu koşuşturmanın ardı arakası kesilmiyor. Baksanıza habire  “Bizi hangi sihirli formül ya da hangi müesses nizam kurtarır” sorusunun cevabını o günden bugüne halen arar haldeyiz hep. Tanzimat bu noktada arar halimizin ilk adımıydı. Aynı zamanda batı kapısını aralayan da ilk basamaktır.  Hatta bir sonraki düzen meraklılarına ışık olan ilk basamaktır.  Meşrutiyet ise bu sihirli iksirin kesin formülünü bulmuşçasına hareket etti. Şimdiye kadar denemedik sihirli formül reçetesi kalmadı dersek yeridir. Derken en nihayetinde Cumhuriyet modeline geçişimizi ilan ettik ve bugünlere geldik.  Tabii arayış serüvenimiz bitmedi, şuan yine gelinen noktada meselelerin üstesinden çözecek sihirli formüller peşindeyiz. İyi hoşta hâlâ doğru dürüst sivil bir anayasa edinemedik. Hele ki yamalı bohça hale gelen 12 Eylül Darbe Anayasasını sil baştan değiştirmeden her meseleyi çözecek sihirli formüller bulsak ne fayda verir ki. Bir kere mevcut Anayasa tüm sosyal problemlerin üstesinden gelecek sihirli formül arayışlarına bile şerh ve kota koymuş durumda. Dolayısıyla Yeni Anayasa çalışmalarında ancak sınırlı değişiklikler yapabileceğine izin veriyor.           

         Şurası muhakkak dışarıdan ithal tercüme metinler halkın dokusuyla uyuşmamakta, bu yüzden de derdimize çare olamıyorlar. İşte durum vaziyet böyle olunca kimimiz kurtuluşu demokraside, kimimiz sosyalizmde, kimimiz kapitalizmde, kimimiz masonlukta vs. arar olduk. Elbette ki her sistemin bize öğreteceği ve kazandıracağı faydalı yönlerde olabilir,  ama bu demek değildir ki kökü dışarda olan sistemler birebir kopya edilip ülkemize ithal edilmiş olsun.  Oysaki bizi aydınlık yarınlara kavuşturacak olan asıl sihirli reçete, kendi öz dokumuzla uyuşacak ve aynı zamanda hür düşüncenin önünü açacak kendi Anayasal sistemimizi oluşturmaktan geçmekte.  Belli ki halkın hür vicdanına ve örfüne uygun sivil bir Anayasa ortaya koyamadığımız sürece, daha çok kendi doku yapımızla uyuşmayan sihirli formüller peşinde koşturacağız demektir. O halde hazır koşuşturmalardan bahsetmişken bu arada şimdiye kadar hangi sihirli formüllere başvurmuşuz bunu bir kronolojik çerçevesi içerisinde sıralamakta fayda vardır elbet. Nitekim tarihi süreç içerisinde arayışa koyulduğumuz formüller genel hatlarıyla şu başlıklardan oluşmakta:

     -Tanzimat formülü (Gülhane Hatt-ı Hümayunu),

     -Mithat Paşa formülü (I. Kanun-i Esasi),

      -II. Meşrutiyet formülü,

      -%100 Avrupalılaşma formülü (Dr. Abdullah Cevdet reçetesi),

      -İslamlaşma hareketi (Sebilürreşat formülü),

      -Türkçülük hareketi (İlk Türk Yurdu reçetesi),

      -Ziya Gökalp ve Yeni Mecmua formülü, 

      -Prens Sabahattin formülü (Âdem-i merkeziyet teşebbüsü),

      -Terakki Perver formülü,

      -Cumhuriyet formülü, 

      -Serbest Fırka formülü (reçetesi),

      -Altı Ok formülü,

       -DP) formülü (Demokrasi Hareketi) (Bkz. Yağmur Yayınevi İst. Doğu-Batı Sentezi, Peyami Safa S.89)

        Ayrıca bunlara ilaveten:

       -27 Mayıs (MBK reçetesi) ve 12 Eylül formülü,

       -Özal formülü (Serbest piyasa ekonomi hamlesi vs.),

       -Tayyib Erdoğan Dönemi Yeni Türkiye Yüzyılı formülü gibi arayışlara da koyulmuşuz.     

         İşte,  yukarıda sıraladığımız birebir sihirli formül arayışına girdiğimiz sürecin genel alt başlıkları iyi analiz edildiğinde kar ekseriyetinin toplumda karşılık bulmayıp büyük kırılmalara yol açtığı diğer bir kısmının da karşılık bulup olumlu yansımaları olduğu görülmüştür. Derken tüm geçirdiğimiz deneme formüllerin üzerine bir de üstüne üstük 28 Şubat Postmodern darbe,  Temmuz 2007 e-muhtıra girişimi ve Nisan 2008 yargı darbesi, 17 Aralık 2013 ve 7 Temmuz 2016 Pensilvanya kaynaklı paralel ihanet çetesi darbe girişimlerine maruz kalmamızda işin tuzu biberi olmuştur.  Belli ki Türkiye'nin güçlü olmasından endişeye kapılıp yolumuzu kesmeye çalışan iç ve dış mihraklar hiç yerinde durmayacaklar gibi gözüküyor.  Dolayısıyla şimdi gel de bütün bu toz duman içerisinde bunalımdan çıkış yolu arayışına koyulma, elbette ki arayışa koyulmak zorundayız. Hani atalarımız demiş ya, arayan Mevla’sını da bulur belasını da. Hiç kuşkusuz bizim arayışımızdan muradımız Mevla’yı bulmaktan yana arayış olacaktır. Hele ki tarihi süreç içerisinde gelinen noktada geçmişten kalan tabular bir bir yıkıldıkça, tabandan tavana yapılanma emareleri filiz verdikçe hak ve hakikat arayış umutlarımız daha da yeşerecek gibi gözüküyor. Hakeza sivil toplum, sivil katılım, sivil inisiyatif, millî ve İslami söylemlerin hemen her platformda konuşulur olması bize bu ümidi veriyor da.  Zaten doğup büyüdüğümüz bizim olan topraklarda kendi öz değerlerimizle taban tabana zıt ısmarlama formüllerden bugüne kadar ne fayda gördük ki, şimdide görelim.  Dolayısıyla bizim olan topraklarda bizi ancak tarihi kimliğimizle barışık,  hem yerel değerlere hem de evrensel normlara açık, aynı zamanda toplumun dokusuyla uyumlu sihirli formüller kurtarır. 

       Aslında dünden bugüne süregelen sihirli formül arayışımız biraz da Fransız alışkanlığının bir başka değişik versiyonu olarak toprağımıza sıçramış gözüküyor. Zira Fransa 1789’da Cumhuriyet kavramını bir idari biçimi olarak algılamayıp bu kavrama ideolojik boyut katmışlardır. Nitekim 1789 tarihi Cumhuriyet devriminin başlangıcı addedilmiş de. Malum bu miladın öncesine reddiyeler döşenmiş, sonrasına da methiyeler dizilmiştir. Oysa çok övündükleri Cumhuriyet modeli bile kendi içinde cazibesini kaybedince beş kez yıkılmak zorunda kalmıştır. Fransızların geçirmiş oldukları tarihi süreçlere şöyle bir göz attığımızda kurdukları beş cumhuriyet dönemi içerisinde krallığa iki kez dönüş yaptıklarını da görürüz. Neyse ki birçok imparatorluk denemelerinden sonra Cumhuriyetin beşincisini kurmak De Gaulle’ye kısmet olmuştur. İşte formül arayışı böyle bir şeydir.  Bugün ak dediğine yarın kara diyebileceğimiz bir süreçtir bu. Belli ki o günkü konjonktürde önceki yönetime kara, bir sonrakine ak demeyi gerektirebiliyor. Hadi Fransa’yı anladık ta,  peki ya bize ne oluyor, ortada ne padişahlık,  ne saltanat,  ne de Fransa örneğine benzer bir krallık var, bu gerçeklere rağmen bu denli tarihe düşmanlık niye? Maalesef bizim ülkemizde de Tanzimat’tan günümüze kadar Fransız serüvenine benzer olaylara ak-kara ikilemi üzerinden bakma hastalığımız söz konusu.  Oysa iyi ve kötü ayırımını yapma ilahiyatçı ve pedagogların alanına giren bir iştir.  Suç ve masumiyet karinesi ikileminin ayırımını yapma ise hukukçulara alanına g3eren bir iştir.  Hakeza kim sahte kahraman kim gerçek kahraman ya da tarihi belgelerin hangisi doğru hangisi yanlış ayırımını yapacak olanda tarihçilerin alanına giren bir iştir.    Dolayısıyla Tarihi hizaya getirme ve çarpıtma asla bizim işimiz olamaz. Bırakın tarihi olayların analizini tarihçiler yorumlasın. Bize sadece uzmanların ortaya koydukları belgelerden hareketle tarihte olup biten her ne varsa tüm bunlardan ibret alıp ders almak düşer.  Bundan daha da öte artık gün bugündür deyip geçmiş sihirli formüller üzerinde kafa yormak yerine değişim sürecinin son halkası olan Yeni Türkiye yüzyılında Cumhuriyetimizi sivil katılımcı demokrasiyle nasıl taçlandırabiliriz buna kafa yormamız bizim için daha akıllıca tutum olacaktır. Hatta enerjimizi bu yönde harcarsak, çağlar üzerinden sıçramamamız an meselesidir diyebiliriz pekâlâ. 

       Sihirli formül arayışında Osmanlı’yı karalayıp Cumhuriyete meşruiyet kazandırılmaya çalışıldığı herkesin malumu. Dahası Osmanlı’da hürriyet olmadığı yalanının okullarda genç dimağlara habire aşılandığı da bir vaka. Yetmedi bu ülke sanki hiç hürriyet yüzü görmemiş gibi Cumhuriyetle birlikte hürriyete geçiş yaptığımız kehaneti zihinlere enjekte edildi hep. Oysa Ulu Hakan Abdülhamid Han Meclis-i Mebusan’ın açış konuşmasında; “Devletimizin ilk zamanlarımdan itibaren kudret ve kuvvetinin dünyaya yayılma nedeni, hükümet işlerindeki adaletinden ve her sınıf tebaanın hak ve menfasına riayet etmesindendir. Büyük ecdadımız Fatih Sultan Mehmet Han merhumun din ve mezhep serbestliği ile hürriyetin temini konularında gösterdiği müsaadeler hepinizin malumudur. Diğer geçmiş büyüklerimizde bu yolu takip ederek hiç bir zaman mezhep ve tören serbestliğine halel getirmemişlerdir. Altı yüz seneden beri tebaamızdaki sınıfların milliyet, mezhep ve dillerini muhafaza edebilmeleri, belirtilen adalet hususunun tabi bir neticesidir ki bu durum inkâr edilemez”  diye söylerken, geçmişi inkâr etmeyerekten geleceğe yönelmek gerektiğini ortaya koyuyordu. Bu demek oluyor ki sihirli formül arayışında tarihi yargılayaraktan ak-kara ikilemiyle geleceğe yönelmek asla sağlam temeller üzerine oturamayacaktır. Dolayısıyla gelecek kurgusu için yaşanılan tarihin öncesini ve sonrasını bir bütün olarak görme objektifliğine ihtiyaç vardır.  Saltanat dönemlerine reddiye döşemekle bir yere varılamaz. Oysa saltanat dönemleri de bizim, cumhuriyette bizim. Hatta bunlarla da yetinmeyip Yeni Türkiye Yüzyılında cumhurun mana ve ruhuna uygun olarak cumhuriyetimizi demokrasiyle taçlandırmakta bizim şiarımız olmalı.

       Bir kere tarihi süreç içerisinde yaşanılan o sihirli formül arayışı ve çabalarını öncelikle o devrin şartlarını göz önünde bulunduraraktan değerlendirmekte fayda vardır. Nasıl ki kanunnamelerle özdeşleşmiş Kanuni Sultan Süleyman devrinin dönemi şartlarında dijital çağın oluşumunu beklemek hayal mahsulü bir tutum olurduysa, Kuvayı milliye dönemi şartlarında Cumhuriyeti kuranlardan da “sivil katılımcı demokratik” bir yapılanmanın oluşumunu beklemekte aynı şekilde hayal mahsulü bir tutum olurdu. Şu anda bulunduğumuz şartlar sivilleşmeyi gerektirdiği için bizim insanımız artık sivil söylemlere itibar etmekte. Özal dönemi öncesi süreçte sivil toplum, sivil katılım, sivil kuruluş gibi kavramlardan bihaberdik. Özal dönemiyle başlayan içe kapalılıktan dışa açılma politikaları sayesinde tarihte olan biteni devrin şartlarını göz önünde bulundurarak daha yeni yeni yorumlamayı öğrenir hale gelebildik.  Hiç kuşkusuz bu aşamaya gelebilmek pekte kolay olmadı elbet. Düşünün ki bilhassa Özal öncesi Türkiye’sinde resmi tarihin dışında tarihi kitapları okumanın yasak olduğu dönemlerde Abdülhamid Han gibi ilerisini önceden görebilen deha bir Hakanı “Kızıl Sultan” yaftasıyla etiketleyip itibar suikastı yapılabiliyordu, şimdi gel de böylesi karalamacı anlayışla o günkü şartlarda yeniliğe geçiş yapılsın, ne mümkündü. Kaldı ki farklı kimliğe sahip çok mezhepli çok meşrepli ve birçok etnik milliyetleri bağrında taşıyan imparatorluktan hemen oldubittiye getirilip bir çırpıda meşrutiyete geçiş yapmayı beklemek akıl izanın kabul edemeyeceği bir husustur.  İşte bu noktada Ulu Hakan Abdülhamid Han’ı istibdatçı olarak karalayanlara sormak gerekir; Cumhuriyet kurulmuş kurulalı tam teşekküllü demokratikleşmeye geçiş yapabildi mi ki,  Osmanlı’da bir çırpıda geçiş yapabilsin.  Tarihi bir bütün olarak görmeyenlere şunu iyi bilsinler ki;  tarihi olayları kişilere endeksleyerek tarih inşa edilemez.  Bilakis tarihi olayları analitik yaklaşımla ele almalı ki objektif bir tarih bakışı ortaya konulabilsin. 

        Elbette ki Türkiye’nin de İngiltere gibi demokratikleşme sürecini tamamlamasını dilerdik, ama olmadı.  Hadi bu neyse de bari işler iyice sarpa sarmadan önce meşrutiyet aşaması, daha sonra demokratikleşme aşamasına geçişi tedrici olarak pekâlâ yapılabilirdik. Maalesef gel gör ki yumuşak geçiş yapmak yerine Fransa’dakine benzer bir ileri bir geri diyebileceğiz gel-git sert dalgalanmalar eşliğinde bugünlere gelinebildi. Şayet İngiltere gibi yumuşak geçiş örneği sergileyebilseydik Türkiye’nin şu anki durumu çok daha farklı yerlerde olurdu. 

        Malumunuz, millî mücadelenin maddi veçhesini Büyük Millet Meclisi oluşturur. Nitekim bu kurulan meclisin kararıyla kurtuluşumuz gerçekleşip akabinde Cumhuriyet sistemine geçiş yaptık. Bir başka ifadeyle Cumhuriyet Meclisin kararıyla gerçekleşmiştir. Dahası BMM (Büyük Millet Meclisi), Cumhuriyet’in ilerleyen dönemlerinde TBMM (Türkiye Büyük Millet Meclisi) adını almıştır. Derken verilen bu isme binaen TBMM’nin çıkardığı ilk kanunlar arasında TBMM’ye karşı olmak vatana ihanetle eş tutulmuştur. Ama öyle dönemlerde yaşandı ki artık TBMM’ye muhtıra vermek vatana ihanet olarak addedilmemiştir.  Bu demektir ki cumhuriyetin bazı dönemlerinde “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” hükmü lafta kalmış, uygulamada her on yılda bir darbe yapan vesayet odaklarının hükmü egemen olmuştur. 

        Hulasa-i kelam anlaşılan o ki, Cumhuriyet’in ilk yılları padişaha ve halifeye sadakatle başlamış,  sonrasında meşruiyet kaymasıyla birlikte saltanat lağvedilmiştir. Akabinde sihirli formül arayışı içerisinde tek partili,  çok partili dönemler yaşanmış,  derken bugünlere geldik. Belli ki daha da arayışlarımız son bulmayacak. Bakalım Cumhuriyetin İkinci Yeni Türkiye Yüzyılında daha ne gibi arayışlar içerisinde olacağız bakıp göreceğiz elbet.  Bu noktada bize niyet hayır akıbet hayrola demek düşer.

          Vesselam.