Bilindiği üzere toplumlar üzerinde medya çok önemli görevler üstlenmektedir. Medyanın bu önemli görevlerine değinecek olursak bunların başında özellikle haber verme, bilgi sağlama, bireylerin toplumsallaşma bilincine ulaşması, eğitim seviyesinin yükseltilmesine ve iyi vakit geçirilmesine aracılık etmek gelmektedir. Dolayısıyla medya bu işlevleri yerine getirirken hayatımızın da bir parçası haline gelmiş durumdadır.
Global dünya düzeni ve küreselleşmenin de etkisiyle medya sadece belirli işlevlerini yerine getirmekle kalmamış ekonomik ve siyasal alanlarda da etkisini göstermiştir. Bununla birlikte toplumu yönlendiren bir unsur haline gelerek medya-siyaset ve ideoloji dengesi de otomatikman oluşmuştur. Gücün verdiği etkiyle medyanın büyük bir kısmında iktidarın istediği doğrultuda yayın anlayışı hakimken muhalefette bu anlamda sessiz kalmamış ve elindeki bütçe ve o ideolojiye inanmış unsurların desteğiyle kendisine yakın yayın organlarını oluşturmuştur. Bu yayın çerçevelerine örnek verecek olursak haber aynı olsa dahi iktidara yakın A Haber- TGRT gibi TV kanallarıyla muhalefete yakın FOX - Halk TV – Sözcü TV gibi kanalların o haberi kendi ideolojik bakış açılarından verdikleri net bir şekilde görülmektedir.
GÜÇ İKTİDARA SAHİP OLMAKTAN GEÇER
Siyasetin temelini bilindiği üzere farklı çıkar ve düşünce odaklarının birbiriyle çekiştiği tartıştığı ve çatıştığı ortam ve kavramlar oluşturmaktadır. Bu kısır döngü ve çatışmanın nedeni toplumdaki kaynakların kendi eksenleri içerisinde paylaşılma çabasıdır. Bu paylaşımdaki güç ise iktidara sahip olmaktan geçer. Dolayısıyla siyaset sadece bazı kaynakların paylaşım mücadelesi değildir. Siyaset toplumda uzlaşmayı ve bütünleşmeyi hedef alıp, herkesin yararına bir toplum düzeni kurulması için çaba harcarken buradaki diğer amaç ise farklı ideolojilere sahip kitlelerin iktidara sahip olma mücadelesini elde ederek kendi düşünce ve hayat görüşlerini toplum üzerinde hakim kılacak bir etkiyi toplumsal düzen üzerinde hissettirtme amacı taşımaktadır.
Tüm bunlardan yola çıkarak siyaseti, nasıl baktığınıza, ne anladığınıza ve hangi amaca hizmet ettiğinize bağlı olarak şekillenen bir süreç olarak da tanımlamak mümkündür. Akademisyen ve siyaset bilimci İlter Turan’a göre insanlar çeşitli bağlarla birbirine bağlanmış olmalarını ve etkileşimde bulunabilmelerini siyasetin gereği olarak kabul etmektedir.
İletişim mesaj alışverişiyle insanlar arasında “ortaklık sağlama amacı gütmekte, insanların sahip oldukları bilgi, düşünce ve tutumlarını, çeşitli yollarla başka kişilere aktararak toplum içinde benzeşme ve birlik sağlamayı hedeflemektedir. Siyaset bilimci Dan Nimmo da iletişimi, “insanların davranışlarına temel teşkil eden, dünyaya ilişkin imajlarını oluşturan anlamların meydana getirildiği ve bu imajların semboller yardımıyla değiş tokuş edildiği sosyal bir eylem süreci olarak ifade etmektedir.
İnsanlar ve gruplar arasında meydana gelen iletişim, sosyal bir çerçevede gerçekleşmektedir. İletişim sadece bilgi vermez aynı zamanda yönlendirir, ikna eder ve duygulara seslenir. Siyaset, iletişimin bu özelliklerini kullanarak amacına ulaşmaya çalışır. Kitleleri yönlendirmek, verilen mesaja inandırmak ve duygularıyla hareket etmelerini sağlamak için iletişim kilit bir rol üstlenmektedir.
Demokratik sistemin aktörleri arasında kitle iletişim araçları ve siyasi kadrolar önemli yer tutmaktadır. Kitle iletişim araçları sadece siyasi kadroların mesajlarını halka ulaştırmakla kalmaz, aynı zamanda siyasi sistemi denetleme işlevi de görürler. Kitle iletişim araçları siyasal bilgi edinme ve siyasal ilgi düzeyini artırmaya da katkıda bulunurlar. Özellikle seçim dönemlerinde kitle iletişim araçlarının taşıdığı siyasi malzeme yükü daha da artmaktadır.
Kitle iletişim araçlarının toplum ve siyaset üzerindeki etkisini, Amerikalı siyaset bilimci Richard Fagen’in verdiği şu örnek çarpıcı bir biçimde açıklamaktadır: “Eğer 2 bin kişiyi kitle iletişim araçlarında kilit noktalara yerleştirebilecek bir düzenbazlık şebekesi kurabilme imkanı olsa, Amerika’nın tümünü ve dünyanın büyük bir kısmını ABD Başkanının öldüğüne inandırmak işten bile değildir!..“
Kitle iletişim araçları ya da yaygın kullanımıyla medya işte böylesine stratejik bir öneme sahiptir. Siyasetin oluşumunda ve yönlendirilmesinde medya çok büyük bir önem taşımaktadır.
MEYER’E GÖRE SİYASET MEDYA ELİYLE YÖNLENDİRİLİYOR
Medya ile siyaset arasındaki ilişkiyi “Medya Demokrasisi“ isimli kitabında inceleyen Thomas Meyer, siyasetin medya eliyle yönlendirildiğine şöyle dikkat çekmektedir:
“Siyaset alanı medya sisteminin etkisi altına girer girmez önemli ölçüde değişir, medya sisteminin kurallarına bağımlı hale gelir. Medya sisteminin mantığı siyaseti sömürgeleştirirken yalnızca siyasalın betimlenme şeklini ya da diğer sistemlerle ilişkisini yeniden yapılandırmaz siyasal süreci üretim düzeyinde, yani siyasal alanın benzersiz bir yaşam biçimi olarak ortaya çıktığı düzeyde etkiler. Medya mantığının kuralları, siyasal mantıktaki kurucu faktörleri, birçok durumda onlara yeni anlamlar vererek ve medya yasalarından alınan yeni ögeler ekleyerek yeniden kalıba döker. Bu anlamda sömürgeleşme, siyasetin medya sisteminin mantığına neredeyse koşulsuz teslim olması demektir…“
Medya sistemi, siyaseti sömürgeleştirirken bunu zorla yapmamakta, siyasetçinin iktidar olabilmek amacıyla medyayı kullanma istek ve arzusu sömürüye boyun eğmeyi de beraberinde getirmektedir. Oyunun kurallarını medya belirlemekte, siyasal sisteme sadece kuralların nasıl uygulanacağı konusunda küçük bir alan bırakılmaktadır.
KAMUOYUNUN OLUŞUMUNDA MEDYANIN ROLÜ
Kamuoyunun oluşumunda birey ve grupların yanı sıra, kitle iletişim araçları da önemli rol oynamaktadır. Kamuoyu, iletişim ve toplumsal etkileşim süreci içinde oluştuğu için medya vasıtasıyla alınan mesajlar, kanaatlerin oluşumunda etkin olmaktadır. Medyadan mesajı alan birey, mesajın içeriğine göre ya sahip olduğu kanaati pekiştirmekte ya da eğer kararsız bir durumda ise karar vermesi kolaylaşmaktadır.
Medyanın gündem oluşturma gücü de kamuoyunun oluşumunda etkilidir. Kitle iletişim araçları istedikleri haberleri önemseyip büyütmekte, yine kendi istedikleri haberleri de küçülterek önemsizleştirmektedirler. Medya bu politikayı, kamuoyunun yönlendirilmesinde, etkilenmesinde sıkça kullanmaktadır. Kamuoyu ile medya arasındaki ilişkiyi inceleyen Elisabeth Neumann, “suskunluk sarmalı prensibine vurgu yapmaktadır. Suskunluk sarmalı; anonim bir toplumda bağlılığın, değerler ve hedefler üzerindeki yeterli bir anlaşma düzeyi aracılığıyla sürekli olarak sağlanmak zorunda olduğu varsayımı üzerine kuruludur. Bu anlaşmayı, kamuoyu olarak ifade eden Neumann, suskunluk sarmalının kapsamını ve işleyişini şöyle ifade etmektedir:
“Bu tür bir anlaşma sadece siyasal konularda değil, gelenekler ve moda gibi dış etkenler açısından da aranmaktadır. Suskunluk sarmalı kuramı, yalnızca üyelerinin birbirlerini tanıdıkları grupların değil, toplumun da uzlaşmanın dışında kalan bireyleri tehdit ettiği varsayımına dayanmaktadır. Toplum bunları dışlama ve ihraç ile tehdit etmekte, bireyler de belki genetik olarak belirlenen bilinçaltı bir dışlanma korkusu taşımaktadır. Bu dışlanma korkusu, insanların çevrelerinde hangi fikirlerin ve davranış biçimlerinin benimsendiğini ya da reddedildiğini ve hangi fikirlerin ve davranış biçimlerinin taraftarlarının arttığını ya da azaldığını düzenli olarak kontrol etmelerine yol açmaktadır. Eğer insanlar kendi fikirlerinin kamuoyundaki uzlaşma içinde yer aldığına inanırsa, özel ve kamusal tartışmalarda yüksek sesle konuşma cesaretine sahip olurlar. Ama insanlar azınlıkta olduklarını hissederlerse, suskun ve temkinli davranırlar...“
BİREYLER KENDİ FİKİRLERİNİ OLUŞTURURKEN EN ÇOK MEDYADAN SAĞLANAN BİLGİ VE HABERLERİ KULLANIYOR
Bireyler kendi fikirlerini oluştururken en çok da medyadan sağlanan bilgi ve haberleri kullanmaktadır. Medyanın topluma sunduğu bilgileri değerlendiren bireyler, bu bilgilerin kamuoyunda nasıl algılandığına, kamuoyunun hangi yönde oluştuğuna dikkat ederek, buna göre bir pozisyon almaktadırlar. Eğer medyanın oluşturduğu kamuoyuna aykırı fikirleri varsa bile dışlanma korkusuyla bu düşüncelerini açıklamaktan çekinmekte, hatta çoğu zaman hiç açıklamamayı tercih etmektedirler. Çünkü toplum, medyanın oluşturduğu ortam nedeniyle genel kabul gören düşüncelerin dışında farklı bir düşünceye tahammül edememekte, dışlamaktadır. Medya yaptığı yayınlarla kamuoyunu oluşturmakta, topluma da kendi imalatı olan bu sanal oluşumu dayatmaktadır. Bu medya imalatı sanal gündemlere karşı çıkanlar ise suskunluk sarmalı duvarına çarpmaktadır. Medyanın kamuoyu oluşumundaki gücü ortadadır. Bu güç yanlış kullanıldığında ve ehil olmayan ellere geçtiğinde önemli tahribatlara yol açabileceği bilinmelidir.
MEDYA’NIN KAMU GÖZCÜSÜ OLMA ROLÜ
Medyanın işlevlerine bakıldığında iki önemli niteliği ön plana çıkmaktadır. Bunlardan biri medyanın kamu gözcüsü olma rolüdür. Medya kamu gözcüsü olarak devlet otoritesinin kullanılmasındaki kötü uygulamaları açığa çıkartmakla görevlidir. Medyanın kamu gözcüsü rolü, aynı zamanda medyanın örgütlenme biçimiyle de yakından ilgilidir. Çünkü kamu otoritesinden bağımsız örgütlenemeyen, ekonomik özgürlüğünü kazanamayan hiçbir medya kuruluşu, kamu gözcüsü olarak görev yapamaz.
Ancak medyanın kamu gözcüsü rolü, özellikle son yıllarda medya içeriklerinde yaşanan magazinselleşme nedeniyle epeyce arka planlarda kalmıştır. James Curran “kitle iletişimi ve demokrasi“ isimli makalesinde kamu gözcüsü rolünün medyanın oldukça politize ve muhalif olduğu dönemlerde işlevsel olduğuna dikkat çekerek, “günümüzde modern medyanın çoğunluğu eğlence araçları haline gelmiştir. Kamusal olaylarla ilgili haberler medya içeriğinin yalnızca küçük bir bölümünü oluşturmaktadır. Doğruyu söylemek gerekirse medyanın rolü, çoğu zaman yapmadığı şeyler açısından tanımlanmaktadır“ değerlendirmesinde bulunmaktadır.
Curran’ın altını çizdiği “medyanın yapmadığı şeyler“ konusu büyük önem taşımaktadır. Medyanın ne yazdığına değil aslında “neyi yazmadığına“ bakılmalıdır. Çünkü yazılmayan haberlerin arkasında mutlaka bir çıkar ilişkisi bulunmaktadır. Bu çıkar ilişkisi kimi zaman siyasal iktidardan kredi ve teşvik alınması şeklinde tezahür etmekte, kimi zaman da büyük holding ya da şirketlerden reklâm alınması ya da başka menfaatler sağlanması şeklinde olabilmektedir. Böyle olunca da medyanın kamu gözcüsü rolü anlamını yitirmektedir. Medya bugün hem kendi çıkarlarının hem de siyasal iktidarın çıkarlarının gözcülüğünü yapan bir konumda bulunmaktadır.
Medyanın bir diğer işlevi de bilgilendirme rolüdür. Medyanın bilgilendirme rolü, kendini ifadeyi kolaylaştırma, kamusal aklı ileriye götürme ve toplumun kendi geleceğini ortaklaşa belirlemeye imkân sağlama açılarından önem taşımaktadır. Bunlar olması gerekenler, ama acaba pratikte medyanın bilgilendirme rolü nasıl işlemektedir?
Bu konuda “Gazetecilik Etiği ve Demokrasi“ isimli makalesinde Manuel Nunez Encabo, “medyanın asıl amacı kamuyu eğitmek ya da kendilerini yargı benzeri karar alma organları olarak tayin etmek değildir. Medyanın amacı kamuoyunu önceden belirlemek ya da oluşturmak da olmamalıdır” yorumunu yapmaktadır. Encabo, medyanın asıl amacını kamuyu ilgilendiren konulara ilişkin çeşitli enformasyon ve kanıları aktarmak şeklinde tanımlamaktadır.
Yani medya bilgilendirme rolünü yerine getirirken, kamuoyu oluşturmamalı, kamuoyunu yönlendirmemeli ve kendini kamu otoritesinin yerine koymamalıdır. Habermas’ın ifadesiyle, medya kamuoyunu temsil etmez! Medyada yayınlanan kanı ile kamuoyu arasında kesin bir ayrım yapılmalıdır. Kamuoyu, halkın kolektif veya bireysel olarak kendi kanılarını genelleştirerek doğrulanabilir bir tarzda ve çoğunluk oluşturacak şekilde dile getirmesidir. Kamuoyunu temsil eden ve meşrulaştıran tek şey halkın kendisidir.
KAMUOYU OLUŞTURMAK MEDYANIN GÖREVİ DEĞİLDİR
Kanı ve kamuoyu kavramlarının yanlış kullanılması medyanın rolüne ilişkin yapılan hataların da kaynağını oluşturmaktadır. Manuel Nunez Encabo’nın da dikkat çektiği gibi medya kamuoyu oluşturmak için enformasyon uyarlamamalı veya kendi çıkarı doğrultusunda kullanmamalıdır. Çünkü medya bu şekilde bilgilendirme rolünü kötüye kullanmakta, kamuoyuna bilgi verme yerine onları yönlendirmekte, kendi istediği şekilde kamuoyunun oluşması için çaba harcamaktadır.
MEDYADA MEDIOCRACY SENDROMU
Medya, bilgilendirme rolünden sıyrılıp kamuoyu oluşturma rolünü üstlendiğinde işte o zaman da kendini kamu otoritesinin ya da yargının yerine koymaktadır. Böyle olunca da halkın özgür iradesinin yansıması olan demokrasi yerine ortaya “mediocracy“ çıkmaktadır. Manuel Nunez Encabo, “mediocracy“, bireylerin devredilemez haklarının yanısıra, devlet erkinin üç temel unsuru olan yasama, yürütme, yargı gücünün meşruluğuna ve gücün kötüye kullanımını engelleyen güçler ayrımına dayanan demokratik topluma zarar verdiğine dikkat çekmektedir. Bu kavram üzerine ülkemizden örnek verecek olursak şüphesiz darbeleri ve muhtıraları örnek gösterebiliriz. Hatta bir dönem hangi siyasi partinin iktidara geleceğinde veya kimin Başbakan olacağı konusunda medyanın büyük bir etkisi olmuştur.
Bugün medya kaynaklı sorunların temelinde “mediocracy sendromu“nun yattığı görülmektedir. Halkı temsil etmeyen, kendi çıkarına öncelik veren ve bunu demokratik topluma zarar verme pahasına yapan bir medya anlayışının mutlaka gözden geçirilmesi gereklidir. Küreselleşme süreci, siyasal ve ekonomik alanlarda olduğu gibi “medya düzeni“ üzerinde de çok önemli değişim ve dönüşümlere neden olmaktadır.
KÜRESELLEŞMENİN MEDYAYA ETKİSİ
Teknolojik gelişmeler yeni küresel medya sanayisini doğurmuş, görsel/işitsel üretim belirli bir mekâna hapsolmaktan çıkmış, adeta yurtsuzlaşmıştır. Yeni küresel medya araçlarının pazar alanı artık bütün dünyadır. Yerel kültürler için üretim yapma devri kapanmış, New York’tan Kahire’ye, Londra’dan Ankara’ya, Brüksel’den Yeni Delhi’ye kadar bütün kültürler hedef kitle kapsamına alınmıştır.
David Morley ve Kevin Robins “Kimlik Mekânları“ isimli kitaplarında küresel medya anlayışını şöyle ifade ediyorlar:
“Kar ve rekabet mantığıyla hareket eden yeni medya şirketlerinin şimdi en önemli amacı, bundan böyle ürünlerini mümkün olan en geniş tüketici kitlesine ulaştırmaktır. Bu durumda da sürekli bir gelişmeci eğilim vardır ve bu eğilim durmaksızın genişletilmiş görsel/işitsel mekânlar ve piyasalar inşa edilmesi yönünde çalışmaktadır. ulusal toplulukların eski sınırları ve engellerinin yıkılması artık zorunludur ve bu sınırlar, ticari stratejinin yeniden örgütlenmesinin önündeki keyfi ve irrasyonel engeller olarak görülmektedir. Görsel/işitsel coğrafyalar böylece ulusal kültürün sembolik mekânlarından uzaklaşmakta ve uluslararası tüketici kültürün daha evrensel ilkeleri temelinde yeniden düzenlenmektedir. İthal programların serbest ve engelsiz dolaşımı, yeni medya düzeninin en büyük idealidir. Bu öyle bir idealdir ki, bunun mantığı nihai olarak küresel programlar ve küresel piyasalar oluşturulmasına varır. Ve daha şimdiden, bu ideali gerçek kılmaya çalışan küresel şirketlerin iktidarını görmekteyiz. Yeni medya düzeni, artık küresel bir düzen haline gelmeye başladı.
Hakan ÖZEN
Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Gazetecilik Anabilim Dalı
Tezli Yüksek lisans Öğrencisi