Selim Gürbüzer


SİVİL TOPLUM

Sivil toplum, toplumun kamu işleriyle görevli olmamakla beraber insani problemleri çözmek için devletin gönüllü bir parçası olarak rol üstlenen örgütlü toplum demektir.


Sivil toplum, toplumun kamu işleriyle görevli olmamakla beraber insani problemleri çözmek için devletin gönüllü bir parçası olarak rol üstlenen örgütlü toplum demektir. Malum eskiden ‘örgüt’ yerine “teşkilat” demek vardı. Her neyse örgüt ya da teşkilat hiç fark etmez, sonuçta sivil toplum ve devlet olgusu da birbirlerinin yerine kullanılan kavramlardır. Öyle ya madem devlet varlığını birey ve topluma borçlu, o halde herhangi bir sivil toplumun mensubu olmak aynı zamanda devletin mensubu ve üyesi olmak demektir. Dahası sivil toplum üyeliği ile devlet üyeliği et tırnaktan ayrılmaz misali sıkı sıkıya bağlı ikili unsurlardır. Dolayısıyla Toplum kesimlerinin belli bir amaca yönelik değişik alanlarda bir araya gelip organize topluluklar halinde teşkilatlanması “sivil toplum” olarak anlam kazanır. Hem nasıl anlam kazanmasın ki, sivil toplumun adını anmak bile toplumu oluşturan tüm aidiyet unsurlarını tanımak demektir. Nitekim toplumu oluşturan farklı kültür ve farklı etnik unsurlar sivil toplum olarak anlam kazanırken, farklı alanlarda bir araya gelmiş dernek, vakıf, meslek odaları, cemaatler ve partilerin her biri de sivil toplum kuruluşları olarak anlam kazanır. İster adına sivil toplum, ister sivil toplum kuruluşu densin sonuçta her iki öğe de devletin bir parçası olarak toplumun yönetimi için vardır. Bu noktada önemli olan sivil toplum unsurlarının devletinde yükünü hafifletecek bir şekilde örgütlü toplum olabilme niteliğini kazanabilmesidir. Aksi halde devletin sadık örgütlü parçası olmak yerine, sürekli birilerinin güdümünde koyun misali güdülmeye mahkûm avare topluluk olunacaktır. 

Bilindiği üzere Hitler, Mussolini, Lenin, Stalin gibiler sivil toplum karşıtı totaliter liderler olarak tarih sahnesinde at koşturmuşlardır. Bunların tam zıddı Nelson Mandela, Mahatma Gandhi ve Malcolm X gibi liderlerde sivil toplum dostu öncüleri olarak gönüllerde taht kurmuşlardır. Peki, beşer planın üstünde öncü liderler var mıdır derseniz, var elbet. Hiç kuşkusuz onlar da vahiyden beslenen başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere gelmiş geçmiş tüm peygamberler, hakeza Resul-i Ekrem (s.a.v)’in izini iz sürerekten ilhamından beslenen sahabeler, tabiinler, tebe-i tabinler, ulemalar ve başbuğ velilerdir. Ki; bu saydıklarımız kelimenin tam anlamıyla totaliter liderlerin zıddı kâmil liderlerdir. Nitekim bunlardan tüm âlemlere ve insanlığa rahmet olarak gönderilen en büyük sivil toplum öncüsü Resûlullah (s.a.v) sadece İslam’ı tebliğ etmekle kalmamış aynı zamanda kitlelerle birlikte nasıl hareket edilebileceğini ashabıyla doğrudan doğruya istişare edip tatbik eylemiş de. Allah Resulünün hemen her konuda ashabıyla istişarede bulunması O’nun çok büyük bir sivil toplum öncüsü olduğunun bariz bir göstergesidir. Bu arada her ne kadar Nelson Mandela, Mahatma Gandhi, Malcolm X gibi liderler vahiyden beslenmeseler de sonuçta onlar da yaşadıkları dönem itibariyle bulunduğu toplum içerisinde tüm haksızlıklara karşı göğüs gererekten “sivil inisiyatif” direniş göstermeleri sivil toplum öncüsü olarak addedilmelerine ziyadesiyle yetmiştir. 

Şayet geçmişten günümüze onca sivil inisiyatif mücadeleler yaşandıktan sonra geldiğimiz noktada hâlâ birtakım mahfiller sivil toplum gerçeğini görmezden geliyorsalar pes doğrusu, bu durum onların düştükleri kuyudan çıkamadıklarının delili olmanın yanı sıra çağın sivil toplum gerçeğini okuyamadıklarının da bir göstergesidir. Maalesef dünün totaliter şeflerinin kendi çağında kendi toplumlarına karşı yaptıkları zulümleri bugün bir başkaları değişik maskeler altında yapmaktalar. Hani değim olarak “Al birini vur ötekine” deriz ya hep, aynen öyle de dünden bugüne tüm totaliter yapıların hiç birinin birbirinden farkı olmaksızın hepsi de sivil toplum düşmanıdırlar zaten. Onlar dünden bugüne çirkefliklerini sergileye dursunlar, asıl bu noktada bize düşen toplumla özdeşleşmiş sivil inisiyatif oluşumların yanında yer almaktır. Bundan daha da öte yaşadığımız çağda da tıpkı Allah Resulü (s.a.v)’in Veda Hutbesi’nde doğrudan ashabıyla iletişime geçtiği çağa benzer bir çağın heyecanıyla kitlelerle beraber hareket etmeyi vazife bilmeliyiz. Tepeden yönlendirmelerle bir arpa boyu yol alınamayacağı malum, artık köhne eskimişlik işe yaramıyor yeni söylemlerle kanatlanmak zamanıdır. Zaten halk daha çok sivil söylemlere ilgi duymakta. Nitekim üniversitelerde, toplum katmanlarında, hatta partilerin gündeminde “sivil toplum”, “sivil katılım”, “sivil inisiyatif” gibi kavramların tartışılır olması yeni söylemlerin revaçta olduğunu teyit ediyor. Her ne kadar eski sol tüfekler tek partili döneminin o köhnemiş “millî şef” söylemlerinin heyecanını çok özlemiş olsalar da, yeni kuşak eskiye pek itibar etmiyor, daha çok bilgi çağının söylemleriyle hareket ediyorlar. Böylece yeni nesil çağın sivil toplum gerçeğini dile getirmekle statükocu kesimin hevesini kursaklarında bırakmış oluyor. Ne diyelim, umarız sivil toplum gerçeğini eski kuşakta idrak etmiş olur. 

Besbelli ki sivil toplum gerçeği belirli şartlar dâhilinde olgunlaşmasıyla ortaya çıkıyor. Nasıl mı? Mesela bir zamanlar tüm dünyayı kasıp kavuran ve ekonomik dengeleri alt üst eden bir kriz olay vardı ki insanlığı bunalımın eşiğine getirmişti. Malum, bu olay 40 milyon insanın işsiz kalmasına yol açan 1929 ekonomik kriz bunalımından başkası değildi elbet. Her ne kadar bu büyük bunalım kitleler üzerinde travma etkisi oluştursa da toplumları bunalımdan çıkış yolu arayışına motive ettiği de bir vaka. Derken bu ve buna benzer şartlar dâhilinde nükseden bunalımlardan kurtulmanın arayışı içerisinde bir bakıyorsun Amerika’da değişik bir tip “toplumculuğun” doğuşuna, İngiltere’de işçi örgütlenmesine, Fransa’da Leon Blum’un sol cephesi (Halk cephesi) oluşumuna, Almanya’da Nazi hareketinin doğuşuna sebep teşkil edebiliyor. 

Gerçekten de dünyayı kasıp kavuran küresel boyutta 1929 yılı ekonomik krizde hafızalardan kolay kolay silinecek sırdan bir bunalım hadisesi değildi. Hem nasıl hafızalardan silinsin ki, bikere ciddi manada birbiri üstüne ekonomik çalkantıların yaşandığı bir yıl olarak tarihin hafızasına kayd olunmuştur. Neyse ki Keynes modeli o çalkantılı yıllarda toplum üzerinde büyük şok etkisi yapan ekonomik darboğazı bir nebze olsun dindirmeye yetmiştir. Ancak Keynes modeli de miadının doldurup zaman içerisinde işlerliğini yitirince bu kez bir başka bunalımlar baş göstermiştir. Yani, bu sefer ki krizin niteliği bir başka mecralarda sahne alır. Anlaşılan o ki bir bunalımlı krize son verilirken, bir başka şartlarda bambaşka bunalımlı krizle karşı karşıya kalınabiliyor. Keza bir bakıyorsun kendi bulunduğu şartlar muvacehesinde nükseden krizlere çare olabilen bir model, bir başka şartlarda nükseden krizlere çaresiz kalabiliyor. Zira toplumsal hareketler her daim değişkenlik üzerine kuruludur. Dolayısıyla her yaşanan değişkenliklerin bir sonraki aşamasına hazırlıksız yakalanmamak için öncesinden tedbir almak lazım gelir. Aksi takdirde habire kriz sarmalından çıkamayacak bir şekilde müzmin bataklık içinde debelenip krizler ülkesi konumuna düşülecektir. Mesela bu noktada Çarlık Rusya geleceği iyi okuyamamanın bedelini tahtını kaybederek ödemiştir. Öyle ki çarlık Rusya’nın izlediği baskıcı politikalar kitleleri canından bezdirmeye yetmiştir. Böylece oluşan bu kriz sarmalı şartları muvacehesinde Lenin’e gün doğup kendince fırsat bu fırsat deyip çarlığa karşı toplumu örgütleyebilecek kıvama getirir. Derken Bolşevik ihtilali vuku bulur. Hakeza Versay zincirinin o ağır gurur kırıcı şartları da Adolf Hitler için çok iyi bir fırsat teşkil edip Almanya’da Nazizm’i zafere taşır. İşte bu gerçeklerden hareketle şunu rahatlıkla bir görüş olarak deriz ki; dünün yetkilerini elinde tutan otoriterler bilerek ya da bilmeyerek rakiplerine koz vermekle kendi kuyusunu kazıyıp yeni otoriterlerin türemesine zemin oluşturmuşlardır. Oysa ülkelerini idare eden liderler toplum taleplerini hiçe sayıp göz ardı etmeselerdi bulunduğu konumlarını çok rahatlıkla koruyabileceklerdi. Maalesef toplumla hemhal olup birlikte karar almayı gururlarına yediremediklerinden sert tedbirlere tevessül etmişlerdir.

Peki, toplumla ünsiyet kurmayı gururlarına yediremediler de ne oldu, sonunda kazanan kendileri değil başkaları olmuştur. Üstelik izledikleri yanlış sivil toplum karşıtı politikaların bedelini ağır ödemişlerdir. Şu bir gerçek hiç kimse bu dünyada ilelebet ne şah ne de padişah, belli ki “Eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri” misali bir bakıyorsun tüm totaliter aktörler saltanatlarını terk ettiklerinde arkalarından geriye sadece gözyaşı, kan, kin ve nefret tohumları ekip bıraktıklarını görüyoruz. Şayet nereden bu çıkarımı çıkarıyorsunuz diyorsanız, işte Bolşevizm, işte Nazizm gibi totaliter ideolojilerin tarihin harabelerine gömüldüklerinde kendi toplumlarının derin bir oh çekip nefes almalarından çıkarıyoruz elbet. Belli ki Aristo'nun “Tabiat boşluk kabul etmez” sözü boş bir söz değil. Çok yerinde bir tespit, bir ülke baştan adil idare edilmezse eninde sonunda o ülkenin üzerinde leş kargalarının uçuşması kaçınılmazdır. Daha sonra da uğraş dur ki, o ülkede bir daha yeniden bahar havası essin. Hele bir toplum koyun muamelesi görmeye dursun, artık kendini toparlaması çok zor olabiliyor. Hiç kuşkusuz sivil toplum gerçeğini göz ardı edilirse acı akıbetlerin yaşanması gayet tabiidir, bu yüzden bunalıma düşen toplumun haline şaşmamak gerek. Bakınız Lenin iyi bir teorisyen değildi, ama mevcut kriz sarmalı şartları lehine çevirecek ve stratejik hamle yapabilecek nitelikte usta bir liderdi. Öyle ki, akıl dolusu, sinsi ve kıvrak manevralarla kitleleri harekete geçirip Bolşevik ihtilalini gerçekleştirebilmiştir. Fakat gel gör ki, ihtilal öncesi kitlelere verilen vaatler iş başına gelince unutulmuş, yerine komünist partinin plan ve programları devreye girmiştir. Peki ya Lenin sonrası, malum bu kez Stalin gelmiş, o da Çarlara rahmet okutacak kadar toplumu linç ederek kan dökmüş totaliter bir liderdir. Dolaysıyla kan gölünün olduğu noktada, ne Lenin, ne Stalin, ne de Hitler bizim için asla örnek model teşkil etmez, biz ancak sivil toplum adına Yunus’u ve Mevlâna’yı rehber alırız. Hem nasıl rehber almayalım ki; bikere ortada “Yaradılanı sev Yaradan’dan ötürü” anlayışının yanı sıra insanlığı kucaklayan “Ne olursan ol yine gel” evrensel çağrı var. Görüyorsunuz birinde insanlığı kana bulamak var, diğerinde sevgi, aşk ve merhamet iklimi vardır.

Totaliter uygulamaların koyu olduğu ortamlarda çoğu kere sivil toplum olgusu gün yüzüne çıkmayabiliyor. Malum özgür ortamlarda ise bireyler kişiliklerini koruyabildikleri gibi bir anda sivil toplum olgusu içerisinde kendine kariyer edinebiliyor. Üstelik sivil toplum olgusunun yerleştiği toplumlarda fertler çok daha girişimci tavır da sergileyebilmekteler.

Sivil toplum olgusundan yoksun bireylerden oluşan topluluklar, siyasilerin seçimden seçime meydanlarda “herkese iki anahtar” gibi aslı astarı olmayan içi boş vaatlere kolayca kanabiliyorlar. Ülkemizde, sivil toplumun örgütlenmesine yönelik çıkarılan kanunlar daha henüz pratik hayata yansımadığı için fertler kendi iradelerini ortaya koyamıyorlar. Tabii hal vaziyet böyle olunca da bol keseden vaatlerle beyinler yıkanabiliyor. Öyle anlaşılıyor ki, sivil toplum bilinci bizim ülkemizde tam oturmuş sayılmaz. Her şeye rağmen az gittik uz gittik dere tepe düz gittik derken, yine de sivil toplum bilincinin bir gün bizim ülkemizde de gelişim kaydedeceği muhakkak. Hele sivil toplum örgütleri taleplerini ilettikleri mercilerde netice aldıklarını gördükçe, sivil toplum bilinci daha da pekişmiş olacaktır. Böylece kitleler, içinde bulunduğu olumsuz şartları örgütlü toplum olmakla lehine çevirecek “sivil inisiyatif” iradesini ortaya koyma cesaretini göstermiş olacaktır. Zira Türkiye artık eski Türkiye değil, tek partili o millî şef döneminin o baskıcı uygulamaları bir bir silinip yerle yeksan oldukça toplumun sivil inisiyatifini ortaya koymada hayli deneyim kazandığı bir vaka. Malum, Türk halkı milli şef uygulamalarına ilk sivil inisiyatif refleksini 1950 seçimlerinde DP’yi iktidara getirmekle ortaya koymuştur. Nitekim 1950 öncesi tek parti uygulamaları toplumu o kadar canından bezdirmişti ki, çok partili sisteme geçiş yapmakla Millî şef uygulamalarına olan tepkisini sandığa gömmekle vermiştir. İşte bu noktada o gün bugündür millet olarak tek parti döneminden çok partili döneme geçişi; “sivil toplum” refleksinin ayak seslerinin ilk adımı ve ilk tarihi miladı olarak biliriz. Malum o yıllarda kitleler 1950 sonrasında DP’yi iktidara getirmekle etrafında adeta yekvücut olmuşlardır. Bu demektir ki ne kadar baskıcı ve dayatmacı politikalar izlenirse izlensin, nihayetinde kazanan sivil toplum gerçeği olmakta. Kaldı ki “Sivil toplum” olgusu bize yabancı kavram da değil. Bikere Allah Resulünün Yesrib'i Medine'ye dönüştürmesinden bu yana aşinalığımız söz konusu olduğu gibi Osmanlının daha ilk kuruluşunda Osman Gazi’nin etrafında kenetlenmiş toplumun üçüncü ayağı diyebileceğimiz ahiler ve gazi alperenlerin oluşturduğu ahi ocağı ve dergâh türü bir dizi sivil toplum teşkilatlanma örneklerinin varlığıyla da aşinalığımız söz konusudur. Dahası Söğüt’te Şeyh Edebali ve Osman Gazinin birlikte mayasını çaldığı bu yapılanmalar eşliğinde Osmanlının yükselişine uzanacak derecede haşmetini reayanın (halkın) saadetinde arayan daha pek çok bir dizi sivil toplum model örneklerimiz var. Öyle ki Kanuni Sultan Süleyman bu hususta; “Reaya (halk), gerçek efendidir” diye ferman buyurmakla sivil toplum gerçeğine vurgu yapmıştır. Derken Osmanlı kendine özgü oluşturduğu sivil toplum model yapılanmaları sayesinde üç kıtada cihanşümul devlet olarak hükmetmiştir. Osmanlı’da bir diğer organize olmuş sivil toplum teşkilatlanma yapılanma örneği ise hiç kuşkusuz lonca sistemidir. Öyle ki, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin kendi bünyesi içerisinde iyi organize olmuş bu lonca sistemine dayalı teşkilatlanması sayesinde tüccarların tekelci girişim heveslerine karşı geçit verilmemiştir. Bu arada unutmayalım ki, Osmanlıda sivil toplum teşkilatlanması olarak sadece lonca sistemi değil toplumun bütün kesimlerini kapsayacak daha pek çok büyük iş bölümü ağına dayalı sistemlerin varlığı da söz konusudur. Düşünsenize bu öyle bir iş bölümü ağıdır ki, toplumun hemen her kesimi kendi üzerine düşen vazife neyse onu en iyi şekilde ibadet bilinciyle yerine getiriyordu. İşte toplumun herhangi bir sivil toplum teşkilatlanması içerisinde ibadet bilinciyle organize olduğu yapılanma aslında görev dağılımı yapılanmasıdır. Halk genel itibariyle bu görev dağılımı içerisinde üretim ve vergi faaliyetiyle ağırlığını ortaya koyarken ulema ise din, yargı ve eğitim alanlarında ağırlığını ortaya koyup vazifesini icra etmiş oluyordu. Nitekim Osmanlı tarihçisi Naima’nın bu husustaki tespitlerinden de anlaşılacağı üzere Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin teşkilatlanma yapısı içerisinde görev dağılımında yer alan organize olmuş sivil toplum unsurları şunlardır:

- Ulema,

- Asker,

- Tüccar,

-Reaya (Halk).

Evet, organize bu dört unsurun uyumu sayesinde üç kıtada cihangir devlet olduk dersek yeridir. Ne zaman ki, bu söz konusu unsurlar arasında uyumsuzluk baş gösterir, işte o zaman gerileme ve düşüşümüz vuku bulur. Osmanlı’nın kuruluşundan yükseliş dönemine kadar olan bölümde toplumun tüm kesimleri çok büyük uyum içerisinde 'iri' ve 'diri' olarak birlikte yaşamışlardı. Ama gel gör ki yükselişten sonraki evrede ise kesretten vahdete (çokluk içinde birlik) uzanan halkada uyumluluk zincirinin kırıldığına şahit oluruz. Hele bir imame tespih tanelerinin kopup dağıldığında olduğu gibi zincirin halkaları kopmaya bir görsün artık ne mümkün ki birbirinden kopuk dağılan unsurları bir daha toparlayabilesin. Şu bir gerçek bir ülkenin tarih sahnesinde uzun süre ayakta kalabilmesi için ‘birey-toplum-devlet’ üçlü sacayağının birbiriyle uyum ve dayanışma içerisinde olması gerekir. Aksi halde üç kıtaya hükmetmiş Osmanlıda olduğu gibi denge ayarı bozulduğunda bir anda düşüşe geçip tarih sahnesinden çekilme durumu söz konusu olabiliyor. İşte kendi tarihi sürecimizde yaşadığımız gerçeklerden de öyle anlaşılıyor ki birey, çevre ve merkez uyumluluğu ve dayanışması sivil toplum örgütlenmesi açısından çok önem arz eden bir husustur.

Bakınız karıncalar bile çok küçük hayvan toplulukları olduğu halde beş bini aşkın cinsleriyle birlikte büyük bir işbölümü dayanışması çerçevesinde örgütlenme sergileyebiliyorlar. Nitekim Parasol isimli bir cins karıncanın işi gücü ağaç yapraklarını kesip yuvasına taşımak olduğundan adından yaprak kesici karınca olarak söz ettirir. İlginçtir bu söz konusu karınca bir yandan yaprakları çiğneyip sünger haline getirirken diğer yandan da ortaya çıkan ürünü % 60 rutubet ve 25 santigrat derece sıcaklıkta özel odalarda muhafaza altına alıp depolama işlemi yapmakta. Oldu ya onca çaba emeğe rağmen normal şartların dışında yapraklar kurumaya yüz tutuverdi, derhal o gece yuvanın dışında nemlendirme cihetine gidilir. Ya da bunun tam tersi yağmur vs. gibi nedenlerden dolayı yapraklar aşırı nemlendi diyelim bu seferde güneşe karşı kurutma işlemleri başlatılır. İşte onca çaba ve emek ne içindi derseniz, yapılan bilimsel çalışmalarla bunun nedeni yer altında optimal şartlar altında muhafazasına aldığı yapraklardan mantar yetiştirmeye yönelik bir faaliyet olduğudur. Böylece karıncanın kendi el marifetiyle yetiştirip ortaya koyduğu bu mantarlar kendisine rızık kapısı olur. Aslında canlı âleminden verdiğimiz bu örnek binlerce türe sahip karınca topluluğu içerisinde sadece bir cinsiyle alakalı ihtisaslaşma örneğidir, hiç kuşkusuz bu ve buna benzer daha nice bilmediğimiz şahika eser örnekler de var elbet.

Malumunuz sivil toplum unsurları toplumun can tütsü ocaklarıdır. İstesek de bu unsurları yok sayamayız. Kaldı ki Türkiye artık eski Türkiye değil, tarım toplumundan sanayi toplumuna, oradan da bilgi toplumuna hızla yol alan Yeni Yüzyıl Türkiye’sidir, Öyle ki ülkemiz gerek ekonomi alanında, gerekse sosyal alanda müthiş değişim sürecine girdiği gözlemlenmektedir. Derken sanayileşmiş bilgi çağı hem ekonomik hem de sosyal yapıda bir takım değişimleri de beraberinde getirmekte. İşte dünyadaki bu baş döndürücü hızlı gelişmeler ışığında ister istemez Yeni Yüzyıl Türkiye’miz de de, sivil toplumun ayak seslerinin git gide yükseldiğine şahit olmaktayız. Nitekim sendikal haklar, asgari ücret, sosyal güvenlik, kâr ve yönetime katılma gibi toplumu yakından ilgilendiren meseleler artık tarım toplumun konusu olarak değil, tam aksine bilgi çağı yolunda olan ilerleyen sivil toplumun konusu olarak gündem oluşturmakta. İyi ki de sivil toplumun ayak sesleri gündem oluşturmakta, ister istemez toplumun talepleri politik arenaya da yansıyıp bu sayede Türk siyasetinin gündemine artı kazanım olarak gündemine oturmakta. Nitekim bu hususta örnek verecek olursak mesela ücretliler meselesi sivil toplum örgütleri tarafından gündeme getirilmemiş olsa buna paralel olarak ister istemez siyasi partilerin de gündemine girmeyecekti. Ki; Memur-Sen, Eğit-Sen, Kamu-Sen, Sağlık-Sen, Hak-iş, Türk-iş gibi sendikalar bu amaç için kurulmuş sivil toplum örgütleridir zaten.

Söz konusu sendikaların kuruluş gayelerinden de anlaşıldığı üzere sosyal adalet konusu sivil toplum açısından çok önem arz eden bir husustur. Hem nasıl önem arz etmesin ki, bikere hızlı kentleşme ve hızlı sanayileşmiş bilgi çağının ortaya koyduğu çözülmesi gereken baş konu meseleler olup bu noktada sosyal adaletin önemini bin kat daha da artırmış gözüküyor. Zaten önemine binaen bir ülkede sosyal adalet olmaksızın ne sivil toplum faaliyetleri karşılık bulur ne de ekonomik talepler. Belli ki insanlar artık tavandan yönlendirmelere pek itibar etmiyor, daha çok tabandan gelen sivil toplumun ayak seslerine kulak kabartıp itibar etmekte. Nitekim bizim insanımızda tabandan gelen dip dalga sivil toplumun sesine kulak verdikçe örgütlü toplum olma yolunda mesafe kat etmesi an meselesidir diyebiliriz. Hem örgütlü sivil toplum olma yolunda mesafe kat edelim ki, millî gelirin paylaşılması, sosyal adalet gibi konularda ki hak arayışları da karşılık bulabilsin. Böylece bu sayede örgütlü sivil toplum olma yolunda ilerlemiş oluruz.

Velhasıl-ı kelam, Türk insanı yılların birikmiş bir yığın meselelerin yükünü üzerinden attığında tam manasıyla sivil toplum olma bilincine erişeceğine inancımız tamdır. İşte bu noktada ilk sivil Cumhurbaşkanı Özal'ın 21. asır Türk asrı olacak sözlerini sivil toplum bilincine erişeceğimizin bir işareti olarak anlamlı buluyoruz.

Vesselam.