Selim Gürbüzer


STATÜKOCULUK VE DEĞİŞİM

Değişimden yana olmayıp mevcut durumun devamından yana olan anlayış statükoculuk olarak tanımlanır. Öyle ya, her şey zıddı ile bilindiğine göre, statükoculukta değişimin zıddı olarak bilinir. Dolayısıyla değişim de statükoculuğun tam aksine eski alışkanlıklar üzere sabit kalmak yerine yeni ufuklara yelken açmak olarak tanımlanır.


Değişimden yana olmayıp mevcut durumun devamından yana olan anlayış statükoculuk olarak tanımlanır. Öyle ya, her şey zıddı ile bilindiğine göre, statükoculukta değişimin zıddı olarak bilinir. Dolayısıyla değişim de statükoculuğun tam aksine eski alışkanlıklar üzere sabit kalmak yerine yeni ufuklara yelken açmak olarak tanımlanır. Her ne kadar statükocu zihniyet yenilikler karşısında direnç gösterse de değişim bir şekilde kendine oluk bulup kendi yatağında ilerleyebiliyor. Statükocu zihniyet mevcut düzenin devamında ısrar ede dursun,  köklerinden kopmaksızın değişimden yana olanlar yeter ki önüne çıkacak olan meseleler karşısında yerinde teşhis ve yerinde doğru analizle çözüm bulma çabası içerisine girsinler bak o zaman statükocu zihniyetin yelkenleri suya indirmeleri an meselesidir. Bakınız tarihte birçok bilim adamı statükocuların bin bir türlü baskılarına maruz kalmışlardır.   Ama en nihayetinde kazanan statükocu zihniyet değil değişim kazanmıştır. Zira tarihi süreç bilim adamlarını haklı çıkarmıştır. Derken engizisyonun o susturucu giyotin aleti yerini bilgi teknolojisi alet ve edevatlarına bırakmıştır. Kelimenin tam anlamıyla kaybeden bilgi teknolojisi alet ve edevatları değil,   kaybeden o susturucu giyotin aleti olmuştur. 

          Allah Resulünün “İki günü eşit kılan zarardadır” diye beyan buyurmakla İslam’da statükoculuğun kabul görmediği,  bunun tam aksine devamlı ilerleme kaydederekten yeni gelişmelere yelken açmak anlamında müspet değişimin kabul görüldüğü anlaşılmaktadır. Bir kere değişmemekte ısrar eden statükocu toplumlar, kendilerini bataklığa düşmekten kurtaramazlar. Malumunuz dünyada hemen her şey değişir, değişmeyen sadece Allah ve Resulünün hakikatleridir.  Zira Kur’an-ı Mu’ciz’ül Beyan ve Sünnet-i Seniyye bütün çağlara ferman okuyacak olan tek âlemşümul hakikat cevheridir.  O halde Müslüman’ın bu dünyada gayesi, yaşadığı asrı İslâm’ın o engin hakikatleri ışığında değiştirmek ve insanlığın özlediği o gerçek mana iklimindeki değişimi ihya etmek olmalıdır. 

        Batıda statükocu zihniyeti aristokratlar, kralcılar, dinciler, ırkçılar, klasik kapitalistler ve fanatik milliyetçiler oluşturur. Nitekim Batı dünyasının tarihi süreç içerisinde geçirdiği o karanlık ortaçağ devresine baktığımızda kilise sultalarının, aristokratların ve kralcıların değişimden uzak fildişi kuleler ve sırça köşkler içinde bir eli yağda bir eli balda şeklinde saltanatlarını sürdürdükleri görülür. Ama sonunda kazanan statükocu sultalar değil, gelişmeci anlayıştan yana değişimciler olmuştur. Bu demektir ki statükocu anlayış er geç yerini değişime bırakabiliyor. 

       Batıda sağcı hayatından çok memnundur. Hatta ekonomik durumu diğer sosyal kesimlere göre çok daha ileri seviyelerde olup geleceği parlaktır. İşte bu nedenledir ki statik kalmayı tercih ederler hep.  Batı solcusu ise sağcısına nispeten ekonomik yönden güçsüzdürler,  bu yüzden gelecek kaygısı taşıyıp olan bitene sessiz kalmazlar, bilakis mevcut düzenin değişmesinden yana tavır sergilerler.

       Peki ya Türk solu?  Malum ülkemizde Türk solu maddi yönden fevkalade iyi durumdadır. Ancak toplumun değerleriyle barışık değillerdir. Tabii buna şaşmamak gerek,  çünkü genel itibariyle solcular kendini elit sanan çevrelerin ürettiği topluluklardır. Son derece önemli yerlerde köşe başlarını tutmuş olduklarından halka karşı üstenci tavır sergilerler. Dolayısıyla mevcut konumlarına herhangi bir halel gelmemesi için değişimin önünü tıkayacak kanallara sarılırlar. Yani tutunacak dalları statükonun kollarıdır. Ülkemizde sağcı diye bilinen kesim ise ekonomik yönden solculara nispeten zayıf olmasına zayıflar ama değişimden yana tavır sergilerler. Her ne kadar muhafazakar kesim bir takım çevrelerce irticacı, radikal, fundamentalist vs. ithamlarıyla suçlansalar da onların bu ithamlar karşısında tepkileri hep sivil inisiyatif demokratik çerçevede olmuştur. Asla mütedeyyin ve muhafazakâr kesimlerde kamu malına zarar verme, cam çerçeve kırmak, yakıp dökmek türünden Vandalizm hareketleri görülmez Hak ve özgürlük taleplerini demokratik yollardan aramayı tercih ederler hep.  Yine her ne kadar Türk sağı Batı sağının yaşadığı lüks konfor hayatı yaşamasalar da, gerektiğinde bir lokma bir hırkaya razı olacak bir hayatı yaşama noktasında Allah’a şükredebiliyor. Türk solu ise bolluk içinde yüzdüğü halde Allah’a şükür noktasında gafildirler. Sol kesimin tuttuğu siyasal partisi de zengindir, hatta bu siyasal partinin İş Bankası adı altında bankası bile var. Tahmin etmişsinizdir bu parti CHP’den başkası değildir elbet. Dahası bu öyle siyasal partidir ki, 22 Temmuz 2007’de genel seçime gitmeye bile itiraz edecek bir konuma düşmüştür. Neymiş efendim o ayda seçmeni sahillerde olacağından oy kaybına uğrama riski söz konusuymuş.  Yani bu demektir ki yaz tatili onlar için oy kaybı demektir. İşte bu kafaya haiz partiye parti demek yerine pırtı dersek yeridir,  zira konjonktüre göre şekil alabiliyorlar.  Kelimenin tam anlamıyla Türk solu önüne çıkacak meseleler karşısında statükoculuktan yana tavır alırken, Türk sağı da değişimcilikten yana tavır almaktadır.

       Gerçek manada Müslüman kimliğine sahip olan bir insan hiç şüphe yoktur ki nimet,  külfet dengesini gözetip varlıkta ve yoklukta Allah’a şükreyleyerek hayatını sürdürmeye azmeder.  Hakeza hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanaraktan kahrında hoş lütfunda hoş meyi yeğler hep. Evet, bu hissiyatı yaşayan bilir, yaşamayansa bilemez. Zira bu durum hakkıyla İslam’ı yaşayan Müslüman’a has bir duygu selidir bu. İnsanlık tarihi bize Allah’a itaatle kölelerin sultan,   isyankâr sultanların ise rezil ve sefil duruma düştüklerini bildirmekte. O halde bir insan ne oldum dememeli ne olacağım demeli. Bir kere insan hangi konumda olursa olsun mutlaka Allah’a şükretmesini bilmeli.  Dünyada iken elde ettiği nimetlerin kendinden değil Allah’tan bilip kendini dev aynasında görmemeli. Hakeza insanoğlu ister zengin olsun ister fakir her iki halde de kendini kusurlu görüp sıratı müstakim üzere yaşamak için kendi iç değişimine yönelik çaba sarf etmeli.  Ki; insan beşer, durmaz şaşar, her an hata yapabilir. Şüphesiz düşüp kalkmayan ve hatadan münezzeh sadece Allah Teâlâ’dır. Madem öyle, hayatımızı Allah ve Resulünün hakikatleri ışığında tanzim edip kendimize çeki düzen vermemiz icab eder.  Dahası hak ve hakikat yolunda kendimizi değiştirmeye mecburuz. Nitekim Yüce Allah (c.c)  şu dünyada tek tutunacak ve sığınacak dayanağımızdır. Kaldı ki,   köle hayatından kurtulmanın yolu hak ve hakikate sırtımızı dayamaktan geçmekte. Şayet statik halden dinamik hale gelmek diye bir dert davamız varsa ilk evvela geçmişteki statik halimize tövbe eyleyip Allah’a abd olaraktan hürriyet ve değişime yelken açmak gerekir. Bunun için ne lazım gelir derseniz gayet basit fikir, zikir ve şükür ekseninde değişim fitilini ateşlemek kafi.. Yeter ki o fitili iç âlemimizde ateşleyelim, bak o zaman aşk ateşi tüm vücudu sarıp huzura ereceğimiz gibi dış dünyamıza da sirayet edecektir.  Ama gel gör ki, günümüz dünyasında insanlar artık durağanlaşmış bir halde, sanki yaşadığı anla hiç ilgisi yok gibi bir hayat yaşamakta.  Öyle ki günümüz insanının iç âlemmiş, dış âlemmiş hiç umurunda bile değil artık, varsa yoksa kendini statükonun kolları arasına teslim etmişlik hali söz konusudur.  Oya ki bu haliyle kendi ayağına kurşun sıkıp can çekişmekte. Ta ki titreyip kendine döner, işte ancak o zaman statükonun kollarından kendini kurtarmış olacaktır. Hele bir insan yaradılış gayesinin fitilini ateşlemeye bir görsün, yaratılış gayesi uğrunda köz olmakla gerçek manada insan olmanın erdemliliğine kavuşmuş olur da. Zaten  “Hamdım, yandım, piştim” aşamalarını kat etmeden iç ve dış âlemimizde değişim gerçekleşemez. Dahası iç âlemimize çeki düzen vermeden dış dünyamıza da nizam verilemez. En iyisi mi iç âlemimizi gül bahçesine dönüştürelim ki statik bir hayat tarzımıza son vermiş olalım. Hiç kuşkusuz Allah’tan başka sahte mabutların boyunduruğu altında sürdürdüğümüz statik hayat tarzını sonlandırdığımızda mutlak manada değişimin vuku bulması bir hayal değil hakikatin ta kendisi olacaktır.  O halde daha ne duruyoruz tez elden Allah’a gerçek anlamda abd olup kendi iç dünyamıza nizam verelim ki dış âlemimizde bu değişim atmosferinden nasiplenip nizam bulmuş olsun.

      Malumunuz bizim kültür geleneğimizde var olan iyi günde kötü günde, neşede ve tasada, nimette ve külfette beraber olma anlayışı en güzel karakteristik yanımızdı. Bilhassa bu karakteristik özelliğimiz tarihin ilk göçebe hayatında daha ağırlıklı değerde bir hayat biçimimizdi.  Kaldı ki göçebe toplum yapımızda böylesi bir hayat biçiminin yaşanması son derece gayet tabii bir durumdur. Zira tarihin ilk evresinde yaşanılan o sürece baktığımızda akrabalığın birinci derecede en önemli dayanışmacılık yönünden etken unsur olduğunu görürüz. Dahası göçebe toplumunda akrabalık bağı yardımlaşmanın ilk sosyal dayanışma basamağını oluşturmakta. İşte sosyologların bu noktada içtimai tesanüt dediği sosyal dayanışma bağının birde din faktörü ile birleştiğinde o toplumda öyle kolay kolay söküp atılamayacak derecede bir güçlü bağ oluşturacağı muhakkak. Besbelli ki devletlerin kuruluşunda tesanüd (karşılıklı yardımlaşma) ağırlıklı bir değer olarak temel harç olmakta. Hakeza Osmanlı’nın kuruluşunda birbirlerine güçlü asabiyet (baba tarafından akrabalara düşkünlük) bağıyla bağlı 200 çadırlık aşiret topluluğu da temel harç olmuştur.  Nitekim bu güçlü asabiyete dayalı 200 çadırlık oba topluluğu temel harç sayesinde beylikten devlete, devletten imparatorluğa geçiş yapıp Nizam-ı Âlem’e kanatlanmışız da. 

         Evet, şu bir gerçek hemen her devletin kuruluş mayasında kendine özgü tesanüd ve asabiyetin varlığı söz konusudur. Bu demektir ki başlangıçta dostluk, akrabalık ve yardımlaşma gibi duygu seli ağırlıklı tesanüd öğeler kurulacak olan devletin temel harcı olabiliyor.  Ancak devlet olduktan sonra zaman içerisinde toplumları birbirine kaynaştıran duygu seli ağırlıklı tesanüd yüklü dayanışma öğeleri yerleşik olmanın vermiş olduğu müesseseleşmeyle birlikte eski dinamizmini yitirebiliyor. Malum başlangıçta tesanüd yüklü dayanışma bağları sayesinde beylikten devlete olmanın yanı sıra göçebelikten yerleşik olmak denen müesseseleşmeye geçişimiz söz konusudur. Derken yöneticilerle yönetilenlerin imece usulü ele ele verdiği bu safhada halkın (tebaanın) yönetime katılmasıyla birlikte de kendi iç dinamizmini harekete geçirip müesseseleşme ve teşkilatlanma vuku bulmuştur. Örnek mi? İşte Ahıyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum, Gazıyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum bunun en bariz teşkilatlanma ve müesseseleşme örneklerini teşkil eder. Elbette ki halkla devletin,  o dönemde yönetilenlerle yöneticilerin hem hal olup imece usulü birlikte hareket etmesi kayda değer önemli bir hadisedir. Ki, bu birliktelik sayesinde üç kıtada cihangir devlet olmuşuz bile.  Ne zaman ki halkla devlet arasında iyi günde de kötü günde de birlikte olma hali diyebileceğimiz nimet ve külfet paylaşımı dengesini yitiriverdik, işte o zaman bu yitirilmişlik hali toplum üzerinde çözücü tesirler meydana getirdiğine şahit olduk. İster istemez bu durum karşısında bir başka tesanüd bağına (dayanışma bağına)  ihtiyaç duymuşuz. O da malum ihtiyaç hâsıl olan bu yeni tesanüd bağı Kuvayı Milliye ruhu bağından başkası değildir. Evet, devletlerde tıpkı bir insan ömür gibidir, doğarlar, büyürler ve ölürler.  Derken her dem yeniden canlar can olarak bir başka kuruluş tesanüd bağı ile daim olurlar.

        Anlaşılan o ki, bir devlet ne kadar köklü olursa olsun, bir şekilde yeniden dirilişe geçmesi için yeni bir heyecana, yeni bir tesanüde ihtiyaç duyabiliyor. Dedik ya zirvede olma bir noktada çöküşün başlangıcı demek olup değim yerindeyse bu noktada hücre yenilenmesi şarttır. Aksi takdirde tarihin harabelerine gömülmek an meselesidir. Dolayısıyla çöküşün başlangıcında neydik edip bir başka yeni bir medeniyet hamlesine ve tesanüd bağına hazırlıklı olmak gerekir.

      Malumunuz ister şahıs bazında olsun ister toplum bazında olsun, isterse devlet bazında olsun hiç fark etmez,   dünyanın geldiği noktada değişim yönünde gereken adımlar atıldıkça çevrenin her meydan okuyuşu karşısında başı dik,  alnı ak ve gönlü pak olacak şekilde çaresiz aciz bir durumda kalınmayabiliyor.  Belli ki değişimin gücü etkisinde gizlidir. İşte böyle bir etki sayesinde sosyal yapıdaki dağılan parçaların yeniden toplumsal dayanışma yönünde bütünleşmesi sağlanabiliyor. Tabii bu arada unutmamak gerekir ki, canlı cansız hemen her şeyin bir sınırı olduğu gibi değişimin de belli bir sınırı vardır. Nitekim öyle bir an gelir ki,  değişimin zirve yaptığı noktada düşüşe geçip etki gücü azaldıkça önüne çıkacak olan meseleler karşısında artık çözüm üretemez halde tıkanıp kalabiliyor. Değişimin etki gücünden geriye kala kala sadece geçmişin hatıraları kalır. Malum sırf hatıralarla da teselli bulmak geleceği kurtarmaya yetmeyecektir. Zira Peygamberimiz (s.a.v) “iki günü eşit kılan zarardadır”  diye beyan buyurmakta. 

       Bilindiği üzere her vitrine çıkan yenilik ebediyen kalıcı olmadığı gibi her yükselişinde ebediyen yükselişi asla söz konusu değildir,  bilakis her yükselişin birde inişi ve sonlanması söz konusudur. Hemen her alandaki piramidinin zirvesi aynı zamanda inişin de düşüş basamağıdır, bu kaçınılmaz bir gerçekliktir. Bu durumu devlet bazında düşündüğümüzde,  yeni kurulan devletin tam piramidin tam tepe noktasına ulaştığı noktada bir başka yeniliğin devreye girmesi gerekir ki sonsuzluğa vurgun anlamında ebed müddet gaye heyecanı tazelenebilsin. Hele zirve noktasına ulaşmış bir devlet yapılanmasında düşüş emareleri su yüzüne çıkmaya bir görsün, idare edilenlerin idarecilere olan güveni sarsılıp güven ve huzuru başka alanlarda araması kaçınılmaz hal alabiliyor. Tâ ki, bu arayış mevcut düzenin tamamen tedavülden kalkması anına kadar sürüp gider de. Bu arada fırsat bu fırsat yeni kılavuzlar, yeni oluşumlar topluma umut ışığı olarak ortaya çıkıp yeni bir medeniyetin doğuşun muştusu rolü üstlenebiliyorlar. 

        Heyhat, geçte olsa şimdi yeni anlıyoruz ki, medeniyetler de bir ömür gibi doğar, büyür, ihtiyarlar ve en nihayetinde çöküş anlamında sonlanması kaçınılmaz bir alınyazısı olarak karşımıza çıkmakta. Ancak şu da var ki, tıpkı ahirette olduğu gibi her çöken bir medeniyet aynı zamanda yeni bir medeniyetin diriliş muştusudur da.  

          Evet,  hemen her varlığın bir doğuşu varsa batışı da var demektir, yine hemen her varlığın batışı varsa yeniden küllerinden doğup dirilişi de vardır elbet.  Besbelli ki düşüşler ve yükselişlerin bir döngü içerisinde deveran olması Yüce Allah’ın cilve-i rabbaniyenin tecellisi ve tezahürü ile vücut bulmakta ya da yok olmakta. O halde bizim bu cilve-i kudret-i rabbaniyenin var oluş ve yok oluşların yansımalarından çıkaracağımız en önemli ders; değişimin vazgeçilmez sosyal bir vakıa olduğu gerçeğidir. Muhakkak ki; Allah ve Resulünün hakikatleri dışında hemen her şey değişse de sonuçta “dünya döner devran döner, sonunda her şey aslına döner” gerçeği ile yüzleşmemiz an meselesidir. Dolayısıyla yüzleşmek istediğimiz nokta statükoculuk değil illa ki vahyin ve sünnet-i seniyenin soluğunda müspet manada değişim olmalı. 

          Vesselam.