Selim Gürbüzer


TANZİMAT DÖNEMİ

Ne zaman ki Osmanlı devleti güç kaybına uğrar, işte o zaman İngiliz entrikası devreye girip bağrımızda uzun yıllar birlikte yaşadığımız gayrimüslim azınlıklar üzerinden kışkırtıcı siyaset izlenmeye başlanır.


Ne zaman ki Osmanlı devleti güç kaybına uğrar, işte o zaman İngiliz entrikası devreye girip bağrımızda uzun yıllar birlikte yaşadığımız gayrimüslim azınlıklar üzerinden kışkırtıcı siyaset izlenmeye başlanır. Öyle ki bu tür entrikaların ilk işaretlerini Babıâli baskınıyla padişahın yetkilerini kısıtlamaya yönelik bürokratik hükümet girişimlerinde görmek pekâlâ mümkün. Yani bu demektir ki, bugünkü manada başbakanlık denen sadrazamlık makamı padişahtan bağımsız bir güç olacaktır. Zaten Tanzimat bunun için vardı.  Avrupalılara hoş görünmek adına ilan edilen bir fermandır bu. Hoş göründüler de peki ne oldu,  o çok övündükleri Tanzimat reformlarının arka planında İngiliz elçisi Lord Straford Canning’in varlığı ortaya çıkar. Ki;  bu tam manasıyla utanç verici bir durumdur.  İşte bu yüzden Tanzimat denildiğinde satıh üstü batıcılık gütme davası olarak aklımıza takılır hep. Nitekim Babıâli’nin batılılaşma çığırtkanlığı ve hevesi bunu teyit eden bir durumdur.  Düşünsenize o yıllarda bürokrasinin durumuna,  hem halktan hem de saraydan kopmuş haldeydiler. Keza kültür alanında da öyleydi. Edebiyat desen gölge edebiyattı, düşünce desen o da gölge düşünceydi. Tanzimat edebiyatı ile Servet-i Fünun edebiyatı arasındaki farka baktığımızda ise Tanzimat edebiyatının devlete karşı bir edebiyat olduğu, Servet-i Fünun edebiyatının da topluma karşı bir furya edebiyat olduğu görülür. Zaten Tanzimat reformunu tetikleyen furyaların batıdan aktarma formüller olduğu gayet net açık ortada idi. Öyle ki Tanzimat fermanında geçen umdeler bu toprakların kültüründe sanki yokmuş gibisine Yavuz hırsız ev sahibini bastırırcasına reform diye yutturmaya kalkışmışlardır. Tabii hal vaziyet böyle olunca da bu süreçte merkezle kenar arasında taban tabana zıtlaşmanın nüksetmesi kaçınılmaz hal almıştır.         

        Malumunuz III. Selim dönemi Tanzimat’a egemen olan düşüncenin ilk habercisidir.  Zira onun döneminde Fransızların cazibesine kapılmışlık söz konusuydu. Öyle ki Fransa burjuvazisinin iktidarı ele geçirmek için kullandığı bir takım moda kavramların etkisiyle yeni düzen peşinde koşma hevesinde olan III. Selim, gerilemenin nedenlerini Medreseye bağlamıştı. Derken tarihin ivmesi gericilik ve yenilik ekseni üzerinden ilerleyip bu durum iç huzursuzluğa yol açacaktır. Nitekim II. Mahmut’ta yenilik adına tahta oturacaktır. Oysaki “yeni” demekle yenilik olunmuyor, illa yenilikten söz edilecekse, pekâlâ felaketler de “yenilik” olarak nitelenebilir. Hele yenilik kavramı bir kere ağza alınmaya bir görsün,  bir bakıyorsun III. Selim hemen gerilemenin nedenini Medreseye bağlarken, II. Mahmut da Yeniçeri ve Bektaşiliğe bağladığını görüyoruz. Hadi dedikleri şekliyle öyle olduğunu varsaysak bile kurulu müesseseleri ıslah etmek varken,  topyekûn günah keçisi olarak ilan etmek niye? Nihayetinde gerileme noktasında her ne sebep gösterilirse gösterilsin, şu bir gerçek Tanzimat sebep değil sonuçtur. Bir başka ifadeyle Sultan Mahmud'un yenilik diye başlattığı birtakım şekli değişiklikler ileriki dönemlerde Tanzimat’ın oluşumuna yol açacaktır. Ne hazindir ki, ilan edilen fermanla birlikte burjuvazisi olmayan bir topluma batı burjuvazisi elbisesi giydirilmeye çalışılıp adı yenilik olarak takdim edilecektir.

       Peki ya, Sultan Abdülmecit döneminde ne oldu derseniz?  Malum, O’nun döneminde Tanzimat fermanı denen Gülhane Hattı Hümayunu 3 Kasım 1839 tarihi itibariyle Gülhane Parkında ilan edilir.  Hiç kuşkusuz bu topraklarda Tanzimat fermanının ilanında Mustafa Reşit Paşanın çok büyük rolü vardır.  Öyle ki kendisi Tanzimat fermanı öncesinde İngilizlerle 1838 Balta Limanı ticaret anlaşmasını imzalayarak bu işin fitilini ateşlemiştir. Peki, ateşledi de ne oldu? Malum yabancılara çok büyük imtiyazlar verilmek suretiyle kapitülasyonların devamı sağlanmıştır. İşte bu nedenledir ki Tanzimat için Koca Mustafa Reşit Paşa’nın eseridir dersek yeridir. Hele bir de liberalizme çanak tutulup yabancıların lehine imtiyazlar verilmeye bir görülsün bu kez 23 Aralık 1876 tarihi itibariyle Kanun-i Esasinin ilanı da Mithat Paşa’nın eseri olarak karşımıza çıkar. Nitekim Mithat Paşa bu uğurda ilk evvela meşrutiyeti ilan ederek işe koyulur, sonrasında da ortaya ırklar haritasını andırır bir meclis yapılanması ortaya çıkıverir. Üstelik tüm bu girişimler 93 Harbi ve Ayastefanos antlaşmasının arifesinde ısıtılarak gerçekleştirilmiştir. Şimdi sormak lazım, aklı başında bir insan bunca hengâme içerisinde kendi hanedanını oluşturmaya yönelik adımlarla bir takım maceralara kendini kaptırıp Sultan Abdülaziz’in devrilmesine yönelik darbe girişimi düşünür mü? Bu Mithat Paşa ise düşünür maalesef.  Her neyse sonuçta 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı denen şu meşhur 93 harbi felaketiyle Kafkasya kan ağlayıp üzerimize fırtınadan önce sessizlik havası sinmiştir. Türk’e sinmek yaraşır mı, elbette yaraşmaz, ama gel gör ki hâlâ resmî tarih kitaplarında Mithat Paşa göklere çıkarılabiliyor. 

       Anlaşılan o ki,  o dönemde birileri boş hayallere kendilerini çok fena kaptırmışlardı. Bunun neticesi olarak da düşüşümüzü güya Gülhane Hattı Hümayunu, I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet’le durduracaklarını sanmışlardır. İlginçtir Cumhuriyet’e geçtiğimizde bu kez geri kalmışlığımızın nedeni Nakşiliğe bağlanacaktır. İlla ki bir kulp bulunacaksa da, kulp bulmaya ne gerek vardı ki. Sanki Ay’a çıkmışlar da dedemizin bastonu mu ayaklarına takıldı ya da Ay’a ayakbastılarda nenemizin Yemen çöllerinde bıraktığı eşarbı mı ayaklarına dolandı. Hangi dönem olursa olsun her nedense mazeretlerin ardı arkası bir türlü kesilmedi. Onlar mazeret üretmeye devam ededursunlar, sonuçta Cumhuriyet, Tanzimat kurgusunun bir sonucu olarak doğmuştur. Maalesef her dönemin galibi resmî ağızlar kabahati kendilerinde aramaları gerekirken hemen hepsi kolaycılığa kaçıp kimi zaman problemlerin kaynağını yeniçeriliğe, kimi zaman medreseye, kimi zaman Bektaşiliğe, kimi zaman da Nakşiliğe bağlamışlardır. Kim bilir yarın hangi bahanenin arkasına bağlayacaklar, doğrusu merak konusu. Kelimenin tam anlamıyla her dönemde çözüm üretmek yerine kılıf üretmek yeğlenmiştir.       

       Tabii tüm bu anlattıklarımız madalyonun bir yüzü, bir diğer yüzü daha vardır ki, o da malum evlere şenlik tam bir hilkat garibesi bir durum söz konusudur. Düşünsenize bir zamanlar II. Mahmut’a “Gâvur Padişah” yaftası vurulduğu gibi Patrona ve Kabakçı isyanları için de aslı astarı araştırılmadan hemen irtica hareketi olarak yaftası vurulmuştur. Aslında madalyonun her iki tarafı da iki ucu sivri değnek gibi gözüküyor.  Bu tür alelacele yapılan yaftalamalarla düpedüz tarihe objektif olarak bakamımıza neden olmakta. Oysa tarihi vakalar objektif kriterlere tabii tutulduğunda anlam kazanmakta,  aksi halde tarihi vakalar anlam kaybına uğrayıp bir takım semboller ve yaftalamalar gerçekmiş gibisine sunulmakta habire. Dolayısıyla Osmanlı'da isyan diye nitelendirilerekten sunulan birçok ayaklanmalar asla devlete karşı bir başkaldırma hareketleri değildi. Hakeza Tanzimat sonrası nükseden birtakım tepki niteliğindeki hareketler de öyleydi. Kaldı ki bir takım tepkisel eylemler günümüzde bizimde yabancı olmadığımız alışık türden manzaralardır.  Bir başka ifadeyle günümüzde de seçilmişlerle atanmışlar arasında sıkça gördüğümüz karşılıklı etki tepki ilişkisine dayalı birbirinin kuyusunu kazmaya yönelik ayak oyunları manzaralarıdır bu. Maalesef bu karşılıklı etki tepki hareketleri bugünlere kadar uzanıp bürokrasiyle halkın seçtikleri arasında derin uçurumlar açılmasına sebebiyet teşkil etmiştir. Şu bir gerçek, Tanzimat öncesi halkla devlet erkânı arasında uçurumlar açacak ayak oyunları türünden uyumsuzluklar pek görülmez. Nasıl görülsün ki,  o yıllarda hep ıslah ve yapıcı ağırlıklı uygulamalar baskın durumdaydı. Tanzimat sonrası malum, coğrafyamız üç kıtaya uzanan koskoca ulu çınarın devrilişine sahne olduğu gibi, bu ulu çınar kefensiz uğurlanır da.   

                                 (Haftaya Sultan Abdülhamit Han Dönemibaşlığı ile devam edecek)