TÜRK, PERS ve ARAP AKILLARININ POLİTİK TEOLOJİ MÜCADELELERİ
”Siyasî İlahiyat”a Dair Üç Tarz-ı Tefekkür-
“Kişi, kendi halkını çok seviyor gözükmek için
onları her zaman göklere çıkarıyorsa tarafsızlığı kaybetmiştir
ve bu durumda yapacak bir şey yoktur.
Bu tür insanların yurtsever olduğuna inanmıyorum.”
Hannah Arendt
Mevlüt Uyanık
Bir süredir sizlere ulaştırdığım “Teopolitik Okumalar”ım aslında “Siyasî İlahiyat’a Giriş” olarak düşünülebilir. Bundan kast edilen ise teolojik kavramların veya düşünme biçimlerinin siyasetle ilişkilenme biçimlerinin müzakere edilmesidir.
Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Viyana Okulu’nun isminden ilham alarak eşim-yoldaşım Meryem’in “Çorum Mektebi” diye nitelendirdiği okumalarımız var. Bu bağlamda Türkistan-Türkiye irtibatının kültürel kodlarını, mahiyet ve hüviyet ilişkisine dikkat ederek “Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak: Türk Felsefesine Giriş” için klasik metinleri okuyoruz.
Türklerin göç hareketlerini toplumsallaşma ve kamusallaşma bağlamında okunması üzerinde durarak Çin-Fars-Arap Akıllarıyla yarışını/mücadelesini, kendi farklılıklarını koruyarak “kimlik ve kişiliğinin varoluş sürecini” anlamaya çalışıyoruz.
Türklerin Müslüman olduktan sonraki dönemdeki ürettiği metinleri İslâm Felsefesi Tarihi bağlamında okuyarak “Bu güne söyler?” diye sormamız, ondan önceki dönemi ihmal ettiğimiz anlamına gelmez. Orhun Abideleriyle taşa kazanan öğretinin daha sonraları farklı dinî/ilâhî (Musevi-İsevi) mesajlar bağlamında okumaları Türk Metafiziğinin İslâm öncesi temelleri bağlamında inceliyoruz.
Burada İslâm teriminin Hikmet kavramıyla ifade edildiğine dikkat çekerek insanlığın fikri birikimi olarak incelendiğini İbn Rüşd’ten hareketle güncelliyoruz. Filozof, fakih ve hekim Ebü’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd’ün Faslu’l-makâl fi-ma beyn-el-hikmeti ve’ş-şeriati min-el-ittisal adlı eserini her yıl son sınıfta okutuyoruz. Çünkü O, ittisal terimiyle insanlığın kadim ve süreklilik arz eden fikrî birikimi diye isimlendirdiğimiz hikmet geleneği (felsefe) ile bunun farklı zaman ve mekânda uygulanmasından oluşan yol ve yöntem (şeriat) arasındaki kesintisiz irtibatı, süreklilik ve uyumu durumunu net bir şekilde açıklamıştır.
- Politik Teoloji Merkezleri Olarak Mekke, Şam, Bağdat, Kahire
Hz. Muhammed’e gönderilen ilâhî mesajı Ezel-i Hikmetin son uygulamasını fikri çerçevemiz olan “İslâm Aklı” diye nitelendiriyoruz. Dönemin ekonomi politik şartlarında büyük devrim oluşturan İslâm Aklının, Hz. Muhammed’in (sav) vefatıyla birlikte tekrar Arap Aklına çevrildiğini; yani Cahilî (Ebevî Nizam/Patrimonyal Yapı) döneme evrilmesi için karşı devrimin Emevîler tarafından yapıldığını, yeni politik teolojinin başkentinin artık Şam (Dımaşk) olduğunu vurguluyoruz.
Arap Aklı ile İslâm Aklının özdeşleştirmesi bağlamında Emevîler döneminde Müslüman Araplar farklı coğrafyalarda farklı kavimlerle karşılaştılar. Kureyş kabilesinin Ümeyye Oğullarının (Emevîlerin) iktidarına son veren Abbâsîler (Hz. Muhammed’in amcasının ismi Abbas’tır) başkentlerini Bağdat’a taşıdı.
Üçüncü teopolitik yapı ise Hz. Muhammedin kızı, Hz. Ali’nin eşinin isminden hareketle kurulan Fâtımîlerdir. Tunus'ta kurulup, Fas, Cezayir, Libya, Malta, Sicilya, Sardinya, Korsika, Tunus, Mısır, Filistin, Lübnan, Ürdün ve Suriye'de kadar yayılan devletin başkenti Kahire oldu.
Politik teoloji bağlamında Emevî ve Abbâsîler Sünnî, Fâtımîler ise Şiî-İsmâilîdir. Fâtımîler’in Kahire’de oluşturdukları Daru’l-ilim de dedikleri Darü’l-hikme ile Sünnî Abbâsîler’in Bağdat’ta kurdukları Beytü’l-hikme adıyla kütüphane ve kültür merkezleri, iki yönetim tarzının mücadelelerine teolojik alt yapı oluşturma merkezleridir. Tabi bunun yanı sıra bilimsel zihniyetin gelişmesine de katkı yapıyordu. Görüldüğü üzere Politik Teoloji açısından artık Mekke ve Medine tamamen sembolik hale gelmiştir. Günümüzde Suudi Arabistan Veliahd Prensi Selman’ın Riyad’ı merkez merkez yapmaya çalışması da bu sembolik değeri sadece Hac ibadeti/turizmi bağlamında düşündüğünü gösteriyor.
- Pers ve Türk Akıllarının İslâm Tarihindeki Etkinlikleri
Abbâsîler ile birlikte önce Persler sonra Türkler Müslüman coğrafyada etkinliğini sürdürmeye başladılar. Türkler Arap ve Fars Akıllarının ortaya koyduğu Müslümanlık tasavvurlarıyla çarpışmak yerine onlarla eş güdümlü politikalar izleyerek varoluşlarını artırarak sürdürdüler. O kadar ki Şiî-İsmâilî öğretinin yerine bölgede Şiî-Caferî öğretinin baskın bir şekilde etkili olması Safevî Türkleriyle birlikte olmuştur. Politik teoloji açısından Safevîlik özellikle incelenmeyi hak ediyor. Çünkü On iki İmam Şiiliğini benimseyen İsmail Safevî, Sünnî Akkoyunlu Emiri Elvend Mirza'yı Şarur (Nahçıvan) yakınlarında yendikten sonra 1501 yılının Temmuz ayında Tebriz'de kendisini Şah ilan etti. Bölgede yoğun bir şekilde şiileştirme etkinliklerine başladı. Hâlbuki 13. yüzyılın sonunda Şah İsmâil'in altıncı dereceden dedesi olan Safiyüddin İshak'ın Erdebil'de kurmuş olduğu Safevî tarikatı Sünnî idi. Şeyhlikten Şahlığa geçen Şah İsmail’in Osmanlı ve Şeybânî Devletleriyle mücadelelerine meşruiyeti teopolitik olarak Sünnîlik-Şiilik üzerinden yapması politik teoloji (siyasî ilâhîyat) önemini gösterir.
Her hâlükârda (günümüzdeki nitelendiği şekliyle söyleyecek olursak) Avrasya ve Ortadoğu Müslüman coğrafyasında Türk Aklının ortaya koyduğu sistemler ve politik teolojileri hâkim olmuş, I. Dünya savaşı sonlarına doğru imzalanan Sykes-Picot Antlaşması (16.5.1916) kadar etkisini sürdürmüştür. Bu tarihten itibaren Türk Aklının yerini İngiliz (Britanya) Aklı almıştır.
Bu hususu biraz açayım müsaadenizle: İslâm devletlerin en uzun ömürlü olanı 622 yıl ile Osmanlı; 330 yıl Hind Babür imparatorluğu, 277 yıl Kurtuba Emevî Hilafeti olmuştu. İran’da bir Türk boyu tarafından kurulan Safevî Devleti Osmanlı’dan 185 yıl önce çökmüştü. Kısacası, Gaznelilerle kadim dünyada Türklerin kesintisiz hükümranlığı Gazneli Sultan Mahmud (389-421/999-1030) ile başlamış, Büyük Selçuklular, Harzemliler, Timurlular, Anadolu Selçukluları, Bizans’ı fetheden Osmanlı Türkleriyle 1918 yılına kadar da devam etmiştir denilebilir.
İslâm’ın yayılışı, özelliklede 1453’de İstanbul’un fethi, aynı zamanda Avrupa’da keşifler çağını başlatan olay olmuştur. 1517’de Mısır’ın Osmanlılarca alınması, Uzak Doğu Asya ile doğrudan ticareti sekteye uğratmış ve Avrupalılar için yeni bir ticaret yolunun bulunması gereğini zorunlu kılmıştır.
14. ve 15.yy.’larda, Avrupalılar, Asya’dan ithal edilen az bulunur baharat türleri gibi lüks ürünlere karşı bir tüketim alışkanlığı geliştirmişlerdi. Bu bağlamda 1488 yılında Portekizliler Ümit Burnu’na ulaştılar. On yıl içinde Hint Okyanusunda oldukça etkili hale geldiler. 1492 yılında K. Kolomb (Columbus 1451-1506) sürekli batıya giderek Hindistan’a başka bir yol arama çabası sonucunda Amerika kıtası da işgal edilen yerler arasına girdi. Hollanda 1789 yılında Ümit Burnu’ndan geçerek Hindistan alt kıtasını; Napolyon komutasındaki Fransa da Mısır’ı işgal (1798) etti. Batı ülkeleri kademeli olarak Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Doğu ülkelerini sömürge haline getirmeye başladılar; Osmanlı Devletinin de sürekli zayıflaması ve nihayetinde çökmesi bu sureci hızlandırmıştır.
Günümüzde tekrar ABD’nin Ankara büyükelçisi tarafından gündeme getirilen Sykes-Picot anlaşması Fransa ve daha sonra Rusya'nın katılımıyla Osmanlı Devleti'nin Orta Doğu'daki topraklarının paylaşılmasını öngörülmüştü. Antlaşma 1917'de Rusya'da iktidarı ele geçiren yeni Sovyet Hükümeti tarafından ifşâ edilmişti. Bu açıdan Bolşevik İhtilali ayrıntılı incelenmelidir. Çünkü I. Dünya Savaşının mağlubu Almanya ve bu paylaşımda istediğini alamayan güçlerin Bolşevik ihtilaline dolaylı etkisi var mıdır, diye çok merak ediyorum.
Yok artık, uçuk/tutarsız bir soru mu bu dediniz? Size Rusların 1696’da Azak’ı ele geçirip, Karadeniz’e girdiklerini, İstanbul’u ele geçirmek üzere olduklarını hatırlatırım. O dönemde Fransa’nın ilerlemesini engellemek isteyen İngiltere ve Hollanda’nın Habsburglara baskı yaparak Karlofça’da barışı sağladığını söylenir. Bu barış denilenle Osmanlı’nın ne kadar toprak kaybettiğini ve artık duraklamanın gerilemeye dönüştüğünü zaten biliyorsunuz. O zaman benzer şekilde Rusya’nın Akdeniz’e inmesini istemeyenler sizce kimler veya hangi güçlerdir, diye ben sorayım.
- Sykes-Picot Antlaşmasının Gündeme Gelmesinin Nedeni
Görüldüğü üzere Müslüman aklı Arap-Fars-Türk Aklı gibi farklılıklar olduğu gibi, Batı aklı da İngiliz, Fransız, İtalyan ve Rus Akılları gibi çeşitlilik arz eder. Rus Aklı ne alaka mı dediniz? Avrupa’da Osmanlı’ya karşı Kutsal İttifak (1684) kurulduğunu, buraya iki yıl sonra Rusya’nın da katılarak Avrupa devletler sistemi içinde yer aldığını hatırlatmak isterim. Tabii bir de sürekli Akdeniz’e inme hedeflerini. Günümüzde Fransız, İtalyan ve Rus Akıllarının etkisi kırılmışa benziyor ama İngiliz Aklının yerini de II Dünya savaşı ve sonrasında ABD Aklı aldı.
Bence Sykes-Picot Antlaşmasının gündeme gelmesinin nedeni ABD ve İngiliz Akıllarının ülkemizdeki mücadelesinin güncel versiyonu. Atalarının da biladüşşamlı olduğu ABD Ankara Büyükelçisinin açıklamaları bunu gösteriyor. Bölgede enerji üretim ve arz merkezlerini herkes kendi güvenlik şemsiyesi altında olmasını istiyor, eğer olmazsa bir diğeri için kaos olmasında bir sakınca görmüyorlar. Türkiye’nin de son çabalarıyla ülke içinde güvenliği öncelemeye çalışmaları, dışarıda enerji güvenliği merkezli çalışmalara aktif olarak katılması ve bütünlüklü bir Türkiye’nin olmazsa olmaz şart olarak sürmesi önemlidir.
- Siyasî İlahiyata Giriş: Politik Teoloji Nedir ve Politik Felsefeden Farkı Var Mıdır?
Fârâbî’nin insanlığın fikri birikiminin Helenistik yorumunu Hz. Muhammed’in getirdiği öğreti bağlamında okuyup, felsefeyi asli yurduna getirmesini okumalarımızın hareket noktası olarak alıyoruz. Türklerin Doğu’dan Batı’ya göç süreçlerini, kurdukları devletlerinin dönemin ticaret yolları üzerinde olmasından hareketle toplumsallaşma ve kamusallaşma olarak görüp “etik-politik” bir sistemi medeni ilimler (hukuk-teoloji-ahlak) çerçevesinde kurduklarını vurguluyoruz.
Türk Aklının Atayurttan getirdikleriyle Anadolu’da bulduğu kadim ve modern fikri birikimler ışığında okumalar yaparken, ekonomi politik (iktisat) merkezde olduğunu, mücadelelere meşruiyeti teolojik olarak sağlanması üzerinde duruyoruz. Türk Metafiziği içinde siyaset felsefesi okumalarımızda bunu önceliyoruz. Aslında bizim yapmaya çalıştığımız “Siyasî İlahiyat”.
Bu çerçevede şimdi “politik teoloji”den bahsetmenin tam sırası: Gerçekten Leo Strauss’un dediği gibi “Politika felsefesini politika teolojisinden ayırt etmek zorunda mıyız”? Politika teolojisiyle ilâhî vahye dayanan politik öğretilerin anlaşıldığını, Politika felsefesinin ise tek başına insan zihni için ulaşılabilir olanla sınırlı olduğunu söylemek tutarlı mıdır?
Bu sorular bağlamında “Siyasî İlahiyat” kavramını açacak olursak, politik teolojinin ardındaki kurucu dinamiklerinden biri “teolojinin belirli siyasal ve toplumsal kurumlar için meşrulaştırılmış bir tür köken”e dönüşmesi süreci ile ilintili olduğuna dikkat etmek gerekir. Çünkü bu süreç özelinde politik teoloji kavramsallaştırması sadece dine indirgenemez.
Politik teoloji “ilâhî otoritenin doğası ve onun devlet iktidarıyla ilişkisi” sorunu üzerinde düşünmektir. Yani politik teoloji “dinsel ve siyasal hayat arasındaki rekabeti, anlaşmaları ve değiş tokuşu” ifade etmek için kullanılabilecek bir kavramdır. Diğer bir ifadeyle politik teoloji iktidarla ilgilidir. Tanrıya inancın ve siyasal iktidarın iç içe geçme biçimlerini analiz eder, eleştirir ve inşâ eder. Politik teoloji bu çerçevede “egemenlik, öznellik ve kolektivitenin siyasal ve dinsel kavranışlarının özsel bir kesişimi” olarak da düşünülebilir.
“Siyasî İlahiyat” önemli, çünkü C. Schmitt’in ifadesiyle “Modern devlet kuramının bütün önemli kavramları, dünyevileştirilmiş ilâhîyat kavramlarıdır.” Tarihsel sürece bakıldığında günümüz devlet politik teorilerine ilâhîyattan aktarıldığını gözlemleriz. Örneğin her şeye kadir Tanrı, her şeye kadir kanun koyucuya dönüşmüştür. Bu kavramların sosyolojik yönden incelenmesi için anlaşılması gereken sistematik yapıları dolayısıyla da dünyevileştirilmişlerdir.
Bu fikirleriyle Schmitt, “Yasayı yapan otoritedir, hakikat değil” diyen Hobbes’i andırır. Çevresi ateş topuna dönen Türkiye’nin birden bire “Başkanlık Sistemi”ne geçişi, iç güvenliği sağlamak için yeni açılımlar yapmaya çalışması “Egemen, olağanüstü hale karar verendir” ilkesi bağlamında okunabilir. Çünkü “Böyle bir durumda da Schmitt açısından olabilecek olan şey de; anayasanın böyle bir durumda, olsa olsa kimin müdahaleye yetkili olduğunu belirtebileceğidir. Egemenlik, birliğe, tekliğe atıfta bulunur. Bir siyasî birlik var ve bu bölünemez. Siyasî birlik de bir kuvvete sahip olduğuna göre kuvvet bölünemez, der.
- Türk Aklının Politik Teoloji Uygulamaları Riyâset ve Risâlet Farkı Üzerine Kurulmuştur.
Peygamberimizin vefatıyla birlikte Hz. Ebubekir döneminde ilk gerilimler başlamış, Hz. Osman’a yapılan ilk darbe ile ortalık kan gölüne dönmüştür. Cemel-Sıffin iç savaşları, Kerbelâ ve Harre katliamı Arap Aklının İslâm Aklını örtüleme çatışmalarıdır. Emevîler ve Abbâsîler Sünnî paradigma ile “İmamlar Kureyştendir” sözünü merkeze almışlar, Fâtımîler’de “Ehl-i Beyt” kavramı üzerinden ilk dönemde gerilimleri, çıkan çatışmaların sonucunu ayrı Şiî-İsmâilî bir devlet kurarak devam etmiştirler. Politik teoloji ile biri Darü’l-Hikme, diğeri Beyt’ül-Hikme çalışmalarıa ağırlık verilmiştir. Böylece ekonomi politik mücadelelerine teopolitik meşruiyet aranıldığını tekrar vurgulayalım.
Yukarıda belirttiğimiz üzere Türk Aklı’nın teopolitik tutumunu burada biraz açalım. Türklerin “İmamlar Kureyştendir” sözü üzerine kurulu ilk dönem teo-politik çatışmaların azami oranda dışında durmaları sürecini taçlandıran Fatih Sultan Mehmed olmuştur. Zaten Riyâset (maddî iktidar/devlet yönetimi) ile Risâlet ve manevî otorite irtibatı Benu Saide gölgeliğindeki tartışmayla kopmuştu. Hz. Ebubekir dönemi gerginliği dediğim budur.
Bunun politik teoloji ile temellendirilmesini Şam (Dımaşk) kadısı Necmeddin Ebû İshak et-Tarsûsî (ö. 758/1357), Tuhfetü’t-türk fî mâ yecibu en yu‘mele fi’l-mülk adlı eserinde görebiliriz. Bunun ilk bölümünü “Size Allah’tan sakınmanızı, Habeşî bir köle size idareci olsa bile onun sözünden çıkmamanızı ve itaat etmenizi tavsiye ediyorum” Hadisini zikrederek, Türklerin hükümdarlığının sıhhatine ayırmıştır.
Tarsûsî, Sultan’ın müctehid veya Kureyşî olması şart olmadığını açıklamıştır. Teopolitik açıdan Ebû Hanife [ö. 150/767] mezhebinin Türkler için Şâfiî mezhebinden daha uygun olduğuna yer verilmiştir. Yazar, bu argümanlarını savunurken Hanefî mezhebinin hükümdarın gücünü pekiştirmeye, devletin mâlî olarak güçlenmesine ve hükümdarın savaşlarda daha etkin bir şekilde hareket etmesine yardımcı olacağını özellikle vurgulamaktadır. Ardından Hanefî mezhebinin daha elverişli olduğunu gösteren on üç farklı durum saymıştır.
Türklerin İslâm düşüncesi çerçevesinde politik teoloji sürecini Selçuk Beyin dehayla başlamıştır. O Fars ve Arap Akıllarıyla çatışmak yerine eş güdümlü politikalar üreterek Sünnî paradigma içinde kalmıştır.
Politik Teoloji kavramı bağlamında Müslüman mezhep olarak Hanefîliği benimseyen Tuğrul Beyin (ö. 455/1063), farklı politik teolojilere sahip bürokratları istihdam ettiğini biliyoruz. Sünnî/Şâfiî Nizamülk’ün o süreçteki etkinliğini malum.
Bu çerçevede Mu‘tezilî fikirlere sahip Amîdülmülk el-Kündürî’yi (ö. 456/1064) vezirliğe getirmesine dikkat çekmek gerek. Çünkü dönemindeki Teo-politik gerilimlerin ortaya çıkardığı kaotik ortamı düzeltmesi için Tuğrul Beyin Kündürî’yi ataması, onun da Hanefî ve Mu‘tezilî âlimlerin önünü açması, önemli görevlere getirmesi önemlidir. Sultan bu politikasıyla göçebe-asker Türkler ile yerleşik tebaa İranlılar arasında bir denge kurmalarını istemiş olduğu söylenebilir. Kündürî ile aralarındaki rekabete rağmen Nizâmülmülk’ün çabaları neticesinde askerî cephesi Türkler’e, bürokrasi cephesi İranlılar’a dayanan, hukuk olarak Sünnî İslâm’ı esas alan bir devlet sistemi kurulduğu söylenebilir
Bu politik teoloji farklılıklarını anlamak için o dönemde Şâfiîlik ve Hanefîlik arasındaki gerilimi de düşündüğümüzde, Tuğrul Beyin farklı teolojik politikalar gütme gerekçelerini anlayabiliriz. Gazneli Sultanı Mahmud tarafından alenen Hanefîlik ve Mu‘tezilîlik karşıtlığı yapıp, Şâfiîliğin önünü açmasının ortaya çıkardığı kaotik durumun etkisini gidermeye yönelik politikalardır, Selçuk beyin uygulamaları. Nitekim “Büyük Sultan” ünvanlıyla Halife’ye mektup yazarak “Halkı Gaznelilerin fenalıklardan koruduğunu” belirtmesi bunu gösterir.
- Dönemde Abbâsî Halifesinin Politik Teoloji Tutumu Neydi?
Halife, bir yandan Gazneli Sultan Mesud’a mektuplar yazarak “Türkmen fesadını söndürmeden Horasan’dan ayrılmamasını” isterken diğer taraftan Türkmen beylerine nasihat mektuplarını yazıyordu. O kadar ki Abbâsî halifeleri Horasanlılara karşı koz olarak kullanmak üzere Berberileri, Slavları, Soğdluları ve Türkleri parayla yanlarına çekip, onları silahlandırdılar ama başarı olamadılar.
Tuğrul Bey, Bağdad'a geldiğinde (1055) Baş kadılık görevi Hanefîliğe geçti. İtikattaki mezhebi Mu‘tezilîlik, ameldeki mezhebi Hanefîlik olan Kündürî'nin etkisiyle Hanefî âlim Ebu Abdullah ed-Dameğani (v. lO85) "Kadıulkudatlık" görevine getirildi.
Dönemin Horasan coğrafyasındaki çok çeşitli siyasal yapıların kontrol altına alınmak istendiği bir zamanda Kündürî’nin göreve gelmesi üzerinde durmak gerek. Çünkü onun katkısıyla Selçuklular, söz konusu coğrafyada birliği sağlamayı başarmışlardır. Ama politik teolojik tutumunda aşırılıklar olunca sorun çıkmaya başladı. Diğer bir ifadeyle Kündürî’nin Batini/Rafizilerin yanısıra Şâfiî ve sûfî kitlelere baskı (Mihne) uygulayan politik teolojik tutumumun ortaya çıkardığı sıkıntılar Sultan Alparslan ve Melikşah ile önlenmiştir. Alp Arslan başa geçtikten sonra vezir Kündürî'yi yakalatarak önce hapsettirmesi, sonra da öldürtmesi politik teolojideki aşırılıkların sonucunu göstermesi açısından ilginçtir.
Alp Arslan, vezirlik makamına Şâfiî ve Eş‘arî olan Nizâmülmülk'ü getirince ortam normalleşmiştir. Memleketlerinden göç etmek zorunda kalan ulema geri dönerek Sultan ve Nizâmülmülk tarafından ödüllendirilmişlerdir. Özetle politik teoloji açısından söyleyecek olursak, 1053 'de başlayan bu olaylar 1064 yılına kadar devam etmiş, Nizamiye Medreseleri'nde Şâfiî-Eş‘arî âlimlere imkânlar tanınması ile geçmişteki tatsızlıklar unutulmuştur.
Bu noktada Şiî gruplar içerisinde Selçukluların sorun yaşamadıkları tek mezhep Zeydîlik olduğunu belirmek gerekir. Bunda da Ebu Hanife’nin hocasının İmam Zeyd olmasının olası bir yakınlığı da beraberinde getirdiği düşünülebilir.
Selçuklular içeride güvenliği sağladıktan sonra Batı istikametinde Bağdat’a yürümüşlerdir. Yine aynı süreçte Fatımîlerin desteklediği (baba bir ana ayrı kardeşi) İbrahim Yınal ve Şiî Türk komutan Arslan Besasirî isyanları ile mücadele etmişler ve başarı sağlamışlardır. Politik Teolojik farklılıkları bağlamında sürecin tamamının dikkate alınması gerekir derken kastım budur.
Kündürî sonrasında Mu‘tezile’nin teolojik-politik bir güç olmaktan çıkmasıyla bu sefer mücadelenin Selçuklu sultanları ile Abbâsî halifeleri arasında Sünnî mezhepler üzerinden devam etmesi politik teoloji açısından ayrıntılı incelenebilir. Çünkü her şekilde siyasal iktidarlar teolojik temellendirmeye önem verdikleri için mücadele artık Sünnî mezhepler arası ihtilâflar bağlamında devam etmiştir.
Bu açıdan bakınca Bağdat’ta güçlü olan Hanbelî Selefîliği’ne karşı Eş‘arî anlayışın öne çıktığı, Mâlikî mezhebi (h. V/m.XI.) etkisini iyice yitirdiği görülür. Artık Şâfiîler Eş‘arîliğin yegâne temsilcisi haline gelmiştir. Bu durumda Nîşâbur merkezli Selçuklu yönetimi Tuğrul Bey zamanında Hanefî mezhebini desteklemesine rağmen bundan vazgeçtiği, özellikle Sultan Alparslan ve Melikşah dönemlerinde Nizâmülmülk’ün de etkisiyle Şâfiî mezhebine öncelik verildiği şeklinde karşı itiraz gelebilir.
Bunu da politik teoloji bağlamında şöyle okuyabiliriz: Abbâsî halifesi, hem amelî hem itikadî bir mezhep yapısında olan Hanbelî mezhebine ağırlık vermek istemesine rağmen Bağdat’ta Mâlikîlerin etkinliği azaldığı için diğer üç mezhep arasında bir tür denge politikası izlenmiştir. Buna ilaveten İmam Mâturîdî’nin (ö. 333/944) görüşlerinin bu dönemde kurumsallaşması önemlidir. Geç kurumsallaşmada İmam Mâturîdî’nin takipçilerinin Mâturîdîyye yerine Hanefîlik tabirini kullanmalarının da payı bulunmaktadır.
Hanefî-Mu‘tezilî yakınlaşması ile Şâfiî-Eş‘arî âlimlere yönelik baskı uygulanması durumuna politik teoloji açısından ne diyeceksiniz mi dediniz?
“Siyasî İlahiyat” bağlamında söyleyecek olursak, Hanefîlerin Mâturîdîliği benimsemelerine karşılık, Şâfiîler ve Malikiler Eş‘arîliği benimsemişlerdir. Eş‘arîliğin Mutezile içinden ve karşı akım olarak çıkmasının etkisi bu baskıda etken olabilir. Bilindiği üzere Ebu'I-Hasan el-Eş‘arî (öl.936) dönemin ünlü Mutezile şeyhlerinden Ebu Ali el-Cübbâî'nin yanında yetişerek onun fikirlerinden etkilenmiş. Sonra ayrılmış, onların metotlarıyla onlara karşı mücadele etmiştir. “Eş‘arî, Sünnî esasları Hanbelî şekliyle kabul edip, bir noktada kendisini Ahmed b. Hanbel'in takipçisi gibi gördü” tespitine dikkat edilince durum daha giriftleşir.
- Sonuç:
Selçuklu-Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti kültürel sürekliliğini politik teoloji açısından incelediğimiz zaman mevcut durumuzu yani Misak-ı Milli sınırları içinde laik-demokratik yapıyı üniter bir şekilde korumak son derece önemlidir. Özellikle politik teoloji açısından Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluşu bu birikimin özetidir bence. Türk Aklı politik olarak çekilince, Fars ve Arap Akıllarının ortaya koyduğu politik teolojilerinin I dünya savaşından günümüze kadar bölgeyi nasıl bir ortama sürüklediği malum. Bu gerçeği görünce, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesini oluşturanları, uzak görülüklerini bir kez daha saygıyla anmak gerek.
Türkiye’nin Osmanlı millet sistemine dönmesi tavsiyesiyle Sykes-Picot anlaşmasının tekrar gündeme getirilmesi bölgeye politik teoloji açıdan istikrar değil, çatışmaları artırma sonucunu getirir. Bize düşen Müslüman olduğumuz dönemde olduğu gibi Pers ve Arap Akıllarıyla çatışmak değil, eş güdümlü politikalar üretmek gerekir. Bu açıdan Türkiye Cumhuriyetinin laik bir yapıda olması, dinlere ve mezheplere oranlı eşitlik bağlamında yaklaşması ve teopolitik belirlenimlere mesafeli durması son derece önemlidir.
Peki ABD’nin Ankara Büyükelçisinin atalarının yetiştiği yer olan Biladüşşam’ın Toroslardan başlayıp Suriye, Irak, Lübnan, Filistin’e ulaşan bölge” olduğunu hatırlayınca, “Şanlı Tarih Sendromu”na düşerek hata yapmamızı istediği açıktır. Bölgedeki kültürel etkimiz açık; Osmanlı İli/Devletinin Celaleddin Harzemşah ile birlikte gelen Oğuzlar olduğunu, o dönemden Fırat vadisine inildiğini, hala orada bakiyyeleri/kalanlarının olduğunun bilincindeyiz. Cerablus’ta, Begdililer, İlikliler, Rakka’da Döğerler, Rumkale’de Sarılar, Lazkiye’de Bayındırlar, Bucaklar, Musul’da Bayatlar olduğunu biliyoruz.[1]
Bu kardeşlerimizin yaşadığı devletlerin bütünlüğünü savunup, Pers ve Arap Akıllarıyla çatışmadan oradaki Türklerin özlük haklarını koruyacak çalışmalar yapıp, Türkiye Cumhuriyetinin mevcut sınırları içinde bağımsızlığını savunmak gerekir. Reel politik, ABD Büyükelçisinin gazına gelmeyi değil, reel politik bağlamında rasyonel davranıp, akl-ı selim ile ülkemizin içerdeki güvenliğini, dışarıdaki itibarını/konumunu korumaktır.
(Kaynakça: Hannah Arendt, Formasyon, Sürgün, Totalitarizm Anlama Denemeleri 1930-1954, Ankara: Dipnot Yayınevi, 2014,62; İbn Rüşd, Fasl’ul-Makal, çev.M.Uyanık-Aygün Akyol, Ankara: Elis Yayınevi 2019,16 vd; Rene Grousset, Bozkır İmparatorluğu: Atilla, Cengiz Han, Timur, çev. M.Reşat Uzmen, (İstanbul: Ötüken Yayınevi, 8. Basım 2019), 25; M.G.S.Hodgson, İslâm’ın Serüveni: Bir Dünya Medenîyetinde Bilinç ve Tarih, İstanbul, İz Yayınevi, 1993, 2/414; H. Bahadır Türk, “Kitle ve Lider İlişkisini Politik Teoloji Üzerinden Yeniden Düşünmek” Amme İdaresi Dergisi, Cilt 52, Sayı 2, Haziran 2019:1-24; Carl Schmitt, Siyasî ilâhîyat, Ankara:Dost Kitabevi, 2005, 41; Tarsûsî, Tuhfetü’t-türk çev.: Muhammed Usame Onuş, (İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, 2018), 18-19, 32, 36, Ahmet Ocak, Selçukluların Dinî Siyaseti, 1040 – 1092, İstanbul: : Tarih ve Tabiat Vakfı, 2002. 92; Abdullah Ömer Yavuz, “Büyük Selçuklu Devleti’nin Kuruluş Devrinde Mezhep Politikaları”, Bilimname, (XXXIV, 2017/2) 512-524,
[1] Ziya Gökalp, Türk Devletinin Tekâmülü, edit. Sinan Ateş, (Ankara: Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Yayını, 2019, 94