Selim Gürbüzer


ULU HAKAN ABDÜLHAMİD DÖNEMİ

19. asır ortaları bambaşka yıllardı. Öyle ki o yıllarda bağrımızda taşıdığımız topluluklarla at başı koşturulup bizimle adeta diplomatik satranç oynanmıştır.


        19. asır ortaları bambaşka yıllardı. Öyle ki o yıllarda bağrımızda taşıdığımız topluluklarla at başı koşturulup bizimle adeta diplomatik satranç oynanmıştır. Neyse ki bu noktada İngiltere, Rusya ve Fransa’nın hamlelerine karşılık olarak Sultan Abdülhamid Han'ın o akıl dolusu hamleleri devreye girer de 33 yıl daha ayakta kalma imkânı doğar. Malum Abdülhamid Han Tanzimat zihniyetinin batının değirmenine su taşıyıcı politikalara son vermekle devletin dizginlerini yeniden ele almayı başaran bir Ulu Hakanımızdır. Zaten dizginleri ele aldığında Özbek Tekke Şeyhi Buharalı Süleyman Efendi’yi 1870 tarihi itibariyle Türk topluluklarının aralarındaki dil birliğini sağlamak üzere şeceresinden tutunda nüfus kayıtlarına kadar isimleriyle birlikte her ne bilgi varsa görevlendirir de.  Derken bizim kontrolümüzde bir yandan Turan kongresi girişimi başlatırken, diğer yandan da İslam dünyasını İstanbul’a bağlayacak Teşkilatı Mahsusa marifetiyle lobiler oluşturup İttihadı İslam’ın oluşumuna kapı aralanmış olur. Hatta uzak doğuda Japonlarla iş birliğine gidilerek emperyalist güçlerin ellerinde koz olarak bulundurdukları domino taşlarını yerle bir edecek adımlar atmayı da ihmal etmez. Abdülhamid Han’ın hem Pan Türk yönünden, hem İttihadı İslam yönünden, hem de uzak doğuyu kapsayacak çok yönlü entegrasyon politikaların içeriğine baktığımızda akıl dolu siyasetin varlığını görürüz.  Ancak şu da var ki Ulu Hakan tüm bunları yapmakla ne sırf Türkçü, ne sırf İslamcı,  ne de sırf Hümanisttir,  tam aksine tüm bu meziyetleri kendinde toplayan abidevi bir şahsiyettir.  Hatta O bunların daha da ötesinde “Çokluk içinde Birlik ülküsünü” benimsemiş bir Ulu Hakandır.Aynı zamanda o akıl dolusu hamleleriyle İngiltere, Rusya ve Fransa’nın domino taşı stratejilerini boşa çıkartacak diplomatik usta siyasetçidir.  İyi ki de o fırtınalı günlerde böylesi usta satranç Hakanımız vardı da bu sayede hem Batı’ya hem de Rusya’ya diplomatik satranç oyununda mat olmak nedir onun korkusunu yaşatmışız. Ama ne var ki, oyunlarını bozacak hamleler kendisine pahalıyı mal olacaktır. Nitekim Ulu Hakan’ı hal etme yollarına başvuracaklardır.  Madem öyle, aşağıdaki satırlarda karşımıza nasıl bir tablo çıkacak bir izleyip görmüş olalım:

     Bakınız Sultan Abdülhamid Han Mabeyin Başkâtibi Tahsin Paşa’ya ne demiş: 

    -“Bir hükümdar için lazım olan şey, memleketin menfaatidir. Şayet bu menfaat Kanun-i Esasi’nin ilanında ise o da yapılır. Fakat iyi tatbik olunur mu? Türk’ün menfaati mahfuz kalır mı? Burasını tam kestiremiyorum. O sahte ıslahatın başına bizatihi ben geçmeliyim. İngiltere’nin oyunlarını boşa çıkartmak için yegâne çare budur. Akılları başlarına gelince devleti uçuruma sevk ettiklerini belki nihayet idrak edeceklerdir.” 

        İşte Ulu Hakan’ın Tahsin Paşaya söylediği bu müthiş önsezisi kısa zamanda tecelli etmiş de.  Hatta bu arada Ulu Hakan kendisi hakkında istibdatçı suçlamasında bulunan birtakım mahfillere göndermede bulunmayı da ihmal etmeyip şöyle der;  “...bir hürriyetin taşkın mevcudiyeti de, büsbütün yokluğu da tehlikelidir. Her şeyden önce bir memleketin hürriyet kültürüne karşı hazırlanmış olup olmadığı tetkik edilmelidir.”  Ne diyelim, şimdi gel de bu akıl dolusu sözler karşısında şapka çıkarma. Gerçekten de özgürlük havarisi kesilenlere ders verecek nitelikte özü sözü bir müthiş sözlerdir. Düşünsenize Osmanlı’yı izlediği denge politikalarıyla 33 yıl ayakta tutmuş bir dehadan söz ediyoruz.  Dolayısıyla feraset nedir denildiğinde Ulu Hakan Abdülhamid Han basireti dersek yeridir. Dile kolay 33 yıl içerisinde Osmanlı coğrafyasını kapsayan alanda Ulu Hakan’a bağlı hafiye teşkilat ağıyla İngiliz casus örgütleri arasında kıran kırana geçen istihbarat savaşları neticesinde kurda kuşa yem olmamışız. Yani İngiltere’nin derin güç dengeleri içerisinde Osmanlı devletine giydirmeye çalıştığı o ateşten gömleği Ulu Hakan'ın 33 yıl boyunca o müthiş azmi ve kararlılığı sayesinde ayakta kalabilecek neticeyi elde edebildik.  Ancak ne hazindir ki birtakım çevreler o'nun iç ve dış mihraklı haramilere göz açtırmayıp devletin dizginlerini kendi kontrolünde ele almasını keyfi yönetim olarak değerlendirmişlerdir. Hatta daha da hızlarını alamayıp Ermeni komitecilerinin Ulu Hakan’ı karalamaya yönelik  “kızıl sultan” yaftasına balıklamasına dalmışlarda.

       Şu bir gerçek, batı hürriyet getiremediği gibi yerli kültürleri de kurutmuşlardır. İşte bu noktada Koca Reşit Paşa, İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, Hüseyin Avni, “Enver-Talat-Cemal” üçlüsü ve daha niceleri batının içi boş hürriyet sloganının paravanlığına soyunup şişirilmiş piyon asker rolü oynamışlardır. Aman Allah’ım neydi o günler, bir yandan gayrimüslimlerin bağımsızlık istek naraları,  diğer yandan Tanzimat aydınlarının içi boş hürriyet naraları tam anlamıyla trajik hadiselerdi. Ne yani bu durumda Ulu Hakan, Mithat Paşa’nın kurduğu meclisi kapatmayıp da devletin yok olmasına mı izin verseydi? Hadi bu neyse de,  padişahın devletin dizginlerini kontrolünde tutma çabaları karşısında onun kınında durmayıp siyasi hürriyetten dem vurmasına ne demeli.  Belli ki Mithat Paşa’nın özgürlük dediği şey Yedi Kocalı Hürmüz türü kavimler haritasından müteşekkil özgürlükten başkası değildi elbet. Düşünsenize kurulan Meclisi Mebûsan heyetinin kahır ekseriyetini azınlıklar ve gayrimüslim fırkalar oluşturuyordu. Tabii bitmedi, dahası var:

       Bakın, Mithat Paşa ortalığı bulandırıp işi o kadar çığırından çıkarır ki;  Sırp, Bulgar komitecileri ve o günün anarşist azınlık gruplarını İslam’a duyarlı gençlerle birlikte İstanbul’da kol kola yürütmenin yanı sıra Hilâl’in yanına bir de Haçta taktırmıştır. Maalesef o gün Hilal can evinden vurulmuştur. Peki,  Hilal can evinden vurulur da onu düştüğü yerden ayağa kaldıracak bir vicdan sahibi ortaya çıkıp harekete geçmez mi?  Çıkar elbet. İşte o vicdan sahibi “Ya meclis, ya devlet” şıklarından birini tercih etmek zorunda karşı karşıya kaldığında, tercihini kuzgun leşelerden yana değil devletten yana koyarak harekete geçen Abdülhamit Han’dan başkası değildir elbet.  Kaldı ki Abdülhamid’e özgürlük dersi verme kimin haddine, bir kere o idam kararı gerektiren düşmanlarının cezasını en hafifinden sürgüne çevirecek kadar merhamet abidevi bir şahsiyettir. 

      Şayet dert dava siyasi hürriyetse, bir kere her şeyden önce içi boş hürriyet paravanlığı yapmak hasta yatağa düşmüş Osmanlı’yı yer bitirirdi. Düşünsenize Ulu Hakan’ın İttihatçı güruhu rakiplerine karşı bile yumuşak bir tutum sergilediği halde onlar ise tam aksine kınlarında durmayıp habire huzursuzluk çıkarıyorlardı. Yetmedi savundukları meşrutiyet düsturunu sürekli kendi siyasi emelleri için kullanıp sürekli hilafete muhalif tutum sergiliyorlardı. Oysaki Osmanlıda hilafet müessesi İslam’ın istişare hükümlerine göre hareket ettiğinden dolayıdır ki üç kıtada İslam’ın bayraktarlığını yapabilecek bir donanımla cihanşümul devlet olabilmiştir. İşte bu yüzden Metternich, Tanzimat harekâtının başındakilere gönderdiği mektupta; “...batı kanunlarının temeli Hristiyanlıktır. Siz (en iyisi mi) Türk kalınız...” diye yazmıştır.  Gerçekten de Jön Türk ve Selanik komitecilerinin hemen hepsi batı değirmenine su taşımışlardır. Hele ki Abdülhamit Han döneminde birtakım aydınlar İngiliz, Fransız ve Alman ekolüne tav olmuşlardı. Hatta o sıralar Mehmet Akif’te Almanya’ya kurtarıcı gözüyle şiir döşeyerekten söyle bakmıştır: “Değil mi bir anasın sen, değil mi Alımansın...”  

       Tabii bu şiir Akif’e gölge düşürür mü derseniz, elbette ki düşürmez. Nitekim yazdığı bu şiiri o devrin toplumsal ve siyasi şartları içinde, Akif’in ya o anki ruh dünyasının bir yansıması ya da bir dil sürçmesine bağlı bir yanılgı hali olarak yorumlayabiliriz pekâlâ. Ki; aynı Akif: “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”, “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı bir duvar, benim iman dolu göğsüm gibi, serhaddim var” diyecek kadar ümmetin hissiyatına tercüman olup yeri göğü inletecek bir çıkış yapabiliyor.     

      Her neyse konunun bağlamında kopmadan hürriyet konusunu tekrar irdelediğimizde bilhassa bu konuda Abdülaziz’in veziri Ali Paşa’nın sanki bir kitap değil tüm çağları kuşatan fikir külliyatı diyebileceğimiz o meşhur 40 sayfalık risalesine bakmak kâfidir.  Öyle ki risalenin sayfalarını bir bir çevirdiğimizde adeta tüm çağlara özgürlük dersi verecek nitelikte hürriyeti şöyle dile getirir; “Öğütlere daima kulak verdik. Tenkitlerde iki şey aradık. Biri terbiye, diğeri ise samimiyet... Hürriyetsizlik her türlü fesadı kolaylaştırır. İlk iş tam hürriyettir.” 

       Sonuçta gelinen noktada şu bir gerçek Tanzimat ülke medeniyetinin tam terki manasına bir asimilasyon hareketiymiş meğer. Oysa İslam bu ülkenin tek yerli ülküsüdür.  Peki ya ideolojiler? Onlar da bu ülkenin kefenini soymaya yönelik müsvedde reçetelerdir. Öyle ki,  ilk önce Fransız etkisinde kaldık, sonrasında Alman üniformasının cazibesin kapılıp bedenimize geçiriverdik. Almanya mağlup olunca bu kez Amerikan kıyafetiyle buluştuk, yetmedi Fransız ekolü Türk kanunu oluverdi. Derken Osmanlı bu hengâme içerisinde varlığını yitirmiş oldu. Aslında gerek Tanzimatçılar arasında,  gerek Jön Türkler arasında, gerek Genç Osmanlılar arasında, gerekse Meşrutiyetçiler arasında iyi niyetli insanlarda var olmasına vardı ama bir kere akıl karaya oturunca iyi niyetli olmuşlar ne işe yarardı ki.  Bilgisizliklerinin kurbanı oldukları her hallerinden besbelliydi zaten. Biraz akıl, biraz basiret, biraz uyanık olsalardı belki de kökü dışarıdaki ideolojilerin paravanlığını yapmamış olacaklardı. Sonuçta onlarda bizim gibi bu toprakların havasını teneffüs etmiş insanlardı, mutlaka ruh köklerinde ecdattan kalan bir şeyler vardı elbet. Bir kere başta dedik ya, akıl karaya oturmaya bir görsün gaflet ve dalalete düşüp koskoca Osmanlı’nın çöküşüne neden olunabiliyor. 

        Evet, I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet arayışı filan keşmekeş derken bilhassa ‘Talat-Cemal-Enver’ üçlüsünün gaflet ve dalaleti neticesinde I. Cihan harbine sürüklendik. Zaten sürüklenmeseydik şaşardık, işin bu boyutlara geleceği ta baştan besbelliydi. Öyle ki,  İttihat ve Terakki oluşumunun ilk nüvesi, 1989 yılının sözde değişim öncüleri diyebileceğimiz satıh (yüzeysel) üstü yenilikçi 5 (beş) maceracı Abdullah Cevdet, İbrahim Temo, Mehmed Reşit Paşa, İshak Sükuti ve Hüseyinzade Ali Turan isimli zevatlar tarafından oluşturulmuştur. Maalesef yenilik hareketi öncüleri ürettikleri kriz senaryolarla 170 sene zarfında coğrafyamızın sınırlarını 20.000.000 km² den 780.000 km²’ye geriletmişlerdir. İlginçtir onca toprak kaybına rağmen dünya sıralamasında altıncı devlet olarak tarih sahnesinden çektirilir verdik. Aslında bu çekiliş Osmanlı’nın öyle kolay yutulur bir lokma olmadığının bir göstergesidir.  Çünkü Osmanlı hem dışarıdan hem de içten çökertilmiş bir devlettir.  Yine de biz iyi niyetimizi korumaya çalışıp, bizi içten çökertmeye kalkışan üç beş maceracı İttihatçıların yaptıklarına hainlik demek yerine gafil demeyi tercih etmekte fayda var. Çünkü hainlik yaftalaması etik olarak bizim literatürde asla yeri yoktur. Şayet hainlik ithamıyla meseleler çözülebiliyorsa her gelene hain demek işin kolayına kaçmak demektir, asıl mühim olan zor olanın üstesinden gelebilmektir. Hatta bundan daha da öte her devrin şartlarını göz önünde bulunduraraktan o dönem aydınlarının bakış açılarını sosyolojik yönden iyi analiz etmek daha kayda değer tutum olur. Ama gel gör ki,  hep kolaycılığa kaçıyoruz,   ya kişileri yüceltiyor ya da karalayarak işi halletmeye çalışıyoruz. Oysaki bu yaklaşım biçimi objektif olmaya mani bir durum ortaya koyacaktır. Öyle ya,  bir insan saltanatçı, meşrutiyetçi, cumhuriyetçi,  şucu bucu olabilir olmasına ama bu durum ne geçmişe sövmeyi gerektirir ne de Cumhuriyet’i sevdirelim diye Osmanlı’ya habire karalayıp dil uzatılmayı.  Hem kaldı ki Batıcılığın şekli cazibesine kapılmakla sanki başımız göğe mi değmiş oldu. Gerçekten de meselelere objektif olarak baktığımızda ortada çok fena batıya yakayı kaptırmış içler acısı bir halimizin varlığı görülür. Baksanıza Tanzimat’tan bu yana hürriyet, eşitlik, adalet ve meşrutiyet gibi kavramların içi bir türlü doldurulamadı. Öyle ki bu güzel kavramlar özde değil sözde telaffuz ediliyordu,  kalpte değil dillerine dolayarak seslendiriliyordu. Umarız Yeni Yüzyıl Türkiye’sinde satıh üstü özden uzak arayışlar son bulup kullanılan kavramlar bundan böyle sözde değil özde anlam kazanmış olsun. 

                                                   (Haftaya Cumhuriyet Dönemi başlığı altında devam edecek)