Selim Gürbüzer


YANILMAZ SULTALAR

Sulta zihniyet Avrupa tarihinin bir Ortaçağ ürünüdür. İlim adamlarını engizisyona mahkûm eden anlayış, hep o yanılmaz otoriterlerin eseridir. Ne zaman ki batı kilise sultası ve derebeylik süreçlerinden kurtuldu, işte o gün bugündür batı gelişmenin merkezi olmuştur diyebiliriz.


Sulta zihniyet Avrupa tarihinin bir Ortaçağ ürünüdür. İlim adamlarını engizisyona mahkûm eden anlayış, hep o yanılmaz otoriterlerin eseridir. Ne zaman ki batı kilise sultası ve derebeylik süreçlerinden kurtuldu,  işte o gün bugündür batı gelişmenin merkezi olmuştur diyebiliriz. 

            Malum kuzeyli halkların Avrupa’yı istilalarından Rönesans’a kadarki ara dönemi olarak nitelendirilen Ortaçağ’da özgürlük şiarı sadece kilise sultasına ait bir haktı. Dolayısıyla her türden sulta zihniyet çağın gerçekleriyle taban tabana zıt vehim ve egoları ön plana alan maraz bir hastalık olarak ortaya çıkmıştır.   Dahası kendi düşüncesini tek hakikat sanıp diğer düşünceleri  “hiç”  gören kafanın ürünüdür sulta zihniyet. Bu yüzden Ortaçağ dönemi Avrupa tarihi açısından hor görülür ve kötülenir de.  Her ne kadar Ortaçağ bizim tarihimizin bir parçası olmasa da  “Ortaçağ kafası”  yaftasını bize de bulaştırmak isteyenler çıkabiliyor. Oysa Avrupalı bir insan bu yaftayı duyduğunda kendi ortaçağlarındaki engizisyon papazlarını hatırlar.  Nasıl hatırlamasınlar ki,  kilise o yıllarda ilmi zindana gömmüştü. Keza giyotine itiraz eden veya başkaldıran kendi atalarının başını gövdesinden ayrıldığı dönemlerini hatırlar.  Asla bizim tarihi şahsiyetlerimizden müftülerimizi, müderrislerimizi, ulemamızı hatırına getirmedikleri gibi lekede sürmezler.

        Evet, Ortaçağ kafası sözü Batılılar için ne kadar doğruysa, bizim için de bir o kadar yanlış bir yaftalamadır. Nitekim bizde din adamı ruhban değil, hukuk adamıdır. Şeyhülislamlık makamı ise bugünkü Anayasa Mahkemesi hükmünde bir makamdır. O halde şimdi soruyoruz; Oğuz Han mı? Kanuni mi? İmam-ı Azam mı?  Farabi mi?  Fatih mi? Bunların hangisi Ortaçağ kafasında tarihi şahsiyetler diyebiliriz ki? Elbette ki hiçbiri.   Hem kaldı ki Ortaçağdan bize ne? Dedik ya,  tamamen Avrupa’nın karanlık dönemiyle alakalı bir dönemdir. Bizimle alakası olmadığı şundan besbelli ki;

           -Şayet Fatih Sultan Mehmed karanlığa gömülü kalsaydı, İstanbul’un fethine yönelik döktürdüğü topların balistik hesaplarını ve muayenesini yapabilir miydi?  

          -Şayet İmam-ı Azam o müthiş zekâsını İslam’a dayandırmasaydı devrin en büyük hukuk âlimi olmaya hak kazanabilir miydi?

          -Şayet İbn-i Sina Tıp ilminde deha olmasaydı hastaları tedavi etme yönünde bu denli ilerlemeler kaydedilebilir miydi? 

           -Şayet Farabi,  Matematik, Botanik, Tıp, Musiki, Felsefe ve Mantık eserleriyle ışık saçmasaydı Fazıl Şehirlerden bahseden deha olur muydu? 

           -Şayet Harezmî sıfır rakamını keşfetmesiydi Cebir ilminin öncüsü olabilir miydi?

           -Şayet Uluğ Bey, Semerkant’ta kendini ilme adamasaydı ilk astronom olarak rasathane kurabilir miydi?

           -Şayet Kadızade-i Rumi matematik ve astronomi bilgini olmasaydı Bursa’dan Semerkant’a uzanan ışık olabilir miydi?

           -Şayet Ali Kuşçu Matematik ve astronom dehası olmasaydı Fatih Sultanın davetine icabet edip Maveraünnehir’in İstanbul’a açılan kolu olur muydu?

            -Şayet Oğuz Han, tâ tarihin ilk devirlerinde “Ey Türk, titre ve kendine dön” sözleriyle hem kendi çağına, hem de gelecek Türk kuşağına seslenen kağan olmasaydı tarihte 16 Türk Devleti kuracak yeteneğe sahip millet olabilir miydik? 

        İşte bu sorular eşliğinde yaşanılan çağların sosyolojik yönden analiz ettiğimizde aslında tarihi süreçte tek bir Ortaçağ yoktur, Ortaçağlar vardır demek daha doğru olur. O halde şunu cümle âlem iyi bilsin ki;  insanımız bir gün bizim Hakanlarımızın ve Bilge şahsiyetlerimizin ufkuna ve zihniyetine eriştiğinde,  hiç kuşkunuz olmasın bu engin ufuklarla gönül bağını hiçbir şekilde koparmaya yanaşmayacaktır.  Zira tarihi yükselişimizi bu gelişmeci zihniyete borçluyuz. Bu öyle bir zihniyettir ki; otoriter mantık oyunlarından uzak, ilme, deney ve gözleme açık bir kafa yapısıdır. Şayet tarihimizde illa bir Ortaçağ kafası aramaya kalkışacaksak tarihi 1930 yıllara mahkûm ederekten statükocu bir anlayışla belli bir sınırda tutup dünyaya kapalı olmayı marifet sayan kafaları Ortaçağ kafası olarak nitelendirmek gerekir.            

       Batı, Ortaçağ’da mantık ve deney gözlem ikilemi arasında kendisini hep mücadele içerisinde bulmuştu.  Kilise sultalarınca deney horlanmış, masa başı mantık tek ölçü kabul edilmiştir hep.  Tabii hal vaziyet böyle olunca deney ve gözlemden uzak akıl yürütme metodu da Ortaçağ’da tek geçerli akçe olmuştur. Malum, o çağın yanılmaz sulta rolünde tek akıl danışmanı Aristo’dur. Derken bu akıl danesi sulta zincirini sırasıyla; tahrif edilmiş İncil, ünlü papazlar, azizler ve kilise sultaları takip eder. İlginçtir bir gün bir papazlar meclisinde atın kaç dişi olduğuna dair bir tartışma başlar, ama Aristo bu konuda atın 28 dişi olduğunu yazmıştı. Hiç kuşkusuz Aristo’nun fikri kabul görür. Çünkü o çağda tek hakikat Aristo mantığıydı.  Onlar tartışa dursun, ancak içlerinden bir genç papaz biraz ötede otlayan bir atı gördüğünde hemen atın yanına varıp başlar dişlerini saymaya.  Bir de ne görsün, hayret mi hayret, dişler 28 değil 12'dir. Derken bu durum papazlar meclisine intikal ettiğinde Papazlar Meclisi şu karara varır:

     “-Aristo yanılmamıştır, at yanılmıştır!” 

      Ne diyelim, işte alınan bu kararla anlaşılan o ki,  bu düpedüz Avrupa’nın kendi ortaçağında mantık garabeti içerisine düştüğünün bariz bir göstergesidir.  Dolayısıyla Ortaçağ dönemi için deney ve gözlemin horlandığı,  mantık yürütmenin baş tacı edildiği bir devrin adıdır dersek yeridir.  Zira bu devirde mantık tek yanılmaz sultadır, deney ve gözleme asla yer verilmez! Oysa ilmi metodun esası deney ve gözleme dayanır. 

       Bakınız Aristo, mantık metoduyla ağır cisimlerin hafif cisimlerden önce düşeceğini söylemişti. O öyle düşüne dursun analitik tahlil; yoğunluğu (özgül ağırlığı) ve morfolojik görünümü aynı cisimler aynı anda düşer yönünde veri sunmaktadır.  Nitekim Galileo Galilei Pisa (Pizza) kulesine çıkıp biri büyük, diğeri küçük taş parçasını kulenin tepesinden bıraktığında, taşların her ikisinin de aynı anda yere düştüğünü ispatladığında sultacı zihniyetler gördüklerine inanamadılar, sonunda tevile başvurup gözlerinin yanıldığına karar verdiler! Bir kere Aristo tek yanılmaz otorite kabul edilmişti, isteseler de Aristo’dan vazgeçemezlerdi, bir kere otoritenin sarsılmaması adına o ne söylerse hataları bile doğru kabul edilecekti. İşte bu çarpık mantık anlayış Batıyı Ortaçağ karanlığına gömmeye yetmişti. Maalesef mantık yürütme seline kapılanlar analitik tahlilden yoksun bir şekilde ölçü nedir, tartı nedir, deney vs. nedir bilmez durumda ömürlerini tükettiler. Kelimenin tam anlamıyla Avrupa’nın ortaçağına mantık tek başına Führer’dir. 

        Kopernik, İslam’dan aldığı aşılar sayesinde dünyanın güneş sisteminin merkezi olmadığını ve bütün gezegenlerin güneş etrafında döndükleri fikrinde olan bir bilge şahsiyettir. Hatta bu fikri ölünceye kadar gizlemeyi düşünür de.  Ama 70 yaşına geldiğinde yazdığı “De Revolutionibus orbium ceelestium” adlı meşhur kitap bu düşüncesini ele verecektir.  Derken bu kitap derhal kilise otoritelerince yasaklar listesine alınmasıyla birlikte kendisi de aforoz edilir.   

       Peki ya Galileo?  Malum, o da Kopernik’in dünyanın hem kendi ekseni etrafında hem de güneşin etrafında döndüğü fikrini teyit eden eserinden dolayı ilerlemiş yaşına rağmen engizisyon mahkemesine mahkûm edilmekten kurtulamayacaktır.  Dile kolay, Ortaçağ karanlığında tahrif edilmiş İncil’e aykırı beyanlarda bulunmak öyle her babayiğidin harcı olmasa gerektir. Ancak 20 yıl süren mahkûmiyet süresince baskılara dayanamayıp iddiasını inkâr etmek zorunda kalmış, ama yine de o mahkûmiyet sonrası yüksek sesle olmasa da  “E pur si mueve” diyebilmiştir. Yani “Her şeye rağmen dünya dönüyor” demiştir.  O tüm çektiği sıkıntılar yetmemiş gibi birde bunun üstüne üstük tüm hürriyetleri elinden alınarak evine kapatılır. Derken 74 yaşında hayata veda edip Hristiyan mezarlığına bile defnedilmemiştir. İşte bilim düşmanlığı buna derler.  Peki, Galileo’ya çile çektirdiler de ne oldu sonunda yaptığı deneylerle günümüz bilim adamlarına ışık kaynağı olup insanlığın gönlünde taht kurmuş da. 

         Tabii bu tartışma burada bitmez.  Öyle ki, Giordano Bruno, Kopernik’ten de daha öteye gidip uzayın sınırsız olduğunu belirtince bu cesareti pahalıya mal olmuş, o da engizisyon mahkemesince alınan karar gereği 1600 yılının Şubat’ında Roma’da herkesin gözü önünde kitaplarıyla birlikte direğe bağlanarak yakılmıştır. Kitlelerin gözünde Batlamyus teorisi daha cazipti çünkü. Bu teoriye göre, dünya sabit ve hareketsizdi. Neyse ki bu çarpık anlayış fazla sürmedi. Nitekim Batlamyus teoremi Rönesans’a kadar devam edebildi ancak. Batı o yıllarda bu teoriyle oyalanırken, Yüce Allah (c.c)  insanlığın keşfettiği buluşların çok daha öncesinden; “Güneş ve dünyanın hareketi bir hesaba göredir” (Rahman suresi 5)  diye beyan buyurmak suretiyle bütün çağlara dünyanın hareket ettiğini haberdar ediyordu. Tabii her şey bu ayetle sınırlı değildi elbet, devamı vardı. Bakınız Yüce Allah (c.c.) Kur’an’da; “Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan odur. Her biri kendi yörüngesinde seyreder” (Enbiya suresi 33) diye beyan buyurmaktadır.  İşte ilahi ferman böyle beyan buyururken orta çağ sultaları ise “güneş, yıldızlar ve bütün kâinat dünya etrafında dönüyor” diyorlardı. Ta ki Batı’da Kristof Colomb ve Macellan’ın seyahatleri gerçekleşir, işte o zaman dünyanın yuvarlak oluşu ile ilgili fikirler sahne alacaktır.  Zira 1520’de gerçekleşen bu seyahat dünyanın yuvarlak olduğunu ispatlamaya ziyadesiyle yetmiştir.  Hatta buna Newton’un keşfettiği yer çekim kuvvet kanunu da eklenince artık dünyanın yuvarlaklığına itirazlar kendiliğinden bertaraf edilmiş olur. 

        Müslümanlar olarak ne kadar şükretsek azdır. Baksanıza Batılılar kendi ortaçağında bilime olan itirazlarla uğraşırken,  Müslüman toplumlar ise Yüce Allah’ın  (c.c) beyan buyurduğu; “Sonra arzı deve kuşu yumurtası (mücessem kat-ı nakıs) şekli verdi (söbüleştirdi)” (Naziat, 30) ayeti sayesinde dünyamızın açık ve net bir şekilde yuvarlak olduğuna dair bilgiler eşliğinde karanlığa gömülü kalmamış oldu. Üstelik bu bilgiler birkaç ayetle geçiştirilmemiş, desteklenmiş bile. Nitekim Allah Teâlâ’nın kullarına; “Bundan sonra da yeri yayıp döşedi” (Naziat, 30) diye beyan buyurması ufkumuzu açmaya ziyadesiyle yetmiştir.  Nasıl ufuk açmasın ki,  bir kere Arapçada  'deha' kavramı devekuşu yumurtası anlamındadır.  Dolayısıyla yumurtanın tıpkı dünya gibi iki kutbu şişkin ve iki ucu basık halde benzerlik teşkil etmesi yeterince dünyanın küremsi şeklinde olduğuna dair fikir veriyor zaten.  Aynı zamanda dünyamızın dış örtüsü olan yer kabuğu 75 kilometre kalınlığında olup, sanki teşbih sanatıyla küremsi bir yumurta kabuğu üzerinde yaşadığımızın ipucunu da bu sayede idrak etmiş oluruz. Tüm bu verilerden elde ettiğimiz ipuçlarından daha da mühim hadise; geçte olsa insanlığın Newton, Kepler ve birçok sağduyu bilim adamlarının elde ettiği veriler ışığında insanlığın Allah’ın sonsuz ilmini düşünüp anlamaya çalışıyor çizgisine gelinmiş olmasıdır. Tabii çile çekilmeden hakikate ulaşmak çok zor. Anlaşılan o ki, 18. yüzyıla kadar Batı dünyası karanlıkta yüzerken Halife Me’mun döneminde Mervezi başkanlığında bir grup hem Sincar sahasında meridyen dairesini ölçmüşler hem de dünyanın çevresinin 39 milyon 759 bin 600 metre olarak hesaplamışlardır. Ki; elde edilen rakamın bugün itibariyle kabul edilen 40 milyonun altında az bir aşağı değerde hesaplanmasına rağmen yine de bu hesaplamaya gölge düşürmemektedir. Hakeza El-Battani ise hem trigonometrik metot geliştirmiş hem de ekliptik meylinden hareketle sene ve mevsimlerin oluş sürelerini, güneş ve gezegenlerin dönüş ve yörüngelerini belirleyip İslam medeniyetine katkı sağlamıştır.           

         Malumunuz Fransız bilgini Antoine Laurent Lavoisier’in başına gelenler de diğerlerinden pek farklı sayılmazdı. Adamcağız oksidasyon olayını keşfetmesiyle birlikte yanma hadisesini açıklığa kavuşturmakla insanlığa çok büyük bir hizmet vermiş oldu. Ama gel gör ki sonunun idamla neticeleneceğini belki de hiç tahmin edememişti. Neymiş efendim; 'Tütünü ıslatarak kuru ağırlığının üzerinde satışlara sebep teşkil ettiğinden bu düpedüz sahtekârlıkmış' şeklinde ipe sapa gelmez itham ve karalamalar neticesinde malum sultalarca aforoz edilir. Oysa Lavoisier’in tütünü ıslatma yöntemi sayesinde tütün yapraklarının depolanması esnasında kırılmasının önüne geçilmiş olunuyordu. Hatta bu metot bugün dahi kullanılmaktadır. Üstelik idam edilmeden önce iki gün daha idamının tehir edilmesi için ricada bulunmuş, ancak ne var ki bu iki gün bile ondan esirgenip mahkemece yüzüne karşı; “İhtilalin bilginlere ihtiyacı yoktur” denilerek talebi reddedilmiştir. Maalesef o da başını giyotine vermekten kurtulamamıştır. Cesedini Monceau parkında bir çukurda atılı vaziyette gören Lagrange; “Bu kafayı kesmek için bir an yetti ama asırlar bir benzerini yetiştiremeyecektir” demekten kendini alamayıp tarihe not düşmüştür.

      Peki ya biz? Malum,  İmam-ı Azam’ın at üzerindeyken, atın kaç ayağı sorusuna cevap vermek için attan inip ayaklarını tek tek saymaya başlayıp 4 (dört) demesi deney ve gözleme verilen önemi ortaya koymaktadır.  Yani, bu misalden anlaşıldığı üzere İmam-ı Azam’ın eşyaya ve canlı âleme bakışı ile Batı kafası Ortaçağ skolastik zihniyeti çok farklıdır.

       Ortaçağ skolastiğinin tipik genel özellikleri şunlardır:

       - Tek ölçü kaynakları yanılmaz sultalardır. 

      - Referansları deney ve gözlemden uzak mantık yürütmektir.

       -Onlar için genellemelerden hareket etmek (Genelden özele bir yol takip etmek) esastır. 

        Elbette ki; parçadan bütüne yol takip etmek, analitik tahlil gerektirip zahmetli de. Diğer usul çok kolay, bu yöntemde ne araştırmak var ne de gözlemlemek. Sadece akıl yürütmek vardır. Üstelik sahip olunan tüm bilgiler otoritelerce önceden yazılmış, yani hazır veriler daha önceden taraftarlarının eline tutuşturulup,  adeta düşünmeye ne gerek var denilmiştir. Hatta bu sığ mantık halk dilinde armut piş ağzıma düş şeklinde tabir edilir hep.

        Akıl yürütmede izlenen kaideler genel hatlarıyla şunlardır:

        - Bütünden parçaya (dedüksiyon-tümdengelim) metodu,

        - Parçadan bütüne (indüksiyon-tümevarım) metodu,

        - Benzetme metodu(Anoloji).

        Bir olayın aydınlanmasında üç metoda başvurulabilir pekâlâ. Şu iyi bilinmelidir ki şayet bütünden parçaya metoduna sıkça başvurduğumuz takdirde, Ortaçağ skolastiğinin düştüğü çukura düşmekten bizde kendimizi kurtaramayız. Dolayısıyla dedüksiyon usulüyle ancak hâlihazırda mevcut bulunan kanunlara ihtiyaç hâsıl olduğunda başvurulması daha uygun düşer. İndüksiyon yöntemiyle de deney ve gözlemin ışığında kâinatta var olan kanunları açığa çıkarılmasında çok önem arz etmekte. Analoji metoduna başvurulduğunda ise “Benzer olaylar benzer neticeler doğurur” ilkesinden hareketle pek çok vakıalar kolay yoldan açıklığa kavuşmuş olur. Hâsılı Ortaçağ’da engizisyon sultaları bu üç usulden sadece tümdengelimi (genelden özele) tercih etmişlerdir. Malum bu yöntemle deney ve gözlemin horlandığı muhakkak. Bu demek oluyor ki; mantık yürütme her devrin değişik alanlarında farklı roller üstlenebiliyor. Örnek mi? Mesela hukukta “önce karar verip sonra yargılama”  çağ dışı kabul edildiği halde Avrupa’nın Ortaçağ karanlığında engizisyon mahkemelerince daha insanları yargılamadan suçlu ilan etmeleri bunun en bariz örneğini teşkil eder. Ama İslam hukuku öyle değildir, bakın  “Suçların şahsiliği” prensibini, Hz. Ali (k.v) vefat ederken (Şehit düşerken) bile bir kişinin ölümüyle bir grubun yargılanamayacağını vasiyet ederek adeta insanlığa hukuk dersi vermiştir.

       Tabii sadece hukuk alanında değişim yaşanmıyor, fen alanı da öyledir. Malum,  Grek dünyasında tabiat olayları “su, ateş, hava ve toprak” diye dört unsurla izah edilirdi.  Gün geldi, ilmi çalışmalar gün yüzüne çıktığında artık bu tür genellemelerden hızla uzaklaşılıp 104 element keşfedilmiştir. Hatta bununla da kalınmayıp yeni yeni elementlerin varlığından bahisle element tablosuna yeni ilaveler dâhil olur. Anlaşılan o ki Batı dünyasında tarihi süreç içerisinde Ortaçağ skolastik anlayışında ısrar etseydi elementlerden bihaber genellemeler içerisinde sıkışıp kala kalacaklardır. Neyse ki gelinen noktada teknolojik gelişmeler ve analitik tahliller sayesinde tümevarım yöntemler (parçadan bütüne) kabul görüp, ezberci yöntemlerin terk edildiğine şahit olabiliyoruz artık. 

      Peki ya biz?  Bizde ise malum her ne hikmetse kendi aydınımızın bir kısmı dünyanın geldiği noktanın tam aksi istikametinde hemen skolastik kavramını kendi kafalarına göre dillerine dolamaları hasebiyle güya inanan insanların ülkemizi Ortaçağ karanlığına sürükleyecekleri hezeyanında bulunabiliyorlar.  Oysa bu türden karalamalara tevessül etmekle, aslında Ortaçağ engizisyon kilise papazlarının üstlendiği misyonu kendileri yüklenmiş oluyorlar. Aslında bizim yerli aydınlarımızda bu söz konusu skolastik kavramına da pek yabancı değillerdir. Her ne kadar skolastik kavramını kullanmasalar da sonuçta   “Ortaçağ kafası”, “gerici”, “örümcek kafa”, “irticacı” vs. gibi kavramları kullanmakla güya kendi skolastik zihniyetini örtbas etmiş oluyorlar. Böylece bu tip yaftalamalarla kendi dışındakilerini ötekileştirip gözdağı vermiş olurlar. Kaldı ki bizim kültürümüzün baş tacı camii, medrese, dergâh, âlim, müftü vs. gibi tüm unsurlar ilme açık unsurlardır.  Tarihi süreç içerisinde bu mekânlarda “İlim Çin’de bile olsa alın” telkini yapılmıştır hep.  Başka adres aramaya gerek yoktur, ilmi zindana hapseden skolastik düşünce Avrupa’nın eseridir, asla bize ait değildir. Klasik eserlerimizin çoğu ilmi teşvik ettiği gibi, âlimlerimize de son derece değer veren methiyelerle doludur. Skolastizm, geri kafalılık, örümcek kafalı gibi yaftalamalar başka iklimlere has bir durumdur. İşte bu noktada Avrupa Ortaçağ karanlığında yüzerken, İslam dünyası sahip olduğu ilmi zihniyetle altın çağlarını yaşamıştır. İlla irtica tehlikesinden söz edilecekse hem bilime,  hem de maneviyata karşı çıkan sapkın güruhları teşhir etmek daha doğru bir tavır olacaktır.

         Kara cuma, çember sakallı, gerici, irticacı vs. gibi suçlamalar sultacı cenahta yer alan zihniyete has karalama malzemeleridir. Ah beyni sulanmış ön yargılı adamlar! Başka ne yapsınlar ellerinde karalamaktan başka malzeme yok ki. Belli ki bu tür sultacı zihniyetlerin ortak özelliği şunlardır:

        -Batıdaki Rönesans’ı doğuran sebepleri görememeleri,

        -Tek yanılmaz otoriter kabul ettikleri Batı’nın eski öğretileri olması,

        -Kafalarında ezberlediği ya da ellerine tutuşturulan hazır reçeteleri kapsayan genellemelerden hareket etmeleridir (Tümden gelimcidirler).

        Maalesef bu ortak özelliklere sahip olan kesimler tarihi perspektiften de yoksundurlar. Şöyle ki; Tudunluktan Yabguluğa, Yabguluktan Hakanlığa, Devletten İmparatorluğa, İmparatorluktan Meşrutiyete, Saltanattan Cumhuriyete bir dizi geçiş süreci yaşamış olsak da sonuçta ayakta kalan Türk Milletidir. İdari şekiller, yönetim biçimleri değişebiliyor. Önemli olan milletimizin bekasıdır. Şurası muhakkak Cumhuriyete sahip çıkıp diğer tarihi sosyolojik evreleri reddetmek skolastik zihniyetin içine düşüp çıkamadığı bir açmazıdır. Hakeza Saltanat dönemini kabul edip Cumhuriyeti reddetmek de aynı şeydir. Tüm mesele, bütünü kucaklayıp kucaklamamakta kilitlidir. Bütüne sahip çıktığımızda mesele kalmayacaktır zaten. Düşünsenize düşman addettikleri Osmanlı hayatta olmadığı halde, hâlen saltanata ve hilafete hücum etmenin ne anlamı var ki, doğrusu anlamış değiliz.  Hadi Osmanlı’dan vazgeçtik diyelim, bugün biri çıksa kendini halife ilan etse acaba ardına kaç kişi düşer ki? Bırakın İslam âlemini, Türkiye’de hatırı sayılır kaç kişi biat eder? Anlaşılan değişimi görememek sadece yanılmaz sulta taraftarlarının değişmez alın yazısıdır. 

           Vesselam.