Türkiye?nin siyasî yapısını değiştirecek bir anayasa değişikliği tasarısı, Meclis?te ikinci defa görüşülerek kabul edildi. Sırada meselenin halka götürülmesi var; yani birkaç ay sonra bir halk oylaması görünüyor...
Siyasî sistemin hükûmetin/icranın işleyişini güçleştirdiği, vesayet merkezlerinin engellemelerin en aza indirildiği bir yönetim yapısının kurulması gerektiği, bunun da başkanlık veya cumhurbaşkanlığı sistemi olarak takdim edildiği bilinen şeyler.
Son anayasa değişikliklerinin esasına girmeden, ülkemizin yönetimi ile ilgili esas meselenin tesbiti gerekir diye düşünüyoruz.
1960 Darbesi?nden sonra Türkiye, kuvvetler ayrılığı iddiasıyla bürokratik güç merkezlerinin yönetimdeki ağırlığının azamî ölçüye yükseltildiğini gördü. Koalisyon (Türkçesi: İttifak) hükûmetleri, işte bu yılların mahsûlü. Halk, koalisyona yol açan engelleri ortadan kaldırırcasına 1970?lere doğru bir partiye (Adalet Partisi) destek verdi. Demokrat Parti?nin devamı olmak iddiasındaki siyasî hareketin iktidarı büyük ekseriyetle elde etmesi, 1960 Darbesi?nin bir rövanşı gibi algılandı. Güç merkezlerinin şiddetli muhalefeti darbeci temayülleri azdırdı. Netice olarak siyasî yönetim zaafı, Türkiye?yi 12 Mart Muhtırası?na götürdü.
1970?li yıllar, bir taraftan siyasî parçalanmanın, öte yandan şiddetli ideolojik çatışmanın yaşandığı bir dönemdi. CHP?nin MSP ile koalisyonu, tek parti ideolojisinin çatışmasız tasfiyesi ile sonuçlanabilirdi. Bülent Ecevit?in tek başına iktidar histerisi, bu olumlu gelişmeyi imkânsız kıldı. 1980 öncesinde Ecevit, kendi zirvesini gördü; bu, nakıs bir iktidardı. Devşirmelerle hükûmet oldu; Türkiye?nin nasıl yönetilemeyeceğini gösterdi.
12 Eylül Darbesi?nden sonra yeni Anayasa?da 1960 Anayasası?nın yönetimi güçleştiren bazı maddelerinin değiştirilmesi yoluna gidildi. Cumhurbaşkanının yetkilerinin artırılması, bu kabildendir. Ancak asıl icra demek olan hükûmetle cumhurbaşkanı ilişkileri, yönetimde zaman zaman ciddî sıkıntılara yol açtı. Son zamanlara kadar Anayasa değişikliğinde hedef hükümetin cumhurbaşkanına karşı güçlendirilmesi yönünde seyrediyordu. Şimdi tersi bir durumla karşı karşıyayız: Hükûmetle cumhurbaşkanlığının birleştirilmesi. İcrada birliğin yasama ve yargıyı da etkileyeceği böylece kuvvetler ayrılığı ilkesinin tamamen ortadan kalkacağı iddialarının temelinde bu var.
Biz esas sorunun ?idarî reform mu, siyasî reform mu?? olduğunu düşünenlerdeniz.
Türkiye?nin Tanzimat?tan itibaren siyasî sistemi değiştirme yönünde çeşitli tecrübeleri var. Esasen Tanzimat siyasî sistem değişikliğinden çok, batı eğilimli idarecilerin, bürokratların devlet yönetimindeki yerini pekiştirme maksatlı idi. Türkiye?de modern bürokratik yapının kurucusu Mustafa Reşit Paşa?dır. İlk nesil batıcı bürokrasi kendi yönetiminin esaslarını belirlemiş, sonrakiler ise yetkilerini siyasi alana taşımak istemişlerdir. Onların talepleri sonucu Meşrutî idareye geçilmiş, Kânûn-ı Esâsî (Anayasa) ilan edilmiştir. 1876 Rus savaşından sonra meşrutî idareyi Meclis?i feshederek sona erdiren 2. Abdülhamid, Kânûn-ı Esâsî?yi de rafa kaldırmıştır. Abdülhamid?in yönetimde asıl icraatı Tanzimatla eş anlamlı olan bürokratik hâkimiyeti sona erdirmesidir. Sultan Abdülhamid, bürokrasiyi rasyonelleşmeye zorladı, ulaştırma, eğitim ve sağlık alanında ciddî yenileşme hamleleri yürüttü. Osmanlının son yüzyılında gerçek anlamda gelişme ve değişme, Sultan Abdülhamid dönemine mahsustur.
Tanzimat?taki üstünlüğünü kaybeden bürokratik kesimler, ancak Abdülhamid?in devrilmesiyle yollarının açılacağını biliyordu. Dışarıdan ve içeriden örgütlenen muhalefet, 1908 İttihatçı darbesiyle sonuca ulaştı. Türkiye?nin bundan sonraki tarihi bürokratik iktidarın tarihidir. Cumhuriyet, bürokrasinin iktidarının en yüksek seviyeye çıkarılmasıdır.
Siyaseten iktidar olmak, idarenin işleyişini ne ölçüde etkilemiştir?
Türkiye?nin idarî reform tarihi ile ilgili çalışmaları olan Hüseyin Yayman, tek parti iktidarının en güçlü olduğu dönem olan 1930?lardan 1960?lara kadar 14 yabancı uzmana idarî reformla ilgili rapor hazırlatıldığını belirtiyor. 1933 Dorr raporundan 1963 Podol raporuna kadar 14 rapor, birbirinin tekrarı birçok husus ihtiva ediyor. Bu raporlardaki teklif ve tavsiyelerin çok azı uygulanmış. 1960 sonrasında da yerli uzmanların raporları var. Son raporun 2004 tarihli olduğunu da hatırlayalım.
Buradan çıkaracağımız sonuç şu: Türkiye, idarî reform konusunda bir türlü köklü adımlar atamıyor. Bürokrasi yönetimin işleyişini belirlemeye devam ediyor. Bürokrasideki değişimin mevcut siyasî iktidarın görüşünü benimseyen yöneticilerle sağlanabileceğini sanmak gerçek bir yanılgı olur. Hatta diyebiliriz ki siyasî akımın bürokratları değişime diğer unsurlardan daha fazla direnebilir.
Türkiye bürokraside rasyonalleşmeyi, kabiliyet, ehliyet ve liyakat esasını hiçbir zaman tam mânâsıyla gerçekleştiremedi. İdeolojik veya klieantalist yaklaşımların üstüne yükselmek ne yazık ki hiçbir dönemde tam manasıyla mümkün olmamıştır. 15 yıldır Türkiye?yi yöneten siyasi akımın bürokrasiyi bu anlamda değiştireceği umulurken kabiliyet, ehliyet ve liyakatin hiçe sayıldığını gösteren çok sayıda örnekle karşılaşıyoruz. Bu adalet hissini zedeliyor, güvenilirliği tüketiyor ve sonuç olarak işleyişi yavaşlatıyor.
Bu durumda şunu söyleyebiliriz: Siyasî reformdan önce idarî reform şarttır. Eğer idarî ıslahat yapılamazsa, siyasî sistemin değiştirilmesi gereken etkiyi uyandırmayacaktır.