Saltanat meşru mudur?

Saltanat meşru mudur?

Yazarlarımızdan Prof. Dr. Şakir Gözütok bugünkü yazısında, 'SALTANAT MEŞRU MUDUR?' diye sordu. Gözütok yazısında, İslam düşünürlerinden örnekler vererek okuyucularını Asr-ı Saadet'e götürdü.

İslam düşünürleri arasından saltanatın meşru olmadığını iddia edenler çıkmıştır. Mevdudî, saltanatın talep edilmesinin İslam?da yasaklandığını iddia eder ve Resulullah?ın (s.a.v.) ?İdareciliği talep edene vermeyiz? mealindeki hadisini buna delil olarak gösterir. Mevdudî?nin getirdiği delilin, iddiasını desteklemek için yeterli olmadığı fark edilmektedir. Muhammed Hamidullah?ın da belirttiği gibi, Kur?an idare şekillerinden yalnızca krallıktan söz etmekte ve bunlar ile ilgili hem olumlu hem de olumsuz görüşler beyan etmektedir. 

Mesela Firavun, Nemrud ve Hızır kıssasında belirtildiği gibi gemiler ve yolculara haksız yere el koyan kötü kralların yanında, Hz. Davud ve Hz. Süleyman gibi hem kral hem de peygamber olanlarından da söz etmektedir. Hamidullah hocaya göre, Müslümanlar Kur?an?da Hz. Davud ve Hz. Süleyman örneklerini iyi bildikleri halde kendilerine bir kral seçmeyi uygun görmemişlerdir.

Kur?an, Hz. Süleyman?ın saltanatı Hz. Davud?dan devraldığını bize bildirmektedir (Neml, 27/16).  Kur?an, bir şeyden söz ettikten sonra şayet hükmünü kaldırmıyor veya kötülemiyorsa, bu hususun meşruiyetini bildirmiş olmaktadır. Nitekim ilk dönem İslam âlimleri arasında saltanatın meşru olmadığını söyleyen birine rastlayamadık.

İslam dünyasında saltanatın Hz. Muaviye ile başladığı ifade edilir. Aslında Hz. Ali?den sonra hilafetin kendi hakkı olduğunu söyleyen ve bu iddiasını sürdüren Hz. Hüseyin?in de talebi bir saltanattı. Ancak hiç kimse hilafetin Hz. Ali?den sonra oğlu Hz. Hüseyin?e geçmesinin saltanatı doğuracağından karşı çıkmamış ve olumsuz görüş bildirmemiştir. Bunun en önemli sebeplerinden biri, Hz. Hüseyin?in birçok açıdan hilafete layık olduğunun düşünülmesidir.

Hz. Muaviye?nin hilafeti uygun olmayan yollardan ele geçirmesi ve ardından oğlu Yezid?i hiç de layık olmadığı halde veliaht ataması tepkilere yol açmıştır. Nitekim Sahabenin ileri gelenlerinden biri olan Sa?d b. Ebi Vakkas, Hz. Muaviye yönetimi eline aldıktan sonra yanına girdiğinde: ?Selamün Aleyke Ey Melik? der, Muaviye gülerek:

?Ey Eba İshak, bana Emiru?l-Müminin demen gerekmez mi?? diye sorar. Sa?d b. Ebi Vakkas şöyle cevap verir: ?Bu söyleneni eğlenceli mi buldun da mı gülüyorsun? Vallahi senin atandığın gibi atanmak istemezdim.? 

Bu da, Hz. Muaviye?nin arzu edilen bir tarzda seçilmediğini bildiren bir tutumu ifade etmektedir.

İbn Haldun?a göre sultan, devletin başına geçerek hak ve adalet ile adaletin vasıtalarından ayrılmadıkça, kimse bu durumda onu inkâr edemez. İbn Haldun, ?Nitekim Davud (a.s.) ile Süleyman (a.s.) da Beni İsrail?in saltanatını peygamberlik ve hak ile yürütmüşlerdi? demektedir.

İbn Haldun?a göre, Emevilerden Mervan b. Hakem ve Abdülmelik gibileri, hak ve adaletle hükmettiklerinden onlara herkes boyun eğiyordu. Saltanat?ın meşru ve adaletle hükmeden sultanlara itaat edilmesi gerektiği, dört fıkıh mezhebinin kurucu imamları tarafından da kabul edilmiştir. Zira İmam Malik, hadisleri topladığı ?Muvatta? adlı eserinde saltanatla hilafet makamına oturmuş olan Abdülmelik b. Mervan?ın uygulamalarını birer delil olarak ele almaktadır.

Malikî mezhebinin kurucusu İmam Malik?e göre, idareyi ele alan kişi için biattan önce seçim şart olmadığı gibi, biatın kendisi dahi şart değildir. İnsanların rızası ve hakkın ayakta tutulması yeterlidir. Şafiî mezhebinin temellerini atan İmam Şafiî de, aynı görüşü paylaşmakta ve sonradan oluşan rızayı yeterli görmektedir. Hanbelî mezhebinin kurucusu İmam Ahmed b. Hanbel ise, ?Her kim hilafete geçer, çevresinde insanlar toplanır ve ona rıza gösterirlerse, o halifedir. Kim de kılıç zoruyla halife olursa, o da halifedir? demektedir.

Fakihler bu tür halifeliği geçerli sayarlarken bunu iki şarta bağlarlar: Ortada başka imamın bulunmaması ve seçme ve seçilmeye fırsat olmaması. İbn Kayyim el-Cevziye ise, Allah?ın bildirdiği hükümlerin ve adaletin icra edildiği yol hangisi ise gerçek idare odur, ona muhalefet olmaz demektedir.

Yukarıda dört fıkıh mezhebinin kurucu imamlarının, önemli olan yönetimdekilerin İslam?ın esaslarını uygulaması olup seçilme şeklinin önemli olmadığını bildiren görüşleri de göz önünde bulundurulunca, İslam anlayışına göre İslam dininin ortaya koyduğu kanunlarının uygulanması şartıyla, Müslümanların kendilerine uygun olan seçim şeklini uygulamalarında bir sakınca görülmemektedir.

İslam uleması, yönetimin ne olduğundan çok, nasıl uygulandığını öne çıkardıklarından iki şeye önem atfetmişlerdir:  

Birincisi, İslam?ın bütün esaslarının uygulanması; ikincisi ise, halkın rızasının olması. Bu iki şart oluştuğu takdirde, yönetimin nasıl elde edildiği veya yöneticinin nasıl seçildiğinin hiçbir önemi yoktur.