Güneşli bir Lofça sabahında İskar nehri kıyısında kısa bir geziden sonra Plevne?ye doğru yola çıktık. Bu sene Plevne Müdâfaası?nın 140. yıldönümü. 140 yıl evvel bütün dünya, bu küçük kasabada, bir avuç Osmanlı askerinin, koskoca Rus İmparatorluğu?nu dize getirişini ibretle seyretti. Osmanlı?yı içeriden vuran paşaların ayak oyunları olmasa ve Plevne?ye yardım gelseydi kim bilir neler olacaktı?
Târih böyle bir müdâfaayı, 38 yıl sonra Çanakkale?de gördü. Sonra Medine?de gördü. Bu sefer, Rus yoktu ama ne fark eder? Gavurun Rus?u İngiliz?i olmaz ki.
Plevne Müdafası Minyatürü
Osman Paşa ve askerleri düşmanın bir adım ilerlemesine izin vermedi. Bütün dünyânın gözü kulağı Plevne?deydi. Bir avuç Osmanlı ordusu, Rus ordusunu perişan ediyor; halk türküler yakıyordu.
Karadeniz akmam dedi
Ben Tuna?ya bakmam dedi
Yüz bin Moskof gelmiş olsa
Osman Paşa korkmam dedi
Dikkatli olmasını söyleyen askerlerine, ?Sizi öldürecek kurşunun üzerinde adınız yazılıdır.? diyordu Osman Paşa. Temmuz ayında iki kere yenilip geri çekilen Ruslar,bütün kuvvetlerini Plevne önlerine yığdı. Cepheye gelip durumun vehâmetini gören Çar 2. Aleksandr, Romanya Prensi Birinci Karol?a, ?Yetiş! Hristiyanlık, dâvâsını kaybetmek üzeredir.? diyen bir telgraf çekerek yardım istedi. Telgrafı alan Karol, ciddi bir kuvvetle yardıma yetişti. Yetişse de sonuç değişmedi. Fakat Lofça Rusların eline geçince Plevne, dört bir taraftan kuşatıldı.
Plevne?yi 145 gün savunan Osman Paşa, düşman hattını yarıp geçmekten başka çâre kalmayınca, 10 Aralık gecesi kaleden çıkıp vuruşmaya başladı. Ancak, atını da deviren bir kurşun sebebiyle dizinden yaralandı. Asker ve halkın daha fazla kırılmaması için teslim olunması emrini verdi.
Plevne?de müdâfaanın yapıldığı bölge, panoramik müze olarak düzenlenmiş. Hava çok sıcaktı. Bir ağaç gölgesine sığınıp Plevne Müdâfaası?nı konuştuk. Plevne anlatılırken dâima Rus Çarı?nın, yaralı olarak teslim alınan Osman Paşa?ya gösterdiği saygıdan bahsedilir.
Evet Ruslar Osman Paşa?ya saygı gösterdiler ama Müslüman halka her türlü zulmü yaptılar. Bulgarların ihâneti ise apayrı bir zulümdü. Târih, Plevne?de, müdafânın en şanlısını görürken ihânetin de en âdisini gördü.
Plevne?den sonra hedefimiz Niğbolu Kalesi. Yol üzerinde rastladığımız bir çoban çeşmesinde durup serinledik. Bayramın ikinci günü, Niğbolu yolunda bir çoban çeşmesinin yanında, yaprak sarmalı börekli bir bayram sofrası kurduk.
Keyfimize nazarımız değmiş olmalı ki bir Bulgar klasiğine yakalandık. Polisler, hiçbir şey bulamayınca arkada oturan çocukların kemer takmadığına taktılar. Haracımızı ödeyip geçtik.
Niğbolu?ya ulaşınca kaleyi sorduğumuz bir Türk, kaleye çıkmamamız için bütün olumsuz cümleleri kurdu. ?Yılan çıyan var. Otlar bürümüş.? dediyse de tesirli olamadı.
Niğbolu Kalesi'ne çıkarken...
Kaleye çıktığımızda tam bir hayâl kırıklığı yaşadık. Sâdece kale kapısı ayakta kalmış. Paslı kapıyı itince manzara daha da vahimleşti. İçeriye geçmenin imkânı yok. Öylece kale girişinde 1396 Niğbolu Savaşı?nı, konuştuk. Haçlıların geldiğini haber alan Yıldırım Bayezid?in İstanbul kuşatmasından vazgeçip Niğbolu?ya yetişmesini; gece yarısında tek başına haçlı ordusu içinden geçip kale dibine kadar gelişini ve kale kumandanı Doğan Bey?e ?Bre Doğan! Bre Doğan! Hâlin nicedir?? diye soruşunu yâd ettik.
Niğbolu Kalesi'nden geriye kalan...
Bulgarlar, bu hezimetin izlerini yok etmek istercesine Niğbolu Kalesi?ni yıkılmaya terk etmişler. Kale kapısı, yolu düşen Osmanlı torunlarını ağırlamak için mahzun bir şekilde bekliyor.
Duymak isteyenler için akıncıların ?Kızıl elmaya hey kızıl elmaya!? naraları duvarlarda yankılanıyor. Doğan Bey, kale burcunda.. Gözü kara sultanına baktığı misâl, binlerce kilometre yol tepip gelen ecdâd sevdâlılarına bakıyor.
Niğbolu?dan, en az kale kapısı kadar mahzûn birşekilde ayrıldık. Bir sonraki durağımız Vidin.
Vidin yolunda Tuna?yı gören bir yerde durduk. Oturduğum yerden karşıya bakarken Mehmed Niyazi?nin Plevne romanındaki Tuna güzellemesi aklıma geldi. Biz bu nehri ne çok sevmiştik! Çocuklarımıza adını vermiştik.
Tuna Nehri'ne bakarken...
93 Harbi?nde ?Gözüm yaşı Tuna selidir? şimdi türküsüyle vedâlaşmıştık. Bir asır sonra Osmanlı torunları kara trenle gurbete giderken Tuna bizden, biz Tuna?dan utanmıştık. Haçlı torunlarına hizmet etmeye giden Osmanlı torunlarını görünce elleriyle yüzünü kapatmıştı Tuna. Bu ne hâldi böyle? Biz hep atla geçmiştik Tuna?dan.
?Aldırma be Tuna?m! Yiğit çıplak doğar anadan? deyip yola koyulduk.
Vidin?de, dosdoğru şehirdeki tek cami olan Osman Pazvantoğlu Câmii?ne gittik.
Kapı kilitliydi. Oradan geçen bir hanım, câmi imamı Samet Hoca?ya haber verdi. Samet Hoca, köyünden kalkıp geldi. Nasıl bir güler yüzle bizi karşıladı anlatamam. Fazla uğrayan olmadığı için Türkiye?den gelenleri şeref misâfiri kabul ediyor.
Vidin Osman Pazvantoğlu Câmii'nde yemek yerken
Câmi içindeki yer sofraları dikkatimizi çekti. Ramazan?da burada iftar etmişler. Samet Hoca, çevredeki Hristiyanları da dâvet etmiş. ?Hocam burada yemek yesek olur mu?? der demez, ?Ben çay yapayım? dedi. Câminin yan tarafındaki kütüphânede çay demledi. Ferah ferah yiyelim diye dışarıya masa hazırladı. Yanımızdaki yiyeceklerle bir güzel sofra kurduk. Hocayı baş köşeye aldık. O anlattı, biz dinledik; biz sorduk, o anlattı. Rusçuk?da imamhatip okulunda okumuş. İlk geldiğinde câmi böyle değilmiş. Yardım toplayarak yavaş yavaş eksiklerini hâlletmiş. Gül fidanlarını, meyva ağaçlarını elleriyle dikmiş. Sardunyalarını çevredeki hanımar bile kıskanıyormuş. ?Bu sene asma üzüm verdi.? dedi, kütüphânenin önündeki asmayı kastederek.
Zaman nasıl geçti anlamadık. Birbirimize doyamadık ama yolcu yolunda gerek.. Vedâlaşırken o kadar çok duâ etti ki sınıra doğru giderken, haracını almak için bekleyen Bulgar polislerinin önünden basıp geçtik.
Gün batarken Sırbistan?a girdik. Yolumuz uzun. Bir gece dinlenip Budapeşte?ye doğru devam edeceğiz.