Tarih: 28.02.2018 19:04

Amerika'nın stratejik hatası

Facebook Twitter Linked-in

İki hafta önce ABD'li yetkililerden oluşan küçük bir kafile, Türk siyasetçilerle görüşmelerde bulunmak üzere Ankara'ya geldi. Tarafların toplantılara yüksek bir hararetle odaklanmasına rağmen ortadaki tek somut netice, önümüzdeki ay için kararlaştırılan, iki taraf arasındaki iletişim güçlüğünü hafifletmek amacıyla doğrudan bir diyalog mekanizmasının oluşturulması gibi görünüyor.

Bu tek gelişmenin haricinde, diğer meseleler son dört yılda nasıl seyrediyorsa aynı şekilde devam ediyor gibi. Türk yetkililer, ABD'nin PYD/PKK ile işbirliği içinde olmasını her Allah'ın günü eleştiriyor, ABD'li yetkililer ise buna mukabil aynı sıklıkta ülkelerinin kendi kurumları tarafından bile 'terörist' olarak kategorize edilen bir örgütle ilişkisini farklı göstermeye, karartmaya veya kaçamak cevaplarla konuyu değiştirmeye çalışıyor.

Diğer ABD'li yetkililer, ve hatta CIA, PYD'nin PKK'nın bir kolu olduğu gerçeğini ikrar etmiş durumdalar. Fakat ABD'li sözcüler veya diğer bazı ABD'li yetkililer, Türk yetkililer ABD'nin PYD/PKK ittifakını eleştirdiği zaman şok olmuş hatta kızmış numarası yapıyorlar. Türk kamuoyunun ABD'ye yönelik öfkesi artarken ve Türkiye'nin ABD'nin niyetlerine yönelik duyduğu güvensizlik derinleşirken, onların tek yaptığı, 'kızgın' ve 'bezgin' tonlarda ses efekti üretmek. Başka ihtimallere kapı aralanmayacak derecede net bir şekilde kendi yanlış yönlendirilmiş politikalarından kaynaklanan sonuçlar için Türk basınını veya 'çöp adamları' suçluyorlar.

PYD/PKK, Türk toprak bütünlüğüne tehdit oluşturuyor

ABD'nin PYD/PKK ile işbirliği yapma ve ardında da bir çalışma ilişkisi ve askeri ilişki kurma kararı, 2014 yılının sonlarına uzanıyor. Bu kararın alınması, DEAŞ'ın, Türkiye sınırında bir kuzey Suriye bölgesi olan Rojava'ya gerçekleştirdiği saldırı sırasında oldu; Türk hükümeti, Kuzey Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin (IKBY) silahlı milislerinin Rojava'ya girebilmesi için Türkiye'den geçmesine dahi izin vermişti.

Obama yönetimi yetkililerinin anlamadığı şey, PYD/PKK'yla ilişki kurmanın, Türk-Amerikan ittifakının temel taşlarından birinin altını oyacak olmasıydı ki gerçekçi bir açıdan bakılacak olursa, 30 küsur yaşında ve gözü romancılıkta olan biri (Ben Rhodes), Başkan Obama'nın dış politikadaki başdanışmanı olursa, olacak olan da buydu.

Bu ittifakın en önemli temel taşı ise, Türkiye'nin -bazı siyaset bilimcilerin tanımladığı gibi- bir 'sınır ötesi dengeleyici'ye duyduğu geleneksel ihtiyaçtır. On dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren, evvela Osmanlı, sonra da Türkiye Cumhuriyeti'nin yetkilileri için temel bir endişe kaynağı, Osmanlı veya Türk egemenliğine yönelik doğrudan tehditlere karşı bir 'dalgakıran' oluştururken, kendisi bir taraftan ayrı bir tehdit oluşturmayacak bir Süper Güç müttefik bulabilmekti.

Türkiye en sonunda böyle bir müttefiki, İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD'nin şahsında buldu. ABD'li yetkililer ise, Sovyetlere bel bağlanamayacağına ve onlarla uzun sürecek bir siyasi mücadelenin eli kulağında olduğuna karar verdikleri 1946 yılına kadar, Türkiye'yle bir ittifaka ikna olmadılar. SSCB ile sınır komşusu olan Türkiye, ABD için bir ?öncephe müttefiki? olacaktı; bu meyanda da ABD, Türkiye'nin harap durumdaki ordusunu ayakta tutup modernize edecekti. Soğuk Savaş süresince Türkiye'de çok sayıda ABD askeri ve yetkilisi bulunsa da SSCB'nin teşkil ettiği çok daha büyük tehdit ve ABD ile aralarındaki karşılıklı çıkarların son derece ortada olması Türkiye'nin endişelerini yatıştırdı.

Bu durum Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra da değişmedi. Kısa bir süreliğine zayıflatılmış olsa da Rusya, önceki üç asrın çok net bir şekilde ortaya koyduğu gibi, Türk egemenliğine karşı uzun vadeli bir tehdit olmayı sürdürecekti. Ve ABD bölgesel çatışmalara daha da derinlemesine dâhil oldukça Türkiye'deki tesisleri ve askeri imkânları hayati bir unsur olmaya devam etti.

2014 bir dönüm noktasıydı

Ancak, 2014 yılının sonundan bu yana durum değişti. Özellikle de Moskova'nın (Obama yönetiminin eylemsizliği yüzünden) savaşın tahrip ettiği Suriye'de artık tesis etmiş bulunduğu varlık açısından bakılacak olursa, Rusya tehdidinin sürdüğüne şüphe yok. Fakat Obama yönetiminin ABD'yi PYD/PKK ile bir ittifaka sokma tercihi, temel varlık sebebini Türkiye'nin toprak bütünlüğünü tehdit etmeye istinat eden bir güçle ittifaka girmek anlamına geliyordu. Yani, Obama yönetimi, Türk egemenliğine yönelik bir tehdide destek vermeyi seçti.

Türkiye'nin durduğu noktadan bakılacak olursa, ABD'nin PYD/PKK'yla yaptığı ortaklık, Washington'la stratejik bir ilişkiyi sürdürmenin gerekçesini de eş zamanlı bir şekilde zaafa uğratıyor, zira ABD, haddizatında, stratejik bir tehdit haline gelmeyi tercih etmiş durumda. ABD'nin böylesine bir gafa nasıl olup da düşebildiğine dair tahminlerde bulunmak tarihçilere kalsın; bizler şimdilik şöyle bir tahmin yürütelim: ABD'yi yürüdüğü yoldan saptıran temel unsurlar politikaların bilgiden yoksun, yanlış bilgilere dayanan ve basiretsiz (hatta miyop) bir şekilde oluşturulması ve ABD'nin bölgedeki kendi müttefiklerine (baş harfi Türkiye) güvenme konusunda azimle sergilediği isteksizlik olmuştur.

Gülen, Türk egemenliğine de bir tehdit

Ne yazık ki ABD'nin basiretsiz ittifak tercihleri, sadece PKK meselesi ile sınırlı değil. 2013 yılının Aralık'ından sonra Türk iç siyasetine rasyonel ve tarafsız bir gözle yaklaşma derdinde olanlar, Fethullah Gülen kültünün Türk demokrasisine bir tehdit haline gelmiş olduğunu anladılar. Temmuz 2016'da gerçekleşen başarısız darbe girişimi, -Gülen'in yardakçılarının Türk ordusunun belli birimlerini darbe teşebbüsünde kullanmasıyla- zaten ortada olan tehdit unsuruna bir de şiddet ve cinayet eklemiş oldu. Diğer bir tabirle Gülen örgütü, Türk toplumuna ve Türkiye'nin demokratik yollardan seçilmiş siyasi liderliğine yönelik doğrudan, şiddet içeren bir tehdit olarak anlaşılmalıdır.

Herkesin farkında olduğu gibi, Gülen 1999 yılından bu yana ABD'de ikamet ediyor. Bu da ABD'nin, Türk egemenliğine tehdit oluşturan PYD/PKK'yla işbirliği yapmaya ek olarak ona yönelik diğer bir tehdidi de (Gülen) barındırdığı anlamına geliyor. Ve bu gerçeğe rağmen ABD, Gülen'i Türkiye'ye iade etmek için hiçbir somut adım atmış değil.

Bu konunun mantık açısından değerlendirilecek bir boyutu daha var. Eğer ABD, Türk egemenliğine yönelik bir tehditle işbirliği, diğerine de ev sahipliği yapıyorsa, o zaman Türkiye'deki askeri varlığı da potansiyel bir tehdit olarak görülmeye başlanmaz mı? Kişisel olarak bunun böyle olmadığını söyleyebilmek isterdim, ama ben seçim bölgesinden ve seçmenlerinin hayatlarından ve refahından sorumlu bir Türk siyasetçi değilim. Hem sivil hem de askeri kanattan Türk yetkililer için son beş senenin olayları, ABD'nin ülkedeki askeri varlığını nasıl gördükleri konusunu ciddi şekilde karmaşık bir hale getirdi.

Bu son olaylar ve muhtemel gelecek senaryoları, insanı, bir anlığına Türk yetkililerin açısından bakılacak olursa, mantıken, Türkiye'de konuşlu ABD kuvvetlerinin Türk egemenliğine bir tehdit oluşturduğu sonucuna çıkartacaktır. Bu da bundan önceki 70 sene boyunca geçerli olan durumun, yani ABD kuvvetlerinin Türk egemenliğinin garantörü olarak algılandığı senaryonun artık temelden değişmiş olduğu anlamına geliyor. İnsan bu sonuca varınca ve kendisini böyle bir sonuca götüren olayları ve mantığı gerçekten kavradığında, o zaman Türk siyasetçilerin (ve vatandaşların) neden ABD'ye daha derinlemesine bir güvensizlik duymaya ve yakın tarihteki ABD eylemlerine hararetli ve hatta öfkeli tepkiler vermeye başladığını anlamaya da iyice hazır hale gelecektir.

Değişen stratejik perspektif

ABD eğer PYD/PKK ve Fethullah Gülen kültünün her ikisiyle birden Türk egemenliğine doğrudan bir tehdit oluşturuyorsa, o zaman artık Türkiye'nin 75 yıl önce bulduğu 'sınır ötesi dengeleyici' değil demektir. Bunun yerine ABD, 19.yy.da İngiltere ve Fransa'nın uhdesinde bulunan ve Rusya'nın üç asırdır dâhil olduğu 'doğrudan tehdit' kategorisine adım atmış görünüyor. Bu aktörler [o zamanlar] Osmanlı'dan parçalar koparmakla meşguldüler.

ABD şayet Türkiye Cumhuriyeti'nden de parçalar koparmaya çalışan silahlı militan bir gruba destek oluyor ve halihazırda Türk devlet kurumları üzerinde şiddet kullanarak nüfuz kurma teşebbüsünde bulunmuş dini bir örgütü barındırıyorsa, ABD'li yetkililer artık Türklerin gözünde 19.yy.ın İngiltere'si, Fransa'sı ve Rusya'sından farksız olduklarını anlamalılar. Bu yüzden de vatandaşlarına karşı, demokratik yollardan seçilmiş temsilcileri olarak mesul bulunan Türk siyaset yapıcıları, ya başka bir 'sınır ötesi dengeleyici' arayacak ya da meseleleri kendi ellerine alacaktır.

Bunun bir örneği, Türk devletinin modern silah gelişimi konusunda kendi kendine yetebilmek için son on senedir gösterdiği çok ciddi gayretlerdir. Daha geçtiğimiz hafta Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) silahlı, sürücüsüz kara araçlarının PYD/PKK'yı Afrin'den sürme operasyonunda kullanıma girmek üzere olduğunu duyurdu.

On dokuzuncu yüzyıldan beri Osmanlı Devleti ve Türkiye sadece silah açısından değil, zabitlerinin taktik eğitimi açısından dahi büyük ölçüde yabancı güçlere bağımlı olageldi. Ancak, son harekâtlarda, yani hem Fırat Kalkanı hem de Zeytin Dalı'nda, silahlı dronlar gibi, neredeyse tamamen Türk AR-GEsinin ürünü gelişmiş silahlar kullanıldı.

Fakat bundan daha da önemlisi, bu harekâtlar çok dikkatli planlanıp icraya konulan ofansif hamleler olduklarından sadece yüksek derecede etkili olmakla kalmayıp çok az sivil kaybına sebep oluyorlar. Yani, Türk askeri planlamacıları ve subayları, kontrgerilla savaşı ve hatta kent savaşı konusunda ABD'nin henüz sergileyemediği yetenekler geliştirmiş bulunuyorlar. Ve savaş bittikten sonra Türk yardım görevlileri yerel halkın yaşamlarını ve topluluklarını yeniden inşa etmeye başlayabilmesi için çabucak devreye giriyorlar. Genel olarak, Türklerin yabancı silahlara, teknolojiye ve taktiklere bağımlılığı hızla azalıyor.

Burada vurgulamak istediğim şu ki, hem mevcut hem de eski ABD yönetimi bu yolu seçerek Türk sivil ve askeri yetkililerini bu yönde hareket etmeye iten kararlar vermiştir. ABD'li yetkililer Türk vatandaşlarını ve siyasetçilerini, ABD'nin hâlâ güvenilebilir olduğuna ve Türk egemenliğine doğrudan bir tehdit teşkil etmediğine ikna etmek istiyorlarsa, farklı karar ve eylemleri benimsemeliler.

Mütercim: Ömer Çolakoğlu

* ?Görüş? başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı?nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

[1999 yılından bu yana İstanbul'da yaşayan Adam McConnel, Sabancı Üniversitesi'nde Türk tarihi dersleri vermektedir. Tarih alanındaki yüksek lisans ve doktora derecelerini de aynı üniversiteden almıştır.]




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —