Sitemiz enpolitik.com köşe yazarı, iletişimci, İTÜ TMDK Sanatçı Öğretim Üyesi Dr. Göktan Ay?ın, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, (E) Öğr.Üyesi Prof. Dr. Sn. Şafak Ural ile sitemiz için yaptığı görüşmeyi yayımlıyoruz.
AY: 8 Aralık 2018?de ?Akademisyenlerin Güncel Sorunları ve Çözümleri Çalıştayı?na katıldınız. Sunum başlığınız, ?akademisyenlerde; ?aidiyet duygusu?, ?meslek etik?i? idi. Neler söylersiniz?
URAL: Sayın Ay, çok teşekkür ediyorum. ?Aidiyet? aslında çok kullandığımız, çok bilinen bir kavram. Fakat biraz yakından bakınca, çok ilginç, hemen dikkati çekmese de farklı boyutları olan bir kavram. Çeşitli konuşmalarımda ve yazılarımda (Bkz. www.safakural.com) vurgulamaya çalıştığım çok önemli bir özelliği, aidiyetin sadece kişi açısından değil kurum açısından da irdelenmesinin gerekli olmasıdır. Bu irdeleme de çift yönlü olarak düşünülmeli; bu kavramı genellikle kişinin kendisini (örneğin) bir kurumun parçası olarak görme olgusunu ifade amacıyla kullanırız. Fakat bu bakış, kişinin kendisini bir spor kulübüne ait hissetmesi ile bir millete veya bir dine ait hissetmesi arasındaki farkın nereden kaynaklandığını anlamamıza olanak vermemektedir. Benim ortaya koymaya çalıştığım nokta da burada önem kazanmaktadır. Kişi tamamen ulvi duygular, vicdani sorumluluklar, vazife bilinci gibi etkenlerle kendi aidiyetini tanımlayabilir; ama kişisel çıkarlar da aidiyeti belirleyen bir etken olabilir. Burada da anlaşılması güç, aydınlatılması gereken bir nokta olmayabilir; kanaatimce asıl sorun, iyi niyetle başlayan bir aidiyetin zamanla karakter değiştirmesidir. Genç bir akademisyen, tamamen iyi ve olumlu duygularla mesleki tercihini yapabilir ve kendisini o kuruma bağlı, ona ait hissedebilir. Ama zamanla bireyin kurumla olan ilişkisi tam tersi bir yöne dönebilir. Bu noktada ben ?güzel olan?ı, ?güzellik duygusu?nu ve ?saygı? kavramını anahtar kelime olarak görüyorum. Bir kurum bu gibi değerleri temele almıyorsa, kendini bu değerler üzerinden yapılandırmıyorsa veya bu gibi değerleri ilke edinmiyorsa, bir zaman sonra bindiği dalı kestiğini anlayacaktır. Böyle bir noktaya gelmeden önce kurum, sahip olduğu/olması gereken aidiyet duygusunu sorgulaması ve tanımlaması gerekir. Çünkü bir kurum, bireylerden talep ettiği aidiyet duygusunu geliştiremiyor, bu duyguyu bir baskı unsuru olarak kullanıyor ve kendi sorumluluklarını yerine getirmediği gibi görmemezlikten geliyorsa, bireylerin aidiyet duygularında da kaçınılmaz olarak bir aşınma ve kayma olacaktır. ?Meslek etik?ini de bu çerçevede düşünüyorum. Bir kurum aidiyet duygusunu önemsemiyorsa etik değerler de zamanla aşınacaktır. Bir üniversite mensubu olarak, bu noktanın gerek devlet üniversitelerinde gerek vakıf üniversitelerinde ayrı ayrı düşünülmesi gerektiğine inanıyorum; hatta daha da ötesi, bu üniversitelerde çalışanlar, öğretim üyeleri ve öğrenciler ile özellikle ve ayrıca kurum açısından da aidiyet konusunun bağımsız dernek, STK veya örneğin YÖK kanalıyla düzenli olarak sorgulanmasının ve ölçülmesinin çok yerinde olacağına inanıyorum. Aksi taktirde bir ülkenin gözbebeği bu kurumların bir zaman sonra çok önemli özelliklerini yitirmesi korkarım kaçınılmaz olacaktır. Kurumlar içi boşaltılmış hale gelecek, aidiyet duygusunun yitirilmesinin getireceği olumsuz sonuçlarla yüzyüze kalacaklardır. Yani kısaca aidiyet duygusunu sadece birey açısından değil, kurumların kendilerini tanımlamaları açısından da düşünmek gerekir.
AY: Viyana Üniversitesi I. Felsefe Enstitüsünde çalışmalar yaptınız. Siz; 'Felsefe' denilince akla son derece soyut ve metafizik unsurlardan oluşan bir disiplin akla gelir. Gerçekten de felsefe bu özelliklerini tarih boyunca korumuştur. Felsefe öte yandan insanı ve toplumu ilgilendiren sorunlarından hem etkilenmiş hem de bu sorunları -belli bir ölçüde de olsa- etkilemiştir.? diyorsunuz. Pozitivizmle ilgili tartışmaları sadece felsefi bir problem olarak görmemek, onun entelektüel çekiciliğinin boyutlarını ve sonuçlarını doğru yorumlamak mı gerekir?
URAL: Evet, gerçekten de felsefe denilince soyut birtakım kavramlar ve yargılardan oluşan bir yapı akla gelir. Bu felsefenin çok bilinen bir özelliği olmakla birlikte bence felsefeyi karakterize eden asıl özellik, onun günlük yaşam ile bütünleşmiş olmasıdır. Dolayısıyla felsefe, günlük hayatla içiçedir. Bu içiçelik, belli bir oranda günlük yaşamı kapsamakla birlikte, hayatın bütününe ilişkindir. Çünkü felsefe, yaşantımıza yön veren değerlerle, ilke ve tercihlerle ilişkilidir. Hayatımıza yön veren ilkelerin bir kısmı geleneksel özellikle bir kısmı ise çağa ve toplumlara göre, ekonomik, teknolojik, sosyal olaylara göre değişir; işte felsefe bu değişimin içinde, yanında, altında ve yerine göre de üstündedir. Hegel'in deyişiyle felsefe çağın çocuğudur. Çağından, çağın sorunlarından, değer ve yaşantılarından kopuk olsaydı, felsefenin üçbin yıla yaklaşan geçmişi olur muydu? Pozitivizm de çağının, daha doğrusu aydınlanmanın bir çocuğudur ve çağını biçimlemiştir ve biçimlenmeye de devam etmektedir. Bu etki bence, eğer dikkatli bakarsak, içinde bulunduğumuz kültür coğrafyasında çok daha yoğun bir şekilde ama ne yazık ki birçok olumsuz özellikleri öne çıkacak şekilde gerçekleşmektedir. Kapitalist sistem, tekelci, maddi çıkarları öne alan, bencil duyguları yücelten, geleneksel ahlaki değerlerimizin uzağında bir sosyal/kültürel yapı dayatmaktadır. Bu durumun panzehiri, bizzat felsefe olabilir; çünkü ancak felsefe bireylere yozlaşmadan değişmeye olanak veren araçları sunabilir. Kanaatimce pozitivizm tam bu noktada bize gerekli donanımı sağlama aracı olabilir.
AY: 2014?te, İstanbul Üniversitesi Mantık Uygulama ve Araştırma Merkezi'ni kurup, bir yıl başkanlığını sürdürdünüz. ?Felsefe?de yerellik? mümkün mü? ?Bilginin içselleştirilmesi' ne demektir?
URAL: Evet, felsefede yerellik mümkündür ve gereklidir; ama önce felsefeyi yerellik açısından kavramak ve inşa etmek gerekir. Bunun için önce felsefenin çok temel bir özelliği dikkate alınmalıdır. Bu özellik, felsefenin sorgulayıcı yapısı ama özellikle bir soruna farklı cevaplar verebilme özelliğidir. Bilim doğruları arar, din vahiy üzerine kurulmuştur, günlük yaşantılarımız değiştirmeye hiç yanaşmadığımız adına kanaat dediğimiz önyargılarımızdan oluşur. Felsefede bir görüşü savunan kişi, görüşünü karşıt düşüncelerle hesaplaşarak savunmak ve temellendirmek zorundadır: rasyonalist bir filozof, empirist görüşleri çürütmek suretiyle kendi sistemini inşa edebilir. İşte bu ancak felsefenin sağlayabileceği bir kazanım, zihinsel bir alışkanlıktır. Bir sorunu anlamak, onu tanımlamak ve yapıcı bir tutumla çözmek, veya kişinin savunduğu, inandığı veya kabul ettiği görüşü daha derinden kavraması ve onu yaşantısında karşılaşacağı sorunlara uygulayabilmesi için, sorunlara sırtını dönmek veya onları yok farzetmek yerine çözmeye yönelebilmesi için eleştirel bir tutum içinde olması, yani felsefi bir zihinsel tavıralışı benimsemesi gerekir. Diğer bir ifadeyle felsefenin öngördüğü eleştirel bakış ve dolayısıyla tavıralış, kişiyi, inandığı veya savunduğu bir görüşü içselleştirebilmesine olanak verebilir. İçselleştirilen bilgi bir sorunun çözümü için kullanabilir. Sorunlarımızı, ki bunların temelde sosyal ve kültürel içerikli olduğunu söyleyebiliriz, felsefe aracılığıyla içselleştirebilirsek çözebiliriz; ama bunun için öncelikle felsefeyi yerelleştirebilmiş olmagerekir. İçselleştirelemeyen bilgi, kişiyi ve toplumu fanatizme, kısır çekişmelere, sonu gelmeyen gereksiz tartışmalara sürükleyebilir.
AY: ?Kültür, Medeniyet ve Bilim? İlişkisi konusunda neler söylersiniz?
URAL: Kültür ve medeniyet kavramları genellikle birbiri yerine kullanılıyor. Birçok açıdan da bu kullanımda haklılık payı olabiliyor. Fakat ben, medeniyeti, bir kültürün kendi sınırlarını aşması, diğer kültürleri etkilemesi, yani bir kültürün genelleşmiş hali olarak kullanıyorum. Bunu da iki olguyu birbirinden ayırmak amacıyla yapıyorum. Bu iki olgu, her toplumun kendine özgü bir kültürü varken medeniyetin bir toplumu aşan özellik taşıması olgusunu ifade etmek amacıyla kullanıyorum. Kültür, kavram olarak bir gelişmeyi, değişmeyi ve bir anlamda da ilerlemeyi temsil etmekle birlikte uygulamada zaman zaman eskiye bağlılığı, değişmeye karşı olmayı, korumacı bir tavır takınıp geçmişe hayranlık duymayı ifade eder hale gelebiliyor. Kültür, bir toplumun örf, adet, gelenek, görenek gibi unsurların bir toplamı ama aynı zamanda onların üstünde ve ötesinde olmayı ifade edebiliyor. Halbuki medeniyet, bir çağın tüm ileriye yönelik etkinliklerini ve bu etkinlikler aracılığıyla yol ve yön gösterici, hedef belirleyici, kural koyucu olmayı temsil edebiliyor. Tarihte Antikçağ medeniyeti, İslam medeniyeti veya 20.yy medeniyeti denildiğinde bir döneme damgasını vuran tüm etkinlikleri, diğer toplumlara örnek olan çalışmaları düşünürüz. ?Kültür? ve ?medeniyet? kavramlarını bu iki olguyu birbirinden ayırmak ve aralarındaki ilişkiyi sağlıklı bir şekilde tanımlayabilmek amacıyla kullanıyorum. Bir kültürün gelişerek ve genişleyerek medeniyet aşamasına gelmesi, bence hukuk, sanat ve bilim alanındaki başarılarının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Kültür, medeniyet ve bilim arasındaki ilişkiyi de bu açıdan ele almanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Bilimin, teknolojiyi kuran temel bir unsur olduğunu da unutmamak gerekir.
AY: Siz; ?Teknik, insanın doğal denilebilecek becerilerine işaret eder; halbuki teknolojinin, bilimlerle, kültürle ve dolayısıyla değerlerle yakın ilişkisi olduğunu düşünce tarihi bize göstermektedir. Teknoloji ürünü bir aracı kullanmak, teknik bir beceri gerektirir. Halbuki teknoloji üretebilmek için, bu aletleri yapacak bilimsel bilgilere; fakat bu bilimsel bilgilerin önem verilmesini sağlayabilmek, gerekli ortamı oluşturabilmek, doğru hedefleri ortaya koyabilmek, gerekli olanı yerinde ve zamanında teşhis ve tespit edebilmek için ise ?değer?lere ihtiyaç vardır.? diyorsunuz?Teknolojinin 'Teknoloji' Kavramı ve Değerlerle İlişkisi nasıl olur?
URAL: Yukarıdaki soruya cevap verirken, teknolojinin ama öncelikle bilimin, bir toplumun kültürünün genellenme ve diğer toplumların kültürlerini ve dolayısıyla değerlerini belirleme aracı olabildiğini, medeniyetin de kurucu unsuru olduğunu ifade etmeye çalıştım. Ancak, tek başına teknolojik başarılar, yukarıdaki anlamda medeniyetin kurucu unsuru değildir; teknolojik başarıların arkasında kültürel değerler yatmaktadır. Bir toplum teknoloji denilince sadece birtakım alet veya araçların kullanılmasını anlayabilir; bu anlayış, teknoloji üretmek için gerekli araştırma ve çalışmaları yapmayan, buna gerek duymayan veya önem vermeyen bir kültürü temsil etmek durumundadır. İşte bu noktada o toplumun değerleri, diğer bir ifadeyle kültürü karşımıza çıkmaktadır. Yani kısaca teknoloji aslında o toplumun kültürel değerlerinin ürünüdür. Kültür, teknolojinin ortaya çıkarılabilmesi için gerekli sosyal, ekonomik, bilimsel koşulları sağlama aracıdır.
AY: Siz; ?Bir şehrin fiziksel özellikleri olarak da o şehrin ulaşım olanakları, ortak yaşama yerleri, mimari özellikleri, kültür ve spor açısından sunduğu olanaklar dikkate alınabilir. 'Şehir nedir?' sorusunun fiziksel ve ölçülebilir bir diğer boyutu, onun sosyolojik özellikleriyle de ilgi içerisindedir. Nitekim o şehrin bireylerinin eğitim seviyesi, bir liman şehri ya da bir fabrika şehri olması ya da turizme yönelik alanları, tarihi yerleri bir yönüyle o şehrin sosyolojik özelliklerini belirler.? diyorsunuz. ' Sizce; ?şehir bilinci? nedir?
URAL: Şehir, sosyolojik açıdan, tarihi veya coğrafi açıdan tanımlanabilir; fakat bence şehir, bu tanımların ötesinde ve üstünde bir konumda bulunmaktadır. Bir toplum tarihinden, kültüründen kopmadan gelişmek ve (yukarıdaki anlamda) medeniyet oluşturmak veya mevcut medeniyet içinde kendi varlığını korumak istiyorsa tarihi şehirlerini öncelikle ranta kurban etmemek zorundadır. Şehir sadece barınma işlevini gören binalardan çok daha fazla, kültür üreten yerlerdir. Bunun için şehir, hem tarihi kimliğini korumalı hem de bireylerin sosyal, kültürel, ekonomik, sportif vb ihtiyaçlarına cevap verebilecek yapıya sahip olmalıdır (bu konuda daha geniş açıklamalar için Bkz: www.safakural.com). Tarihimize meraklı bir toplumuz; ama alttaki fotoğraf ne çok şey anlatmaktadır! Bu fotoğraf, bireysel hatalara değil, bence toplumsal sorunlara işaret etmektedir. Şehri korumaz, ranta kurban ederseniz, şehir de sizi, tarihinizi, kültürünüzü, bireyleri korumaz. Kültürel bozulma, bir şehri tarihinden kopardığınızda başlar.
AY: 'Aydınlanma' denilince bir yanıyla Newton'un bilimsel çalışmaları diğer yanıyla da Kant'ın felsefesi öncelikli olarak akla gelir. Türkiye'de Aydınlanma, Birey ve Bireyleşme ve Bunun Türkiye'ye Yansımaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
URAL: ?Aydınlanma? kavramı bildiğiniz gibi çok çeşitli anlamlarda kullanılmakta, bazen de ilgisiz birtakım yorumlar bu kavramın içine adeta tıkıştırılmaktadır. Bu olguyu anlamak ve yorumlamak için sadece kendisini ve etkilerini değil, geçmişini de dikkate almak gerekir. Ben bu süreçleri değil kısaca Newton ve Kant ile başlayan değişime kuşbakışı bakarak sorunuza cevap vermek istiyorum. Bu çerçeve kalırsak, Newton?un fizik sisteminin, Aristotelesci düşüncenin değişiminin temelini oluşturduğunu ve Kant ile birlikte bir dönüşümü karakterize ettiğini söyleyebiliriz; bu değişim ve dönüşümü de ?niçin? sorusu yerine ?nasıl? sorusunun geçmesi olarak yorumlayabiliriz. Sorulan sorunun değişmesi, beraberinde özellikle ontolojik kabuller içeren felsefi, kültürel, teolojik, bilimsel bakışta da köklü değişimleri beraberinde getirmiştir ( daha geniş bilgi için Bkz. www.safakural.com). ?Aydınlanma? olgusu, bu değişimin adeta genel adıdır. Bu iki soru arasındaki temel fark ise, ?niçin? sorusunun teleolojlk (ereksel) ve organist bir dünya öngörmesine karşılık ?nasıl? sorusu mekanist ve determinist bir işleyiş öngörmektedir. Sorulan sorunun öngördüğü ontolojik kabuller, beraberinde gidilecek yönü, kullanılacak yöntemi be sorunların tanımını da belirlemektedir. Sanırım ?Aydınlanma? olgusunu bu açıdan değerlendirmek yerinde olacaktır.
AY: 2014?te Mantık Uygulama Derneği'nin kurucu yönetim kurulu başkanı, 2015?te Mantık Derneği ilk başkanı olarak seçildiniz. ?Mantık; insan bilincinin inşa edilmesinde tek araçtır? görüşüne katılıyor musunuz? Türkiye eğitim sisteminde ?mantık? ağırlığı var mı? Yoksa, sorun nerede?
URAL: İnsanı diğer canlılardan ayıran özelliğin, onun ?rasyonel (bir canlı) olması?dır denilir. Evet, bu doğru bir tespit olabilir; fakat bence insanın asıl özelliği aynı zamanda irrasyonel ve a-rasyonel bir canlı olmasıdır. ?A-rasyonellik? akıl alanı dışında olmayı, örneğin duygusal olmayı, inançların olmasını, öfkeleri, nefreti içerir; yani yine insana has özellikleri ihtiva eder. İrrasyonellik ise akıla, rasyonel düşünceye karşıt olmayı ifade eden tarafımızdır. Sonuçlarını bilerek örneğin sigara içmek, hiç de rasyonel olmayan bir davranıştır. Bilincimiz, bu üç alanın birlikteliğidir; evet insan olmak, duygu sahibi olmayı, zaman zaman hiç de ?mantıklı? davranışlarda bulunmamayı gerektirir, ama kim rasyonel olmayı bütünüyle bir kenera bırakabilir? Öfke, sempati duymak veya benzeri duygular nereye kadar davranışlarımıza, tercihlerimize, kararlarımıza yön verebilir? Yaşadığımız trafik kazaları, acaba tercihlerimizin rasyonel olmaması ile ilgili değil midir? Acaba bütün büyük medeniyetler mantık çalışmalarına niçin önem ve değer vermiş olabilir? Mantık bilmek, mantıklı olmanın garantisi değildir elbet! Karar vermek, eylemde bulunmak, tercih etmek insani duyguların işe karışmasıyla gerçekleşebilir; hata yapmak da insana özgü bir özellik olabilir, ne var ki hatanın düzeltilmesi, tekrarlanmaması ve sosyal yapının, bireylerin veya bir kurumun işleyişinin verimli ve düzgün olması için rasyonel bakışa kaçınılmaz olarak gerek vardır; değil mi?! Mantık eğitimi, bize sorunların çözümünde sihirli formül elbette sunmaz! Ama unutmamak gerekir ki mantık aslında bir araçtır (organon?dur). Bütün mesele önce bu alete sahip olmak ondan sonra onu kullanabilmektir.
AY: Günümüzdeki ?ahlak anlayışı? ile ?bireyin ontolojisi? ilişkisi hakkında neler söylersiniz?
URAL: ?Bireyin ontolojisi? ile biraz özel bir durumu düşünüyorum. Bireyselleşme ile birlikte bireyleşme olgusu günümüz insanını karakterize eden özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bireyselleşme bir bakıma ben-merkezci olmayı ifade etmektedir. Bireyleşme ise insanın kendi becerileri, yapıp-etmeleri, başarıları aracılığıyla elde ettiği bir konumu, bir varlık kazanmayı ifade etmektedir. Varoluşçu (existansiyalist) filozofları dikkate alırsak, kısaca ve kabaca, her birey yapıp etmeleriyle kendine varlık kazandırma durumundadır. Fakat bireyleşme ile benim kastettiğim, bireyin kendi bağımsızlığının bilincinde olması, bunu da toplumsal ve bireysel sorumlulukları çerçevesinde gerçekleştirmesidir. Teknolojik olanaklar günümüz insanına çok geniş bir özgürlük alanı/alanları açmaktadır. İletişim ve seyahat başta olmak üzere her olanak, bireylere yeni özgürlükler kazandırmaktadır; çünkü birey eskiye göre artık bağımsızdır ve bu anlamda da özgürdür. Kendisiyle başbaşadır; ama bu durum onu kolayca ben-merkezci olmaya ve sorumluluklarından uzaklaşmaya sevkedebilmektedir. Halbuki her birey, hem kendisine hem de topluma ve çevreye karşı sorumludur. İşte bu noktada birey kendi varlığını yeniden tanımlamak zorundadır; bunun için ahlak?a hiç olmadığı kadar çok ihtiyacı vardır. Ahlakın burada öncelikle topluma ve çevreye karşı sorumluluk taşıma aracı olmak durumundadır. Bana öyle geliyor ki, birey-ahlak-bireyleşme ilişkisi sağlıklı olarak kurulmadığı taktirde gelecekte otoriter özellikte siyasi sistemlerin gündeme gelmesi kaçınılmaz olacaktır.
AY: Siz; 'özgürlük' denildiğinde üç temel kavramı dikkate alıyorsunuz; davranışlarda özgürlük, ifadede özgürlük, düşüncede özgürlük. Bilim ve Özgür Düşünce birbirini destekleyen unsurlar mı?
URAL: Bu konudaki yazımda (Bkz. www.safakural.com) ?özgürlük? kavramının farklı boyutları olduğuna dikkati çekmek istedim. Bu kavram, diğer birçok kavram gibi, üzerinde pek düşünmeden kullanılıyor. Böyle bir kullanım ise içinde birçok paradoksal özellik barındırıyor. Nitekim, aslında, davranışlarımızda özgür olmayı savunamayız; insanın her istediğini yapması, bir özgürlük değildir, olamaz da! İşin ilginç tarafı, özgürlüğe en çok ihtiyaç duyulan veya duyulması gereken alanda, yani düşüncede kişi kendine sayısız kısıtlar koymaktadır; yani bir bakıma özgürlükten kaçmaktadır. Çünkü düşünceyi özgürleştirmek insanı huzursuz kılabilmektedir. Düşünceyi özgürleştirmek aslında hiç de kolay değildir; alışkanlıklar, zihinsel tembellik, geçerli paradigmalar, düşünceyi özgürleştirmek bir kenera onu tembelleştiren özelliklerdir. Aslında bilim de bir yönüyle zihnimizi belirli kalıplara sokan bir özellik taşır; asıl sorun, bu kalıpların dışına çıkabilmektir. Düşünce düşünceyi özgürleştirebilir; bunun için önce aklın kendisini kalıplardan kurtarmış olması gerekir. Sorudan kastınızın tam bu olmadığının farkındayım. Sorunuza uygun cevap, aslında bilimin özgürce yapılabileceği ortama, sosyal, kültürel, maddi ve eğitim açısından uygun koşullara sahip olmayı, bilim yapabilmenin ?onsuz olunamaz? (?sine qua non?) koşulu olarak düşünmek gerekir.
AY: Teşekkürler?