Bugün kahvehane denilince şüphesiz ki hemen çay geliverir aklımıza. Fakat bu durum eskiden böyle değildi. Bir zamanlar kahvehanelerde, adıyla uyumlu şekilde, yalnız kahve içilirdi...
Kahvenin kültürümüze 16. yüzyıl ortalarında Kanuni devrinde girdiği biliniyor. Şüphesiz bunu takip eden yıllarda ilk kıraathaneler açılmıştı.
Tabi kahve beraberinde, içilmesinin dinen caiz olup olmadığı gibi yeni tartışma konularını da getirmişti. Yine de bunun satışı ekonomik hayatta yerini aldığı gibi, tüketilmesi de çoktan sosyal yaşama yerleşmişti.
Kahvehanelerin en erken örnekleri, bugünkünden veya 50-60 yıl öncesinde zihnimizde canlanan şekillerden çok daha farklıydı. İnsanlar etrafı kısmen açık bir alanda, sedirler üzerinde hazırlanmış köşelerde oturur ve kahvelerini böyle içerlerdi.
17. yüzyıla girildiğinde ise, kahvenin yanına özellikle Amerika'dan getirilen tütün eşlik eder oldu.
Osmanlılar genellikle çubuk denilen, piponun erken dönemdeki örneği olan bir aparatla tütün içerlerdi. Bu adet 18. yüzyılın ortalarına dek sürdü. Bunun yanı sıra kahvehanelerde nargile de yapılırdı. Kıraathanelere halkın itibarını dikkati çekmiş ve ciddi bir iş yeri teşkil ettiği anlaşılmış olacak ki Yeniçeriler bu alana da el attı.
İstanbul'un çeşitli yerlerinde Yeniçeri kahvehaneleri açıldı. Buralar daha çok kulağı kesiklerin toplandığı tehlikeli mekanlardı. Öne çıkan Yeniçerilerin açtığı bu kahvehaneler gayet gösterişli olur ve kapılarında ocağa mahsus özel birer levha asılırdı. Bunun asılması da bir tören şeklinde gerçekleştirilirdi.
IV. Murad'ın meşhur kahve ve tütün yasağı ise padişahın dini veya insani hassasiyetlerinden daha çok, siyasi bir gerekçeye sahipti.
Nitekim söz konusu tarihten 150 yıl sonra burada görülen IV. Mustafa'nın yazısı ile IV. Murad'ın yasağı arasında pek bir fark yoktu... 1807'de şöyle demişti Sultan IV. Mustafa: ''Kaymakam Paşa. Bazı Kahvelerde devlet lakırdısı ederlermiş. Birkaç tane öyle kahvelerden kapatasın.''
Evet, devlet lakırdısı ediliyordu çünkü klasik düzende halkın yegane toplanma yeri olan camilere artık bir alternatif çıkmıştı ve bu da kahvehanelerdi. Üstelik ibadethanede konuşulması akla dahi gelmeyen siyasi meseleler için, artık fikir alışverişi yapılacak bir mekandı buralar.
19. yüzyıl yani Tanzimat çağı her alanda olduğu gibi kahvehanelere de birtakım yenilikler getirdi.
Eski sedirler kalkmış yerine Avrupa tarzı sandalyeler, masalar gelmişti. Artık kıraathaneler aşağı yukarı günümüzdeki şeklini alıyordu. Ama yine de çay yerine kahve tercih edilmekteydi. Çay, günümüzdeki yaygınlığından henüz çok çok uzaktaydı o devirlerde.
Kıraat aynı zamanda okumak demektir. Dolayısıyla o zamanın kıraathanelerinde yalnız boş vakit geçirilmiyordu. Gazeteler ve dergiler muhafaza edilir ve ilgisi olan müşteriler kahvelerini yudumlarken bir yandan da merak ettiği konuları bu şekilde çeşitli materyallerden okurlardı.
Bunların haricinde şiirlerin okunduğu, geleneksel sahne sanatlarının sergilendiği Semai ve Aşık kahveleri de vardı.
Kahvehaneler bu şekilde mahallelerin merkezini oluşturan bir yapı haline gelmişti. Tabiri caizse mahallenin meclisi gibiydiler. Tabi hemen her şeyin olduğu gibi kahvenin de seyyar satıcıları vardı. Eğer muhabbet değil yalnız tenhada oturup bir kahve içmek isterseniz bu satıcıları tercih edebilirdiniz.
Uzun bir geçmişe sahip olan kahveyi bugün de hala aşağı yukarı aynı şekilde tüketiyoruz. Fakat o eski kahvehaneler, geçmişte kalan çoğu şey gibi eriyip gittiler. Bunlardan en meşhurları cumhuriyetin ilk yıllarına kadar varlığını sürdürdüyse de onlar da çeşitli sebeplerle kapandı ve kıraathanelerin asıl manası tarihe intikal etti.
kaynak: /onedio.com