Avukat, Hukuk Doktoru, yazar, düşünür özgür demokrat Türk Milliyetçisi Sayın İrfan Sönmez ile 'milliyetçilik, etnik ayrılıkçılık, darbeler, adalet, devlet ve iktidar' olguları üzerine dolu dolu bir fikir röportajını siz değerli enpo
Hukukçu, fikir insanı, düşünür ve yazar Sn. İrfan Sönmez, enpolitik olarak sorduğumuz soruları içtenlikle yanıtlarken, yaşamından kesitleri, siyasi duruşunu, ilk kitabı 'Ana Dille Eğitim ve Milliyetçilik', ikinci kitabı 'Kürt Sorunu mu Devletleşme Sorunu mu?' ekseninde etnik ayrılıkçılığı ve milliyetçiliği güncel siyaset gündemini de ele alarak anlattı. İşte Sönmez ile gerçekleştirdiğimiz röportajın tamamı:
foto: (Avukat İrfan Sönmez ve BBP şehit lideri Muhsin Yazıcıoğlu)
Enpolitik: Sayın Sönmez kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
-Elazığ doğumluyum, ilk, orta ve lise tahsilimi Elazığ'da yaptım. 1976'da Manisa Spor Akademisini kazandım. İki yıl okuduktan sonra, terör yüzünden okula devam edemedim. 1980'de Elazığ Fırat Üniversitesi tarih bölümüne girdim, orada da bir yıl okuduktan sonra 1981 yılının Eylül'ünde tutuklandım. Çeşitli cezaevlerinde 10 yıl 4 ay 24 gün geçirdikten sonra tahliye oldum. 1996'da Ankara Hukuk Fakültesini bitirdim, bilahare İstanbul Ticaret Üniversitesinde Yüksek Lisans ve doktora yaptım, halen Elazığ'da serbest avukatlıkla iştigal etmekteyim.
-Siz bir kaç cümleye sığdırdınız ama çok maceralı, çok sıkıntılı bir hayat yaşamışsınız.
-Bizim kuşağın çoğu bu badirelerden geçti, tutuklamalar, işkenceler, idamlar, kahırlar, yalnızlıklar çoğumuzun kaderi oldu. Çok şükür alnımızın akıyla girdik, alnımızın akıyla çıktık.
-Ülkücü hareketin -hapishane kuşağından- hep övgüyle söz edilir, nedir bu övgüye sebep olan?
-Ülkücüler hem ahlaki, hem İslami olarak doğru bir mücadele verdiler, yasalarla ahlak her zaman paralel seyretmez. İnançlarımızın meşru kıldığını yasalar her zaman meşru kılmaz. Eğer ahlak ve inançlarımızın penceresinden bakarsanız farklı bir şey görürsünüz, yasaların penceresinden bakarsanız farklı bir şey görürsünüz.
-Ama bugün 12 Eylül dönemine yönelik ciddi eleştiriler var, hem sağa hem sola...
-Sağ-sol derseniz iki tarafı eşitlemiş olursunuz, sağ ne demek, sol ne demek? Bunu açmazsak ahlaki olarak aynı çizgide iki grubun kavgası var sanırsınız. Şöyle diyelim ülkücüler ne diyordu, devrimciler ne diyordu? Ülkücüler hangi sembolleri kullandılar, sol guruplar hangi sembolleri kullandılar?
-Hangi semboller?
-Bakın, bizim tek bir bayrağımız oldu, ay yıldızlı bayrak. Sembolümüz buydu. Fakat bize savaş açanların bayrakları bu ülkenin renklerini yansıtmıyordu. Bazı yerlerde hala 12 Eylül'de çizilen orak-çekiçlerin, kızıl yıldızların izleri duruyor. Biz kendi eksenini kendi değerleri üzerinde kuran bir Türkiye istedik, onlar Rus veya Çin komünizmini istediler. Sembollerini de buna göre seçtiler. Bizim kavgamız Müslüman Türk olarak kalmanın kavgasıydı, onların kavgası bu ikisini silip yerine emperyalizmin kızılını ikame etme kavgasıydı. Dolayısıyla bu sağ-sol kavgası diye geçiştirilemez. Bu, o gün çok zor şartlar altında tamamen vatanseverlik hisleri ile verilen kutlu bir mücadeleyi değersizleştirmektir.
-Eleştirileri haklı bulmuyorsunuz yani?
-Bulmuyorum, sadece haklı değil, doğru da bulmuyorum, bir milletin milliyetçiliği bu kadar aşağılanır, bu kadar örselenirse yarının Türkiye'sine sahip çıkacak kimseyi bulamayız. Ayrıca her toplumsal olay -kendi şartlarında değerlendirilirse- anlaşılabilir. Bugünün sosyolojisi ile düne bakarsanız hiç bir şey anlayamazsınız. Sağ-sol der işin içinden çıkarsınız. Atatürk ve arkadaşlarının Yunan'a karşı verdiği mücadeleye sağ-sol demek ne kadar abesse 12 Eylül öncesini bu perspektiften değerlendirmek de o kadar hatadır. Bir tarafta fikirsel, kültürel, hatta ideolojik bir işgal var öte taraftan bu işgale direnenler. 20. asır savaş şart ve biçimlerinin değiştiği, yeni işgal şekillerinin ortaya çıktığı bir asırdır. Silahlı işgallerin yerini, kültürel, ideolojik işgaller almıştır. Buna direnemeyen toplumlar varlıklarını da vatanlarını da kaybederler.
-O zaman sizi ülkücülüğe, Türk milliyetçiliğine itenin bu hassasiyetleriniz olduğunu söyleyebiliriz?
-Elbette... aldığınız kültürün, yetiştiğiniz sosyal çevrenin ideolojik tercihlerinizi belirlemede büyük etkisi vardır. Milliyetçi, muhafazakar bir çevrede yetiştim. İyi bir sporcuydum amacım Dünya Şampiyonu olup Ay yıldızlı bayrağımızı en yükseğe çekmekti, terör müsaade etmedi.
-Spor Akademisini bundan mı seçtiniz?
-Evet, orada sporumu geliştirmeyi zirveye çıkmayı umuyordum ikisi de olmadı.
-İdeolojik tercihlerinizi belirlemede üniversite öğrenciliğinin bir etkisi oldu mu?
-Üniversiteye gidinceye kadar dindar, milliyetçi bir gençtim, ama henüz hangi adreste duracağıma karar vermemiştim.
-Nasıl karar verdiniz?
-Benim ki ilginç bir hikaye. Ben başladığımda Spor Akademisinde sadece 2 sınıf vardı, birinci ve ikinci sınıf. 18 ülkücü, 10-12 diğer İslami gruplar, geriye kalan 170 kişi ise solcu. Yani Ülkücülerle solcular arasında bire on gibi bir sayı farkı var. Okul başlarken herkes adam kapmaya çalışıyor. Tabi bana da gelen oldu, dini gruplar, Akıncı gençler vardı, evlerine götürdüler, gayet rahat bir ortamları vardı. Nedense içime sinmedi. Okulun büyük bir kantini var, bir de siyah beyaz bir televizyon. Hiç unutmam Cuma günleri televizyonda on dakikalık din ve ahlak programı olurdu. Beş dakika Kuran okunur 5 dakika sohbet. Bir cuma günü televizyonda tam Kuran tilaveti başlamıştı ki, sol gruptan bir kişi kalkıp televizyonu kapattı. Büyük bir sessizlik oldu. Bir ülkücü kalkıp televizyonu açtı, yerine oturdu. Biraz sonra aynı solcu öğrenci tekrar kapattı. İş inada binmişti, bir ülkücü tekrar televizyonun başına geçip televizyonu açtı, solcular kapatmasın diye de televizyonun önünde bekledi, tam bu anda sandalyeler, bardaklar, kül tablaları havada uçuşmaya başladı, polis yok, müdahale eden yok, ortalık savaş alanına döndü. Polis yirmi dakikada ancak gelebildi, tabi bu arada kafası kırılanın, kaşı patlayanın haddi hesabı yok. Kavga Kuran'a saygısızlıktan çıkmıştı ama dini gruplara mensup öğrencilerle MSP gençliği yani Akıncı öğrenciler kavgaya hiç müdahale etmediler. Ülkücüler solcularla Kuran'a saygısızlık yüzünden hasım olurken onlar hiç bir şey olmamış gibi solcularla münasebetlerini sürdürdüler, işte o zaman kararımı verdim, bunlar gibi Müslüman olmaktansa Ülkücüler gibi Müslüman olurum dedim ve safımı seçtim. Çünkü Allah'ın kelamı kapatılırken susarsam bir daha ellerimi Allah'a kaldırmaya yüzüm olmaz diye düşündüm.
-Sonra Ülkücü kuruluşlarda görev aldınız doğru mu?
-Evet, neredeyse ülkü ocakları başkanlığı dahil ülkücü hareketin her kademesinde. O dönemlerde başkan olanlar sık sık firara çıkar yerini ardından gelenler alırdı. Birimizin araması çıkınca diğeri o boşluğu doldurur devam ederdi. Cezaevlerinde de birçoğunda arkadaşlarımızın başkanlığını sorumluluğunu üstlendim: Konya'da, Buca'da, Şirinyer Askeri cezaevinde vs.
-Çıktıktan sonra?
Önce MÇP'de Elazığ'da bir süre çalıştık, sağa sola konuşmalara gittim. Daha sonra BBP/MHP ayrışmasında rahmetli Yazıcıoğlu'nun yanında yer aldım. 2007'ye kadar 4 veya 5 dönem merkez yönetim kurulu üyeliği yaptım. Herhalde en çok manevi haz aldığımız dönemler o dönemlerdi. Çünkü hem ahlaki hem fikri beraberliğimiz vardı, fikrin ahlakının olmadığı yerde beraberlikler yeterince güçlü olamıyor. Onun için ben ülkücünün önce ahlakına bakarım.
-Yani hiç susmadınız?
-Çok şükür haksızlık karşısında susmadık, inşallah son nefesimize kadar da bu böyle devam eder, ne Allah'ın adını düşürdük, ne bayrağımızı kirlettik. Şimdi ben sana sorayım bu kavgaya sağ-sol kavgası denilebilir mi? İçimizde kötü örnek olanlar olabilir, yanlışlarımız olabilir, nihayetinde insanız. Ama niyetimiz, hassasiyetimiz buydu. Siz bakmayın bugün 12 Eylül solcuları ile ilgili güzelleme yapanlara biz neyle karşılaştığımızı, neyle mücadele ettiğimizi çok iyi biliyoruz. Hem dindardık hem milliyetçiydik. Dinimize leke getirmektense kendimizi feda edecek kadar da şuura sahiptik. Bugünün siyasal İslamcılarına bakıyorum da kendi nefislerine bir zarar geleceğine İslam'a gelmesini tercih ediyorlar. Bunlara göre biz evliya sayılırdık.
-Ardan 40 yıl geçti, bugün hala böyle bir kavganın varlığına inanıyor musunuz?
-Böyle bir kavganın var olduğuna inansak içinde olurduk. Ardan yıllar geçti, hepimiz büyük bir travma yaşadık ve hepimiz yaşadıklarımızdan dersler çıkardık. O kavga o günün doğrusuydu bugünün değil. Aslolan, doğru olan, kavga etmeden meselelerimizi çözmektir. Bugün de dünün kavgasını sürdürmek isteyen marjinal guruplar var ama artık Türkiye için tehdit oluşturacak kemiyet ve keyfiyette değiller, onları kendi hallerine bırakmak en iyisi.
-Vatan, millet diye mücadele edip sonra en ağır işkencelerden geçmek, sol guruplarla aynı kefeye konulmak sizi rahatsız etmedi mi?
-Etmez mi, tutuklanana kadar kafamızda tamamen kendi vehimlerimiz, hayallerimizle oluşturduğumuz bir devlet ve asker kompozisyonu vardı. İşkencehanelerde askeri, devleti görünce devletin aslında iktidarı elinde bulunduranlar olduğunu öğrendik. Kimse bize siz vatana millete hizmet ettiniz diye ayrıcalık tanımadı, onları da astılar bizi de astılar, onlara da işkence yaptılar bize de yaptılar. Onları da ezdiler bizi de ezdiler. Anladık ki kimse için devlet-millet sevgisinin bir değeri yokmuş...
-Bundan ne çıkardınız?
-Devlet kimin elindeyse ona hizmet ediyor. Onun düşmanı devletin de düşmanı oluyor. Maalesef bu ülkede devlet yasalara, kurumlara göre şekillenmiyor, iktidarlara göre şekilleniyor. Şimdi de tek bir kişinin istek ve taleplerine göre biçimleniyor. Devlet milletin tüzel kişiliği ise millete göre şekil almalıdır, bir kişiye göre inşa edilen devlet milletin devleti vasfını kaybeder.
-Çıkarımınız bu mu?
-Sadece bu değil, o gün öyleydi bugün de böyle. Vardığım sonuç şudur, milli bir devlet ancak milli kadrolarla kurulur, hayalinizdeki devleti inşa etmek istiyorsanız, devletin jandarmalığına değil, yönetimine talip olacaksınız.
-Türk milliyetçileri, ülkücüler zaten buna talip değiller mi?
-Sizce talipler mi?
-Partileri var, İYİ Parti, MHP?
-Partiler sadece iktidar olmak için mi kurulur? İYİ Parti siyaset sahnesinde henüz yeni bir parti, ama MHP'nin 50 yıla yakın bir geçmişi ver. Bu büyük bir tarih. Ancak çizgisine, siyaset tarzına baktığınız zaman bir iktidar hedefi görebilmek çok zor. Sistem, Milliyetçilerin iktidar olmasını istemiyor ama yok olmasını da istemiyor. Onu lazım oldukça yararlanmak için belli bir düzeyde tutmak istiyor, ne öl, ne ol diyor. Onu sistemin yedeğinden kurtarmak isteyenleri ise hemen denklem dışına itiyor. MHP'deki kavga, onu özgürleştirmek, iktidar alternatifi yapmak isteyenlerle, onu sistemin kontrolünde, kendisine biçilen sınırların içinde tutmak isteyenlerin kavgasıdır.
-MHP'nin durumu sizce bu kadar önemli mi? Diyelim ki onu denetleyen kendisi olmasını istemeyen bir mekanizma var, ondan kurtulunca Türkiye'nin her problemi çözülecek mi?
-İsterseniz MHP özelinde konuşmayalım, Türk milliyetçiliği 12 Eylül'den önce siyasi ve ahlaki bir hareket olarak gelişti. Zaman içinde her iki açıdan da gerileme ve aşınma yaşadı. MHP'nin bir misyonu vardı ve Müslümanlık anlayışı bugün çok aradığımız özelliklere sahipti. İslam'ı Türk kültürü ile kavramak gibi bir farklılığı vardı. Kuran tektir ancak her kültür onu yeniden yorumlar o da her kültürü tarayarak içindeki küfrü arındırır ve milli renkleri öylece bırakır. Türk milliyetçileri Türk Müslümanlığına sahipti. İdeolojik olarak mensuplarına fikri tatminin ötesinde manevi bir tatmin de verirdi. Bugün ne fikir üretebiliyor, nede manevi bir tatmin sağlayabiliyor. Klasik parti kafası ile bakarsanız bu misyonu göremezsiniz ne yazık ki bu misyonu büyük oranda yitirdi. Türk milliyetçileri İslam'ı Türk kavrayışı ile anlayan çizgilerini sürdürseler bugün Vehabilik ile Selefilik arasında gidip gelen hareketler bu kadar etkili olmayacaktı.
-Gençlerin tarikatlara, cemaatlere savrulmasının arkasında bu misyon kaybı mı var?
-Tam savrulma diyemeyiz, tarikatlar cemaatler ahlak mayaladıkları müddetçe meşru sivil toplum örgütleridir. Ancak siyasete soyunduklarında, dini ticarileştirdiklerinde veya devleti ele geçirmeye çalıştıklarında meşruiyetlerini kaybederler.
-Günümüzde ahlaki bir misyon ifa ettiklerini söyleyebilir misiniz?
-Bazıları çok siyasileşti, biraz güçlenen bunu hemen ticari bir pazarlık vesilesi haline getirebiliyor. Ama elbette yönünü Allah'a çeviren, siyasete mesafeli olanlar da var. Tarikat ve cemaatlerin siyasileşmesinde iki önemli sebep var; biri karşıtlarından kaynaklanıyor, dini hayata yasak koyan iktidarlar yüzünden bu yapılar kendilerine bir özgürlük alanı açmak için sağ siyasi partilere yönelmişler, adeta itilmişlerdir. İkincisi de bizzat sağ veya siyasal İslamcı iktidarlardır. Onlar da bu yapıların oylarını almak için kirli pazarlıklara girişmişler, onlara çeşitli siyasi ve ekonomik imkanlar tanımışlar, bu da onları siyasallaştırmıştır. İkisi de yanlıştır.
-Son örneği 15 Temmuz darbesi?
-Siyasi gücün paylaştırılması, kurumların cemaat ve tarikat yapıları arasında bölüştürülmesi hem bu yapıları asli misyonlarından uzaklaştırarak dejenere etmiş, hem de devleti zayıflatarak bütüncül yapısını zedelemiştir. Tarikat veya cemaat devleti olmayacağı gibi siyasetle uğraşan tarikat ve cemaat de olmaz. Bu denge kurulamadığı için biraz güç kazanan devleti ele geçirmeye çalışmıştır. 15 Temmuz darbesi bu aymazlığın sonucudur, FETÖ'yü büyütenler onun kurbanı olacak noktaya gelmişlerdir.
-Aldandık Allah affetsin diyorlar... Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
-Aldanmasınlar diye onlarca mekanizma var. Siz MİT'inize, istihbaratınıza, emniyetinize, askerinize rağmen aldanırsanız vatandaş ne yapsın? Kendinize karşı son derece hoş görülü olacaksınız ama sıra vatandaşa gelince hiçbir hukuki ve ahlaki ölçü tanımayacaksınız. Vatandaşın aldandım demeye hakkı vardır ama Türkiye'yi yönetenlerin yoktur. Hukuk devletinin olduğu yerde asıl hesap vermesi gerekenler ülkeyi yönetenlerdir. Türkçe Olimpiyatlarında nutuk atanlardan hesap sormaz, oraya gidenlerden hesap sorarsanız, Bank Asya'nın açılış kurdelasını kesenlerden hesap sormaz, 3-5 kuruş parasını yatırandan hesap sorarsanız, derneğini, vakfını tantana ile açandan hesap sormaz üye olandan hesap sorarsanız, gazetesini, televizyonunu açık bırakandan hesap sormaz, gazetesini alan, Televizyonuna çıkandan hesap sorarsanız adalete olan güveni sarsarsınız. Devlet kinle nefretle hareket etmez, hukukla hareket eder. Hukuk siyasetin emrine girerse orada artık devlet diye bir şey yoktur. Hukukun olmadığı yerde keyfilik olur, haksızlık olur. Devlet vatanseverliğinin en önemli kaynağı adalettir. Adalet, devlete bağlılık, zulüm devlete karşıtlık üretir.
-Yani suçlu masum ayrımı yapılmalı mı diyorsunuz?
-Hayır, kim suç işlemişse cezalandırılmalı lakin ölçü siyaset değil hukuk olmalıdır diyorum. darbe yapanın, askere, polise, vatandaşa kurşun sıkanın hiç bir hukuk sisteminde affı yoktur. Lakin burayı dini bir yapı olarak bilip nihai hedefini bilmeden dahil olanların da tefrik edilmesi gerekir. Esas olan vatandaşı devlete bağlamak, suç örgütlerinden koparmaktır. sempatizanı militan yapan bir yargılama biçimi sonunda amacının tam tersine hizmet eder.
-Artık darbeler dönemi kapandı diyebilir miyiz?
-Diyebilir miyiz bilemem, bu bize, siyaset yapanlara ve bu ülkede bir demokrasi kültürünün oluşumuna bağlıdır. Siyaset kurumu problem çözdüğü ve demokratik mücadele kanalları açık olduğu müddetçe darbe olmaz. Ancak siyaset tıkanır, demokratik kanallar kapatılırsa vatandaş demokrasi dışı yollardan medet ummaya başlar. Hiç bir darbeci kendiliğinden durduk yere darbe yapmaz, ona bu zemini sunan siyasetçilerle, demokratik mücadele yolları kapatılan halkın beklentileridir.
-Demokratik mücadele kanallarından kastınız...
-Özgür basın, bağımsız yargı, özgür muhalefet, adil ve eşit şartlarda yapılan seçimler ve çoğulcu bir demokrasi... Bunlar varsa kimse aklına darbe yapmayı getirmez.
-Peki, bu kadar badireden geçtiniz, hapis yattınız, işkence gördünüz kendinizi nerede konumlandırıyorsunuz?
-Bağımsız, demokrat bir Türk milliyetçisi...
-Milliyetçiliği ırkçılıkla özdeşleştirenler Peygamber efendimizin ırkçılığı yasakladığını söyleyenler var...
-Evet var, ırkçılık yasaktır ve anlamı kavmine yanlış işlerinde yardımcı olmaktır. Bugünkü anlamıyla bir milliyetçilik peygamber efendimiz döneminde yoktu ki yasaklamış olsun. Milliyetçilik bir devlet kurma doktrinidir. Bir topluluk milliyetçilik yapıyorsa devlet talep ediyor demektir.
-Ama bizim devletimiz var;
-Devletini kurmuş topluluklar için milliyetçilik bir -milleti bütünleştirme-ideolojisidir. Rengini bağlamından alır. Milliyetçiliğin bu coğrafyada bugünkü misyonu aşiret, kabile, etnik köken veya mezhep temelli parçalanmaların önüne geçmektir. Bir toplumu üst bir kimlik altında ortak paydalar altında bir araya getirmektir. Birlikte rahmet olduğunu söyleyen bir peygamber bu çerçevede bir milliyetçiliği yasaklar mı?
-Bugün böyle bir milliyetçiliğe ihtiyaç var mı?
-Hem de anlatılmayacak kadar ihtiyaç var. Etnik temelli taleplerin parçalamaya çalıştığı bir toplumda en çok ihtiyaç duyulan şey milliyetçiliğin yapıştırıcı gücüdür.
-Sizce Türk milliyetçilerinin bugünkü misyonu ne olmalı?
-Dedik ki milliyetçilik bir bütünleştirme ideolojisidir. Onun için etnik hareketler en çok parçalamak istedikleri ülkenin milliyetçiliğini hedef alırlar. Çünkü milleti tutan, koruyan, kollayan onun bir nevi savunma mekanizması olan milliyetçiliktir. O tahrip edilmedikçe etnik milliyetçiliğin yol alması mümkün değildir. Milliyetçiler, milliyetçiliğin bütünleştirici diline sahip olmalıdırlar. Bir ülkenin bütünlüğünü korumak bütünleştirici bir dil ve toplumu kavrayan ortak hedefler göstermekle mümkündür. Milliyetçilerin yeni bir dil ve yeni bir toplum tasavvurlarına ihtiyacı var. Bunun için de sistemin hegemonyasından kurtulup özgürleşmeleri, figüran olmak yerine oyun kurucu olmaları lazımdır.
-Sanıyorum bilimsel çalışmalarınızın merkezini de ülkenin bütünlüğü ve etnik ayrımcılık oluşturuyor. Biraz kitaplarınızdan bahseder misiniz?
-İlk kitabım Ana Dille eğitim ve milliyetçilikti. Dünyadaki etnik hareketleri incelediğimde şunu gördüm, istisnasız hepsinin birinci talebi ana dille eğitim. Bu beni ana dille eğitim ile milliyetçilik arasındaki ilişkiyi incelemeye itti. Gördüm ki millet inşa etmenin birinci ve en önemli basamağı ortak bir ana dile sahip olmak. Dil aynı zamanda farklı olmanın, farklılık iddiasının göstergesi. Ortak bir dil yoksa millet de yoktur. İstisnası üç dilli İsviçre'dir ama adı üstünde istisnadır. Dili ayırmak toplumlar arasına dil sınırları çizmektir. Ayrıca farklı lehçeleri, diyalektleri ortadan kaldırıp standart bir dil oluşturmanın yolu eğitim sisteminin içine girmektir. Standart bir dil oluştuğunda artık herkes birbirini anlayacak farklı lehçe ve diyalektlerden dolayı birbirini anlamayan toplum katmanlarına standartlaşmış dil yoluyla her türlü mesajı öğretmek mümkün olacaktır. Bu bakımdan hiç bir ana dille eğitim talebi masum değildir esas amaç o dil toplumun tamamının birbirini anlayacak hale gelmesini sağlamak, aralarında anlaşmazlığa yol açan dil farklarını yok etmektir. Biri ben Kürtçe eğitim istiyorum dediğinde aslında Soranice, Goranca, konuşan Kurmança anlamayanları, Kurmança'yı ortak dil yaparak birbirini anlar hale getirmek, dolayısıyla vereceğim mesajın hepsi tarafından anlaşılmasını istiyorum demek istemektedir. Bir başka ifadeyle Türkçe konuşanlardan ayrı bir dil topluluğu oluşturmak istiyorum demektedir. Dil parçalanmasının sonucu devletin parçalanmasıdır. Bugün PKK ne diyor dilimiz ayrı, devletimiz de ayrı olmalı...
-Kürt Sorunu mu Devletleşme sorunu mu kitabınızda da bunu somutlaştırmışsınız?
-Evet, milliyetçilik bir devlet talebidir. Bu gerçeği bilmezseniz tedbirini de alamazsınız. Yıllarca bu olaya terör, az gelişmişlik ve demokrasi eksikliği olarak bakıldı. Sonra görüldü ki en demokratik, en gelişmiş ülkelerde de ayrılma talepleri var. O zaman bu taleplerin milliyetçilikten kaynaklandığı anlaşıldı. Artık ayrılıkçı hareketlerle karşı karşıya olan ülkeler etnik milliyetçilikle mücadele ediyor. Etnik, ayrılıkçı milliyetçiliğin yenildiği, ateşinin düştüğü yerde ayrılık talepleri de azalıyor.
-Son kitabınız sanıyorum baskıda?
-Evet, self-determinasyon, Ulusların kendi kaderini tayin hakkı. Aynı zamanda doktora tezim. İstedim ki günün birinde önümüze getirilecek olan bu konuya karşı hazırlıklı olalım. Ne yazık ki bu konuda yeterli çalışma mevcut değil. Kitapta Türkiye Kürtleri, Çeçenleri, Filistin'i genişçe ele aldım. Türkiye'nin bölücülükle mücadelesine katkısı olacağını düşünüyorum.
-Güzel bir sohbet oldu, Teşekkür ederim, hayatınızın önemli dönemeçlerine girmek isterdim. Ancak bu mülakatın sınırlarını çok aşardı, umarım onu da bir gün yazarsınız hep beraber okuruz.
-İnşallah, ben teşekkür ederim.
haber: enpolitik/ S.Ö