Tarih: 02.12.2019 21:48

Canlı bir tarih hafızası, Türk Milliyetçiliğinin önemli ismi Nuri Gürgür ile Türkiye'nin son 60 yılını konuştuk...

Facebook Twitter Linked-in

Enpolitik ve Enpolitik değerli köşe yazarı Mustafa Toygar, Türk Milliyetçiliğinin duayen isimlerinden Nuri Gürgür ile Türkiye'nin son 60 yılını konuştu.

 

 

27 Mayıs sabahı radyodan Alparslan Türkeş'in sesini duyunca ne hissetti?  Osman Yüksel Serdengeçti ve Nihal Atsız?la nasıl tanıştı?  27 Mayıs'ın Darbesinin arkasında kim, 12 Eylül Darbesinin arkasında kimler vardı? 12 Mart Muhtırası nasıl sol bir darbeyi önledi? 12 Eylül Darbesi olmasaydı MHP ne olurdu? 27 Mayıs'ın Salim Başol'u ve 12 Eylül'ün Nurettin Soyer'i nasıl yargılama yaptılar?  12 Eylül gece yarısı MHP nasıl arattırıldı, talimatı kim verdi? Türkeş savunmasında hangi tarihi sözleri söyledi? Yaşayan canlı bir tarih hafızası Nuri Gürgür, sorularımızı içtenlikle yanıtladı, iyi okumalar...


ENPOLİTİK/ MUSTAFA TOYGAR: Ülkenin son 60 yılında, Türkiye ve Türklük ideali ile çıktığınız yolda hep bir mücadelenin içinde oldunuz düşünce temelindeki ideallerinizi henüz 1958 yılında Türk Ocağı gençlik kolunda kurucu ve yönetici olarak harekete geçirdiniz. 

1961 yılında üniversitede Kültür Kulübünü kurdunuz 1961-63 yılında Milli Türk Talebe Birliği İcra Kurulu Başkanlığı yaptınız? 

Milliyetçi bir aydın olarak muhtelif dergi ve gazetelerde yazılar kaleme aldınız?.

70?li yıllarda Alparslan Türkeş?in MHP?sinde siyaset yılları?

Türk Ocağı yılları; 15 yıl sürecek Genel Başkanlık ve akabinde Onursal Genel Başkanlıkla devam eden süreç?

20 yıl süresince ATO Meclis Başkanlığı ve hala ATO Onursal Meclis üyesi

60 yıl boyunca; Türk Milliyetçisi bir aydın olarak Türkiye?nin sorunlarını takip ettiniz, irdelediniz, sorguladınız, çözüm önerileriyle ışık tuttunuz. Bu yönlerinizle siz, Türkiye?nin son 60 yılının hafızası da sayılırsınız...

Bize kendinizden biraz bahsedebilir misiniz?

(Nuri Ağabey bu sorumuza büyük bir engin gönüllülükle; ?Kendimden nasıl bahsedeyim ki? cevabını veriyor. Ancak biz kendisinin affına sığınarak Ötüken Yayınlarından çıkartılan ?60?lılardan Vatan Kurtarma Hikâyeleri? adlı kitaptan çok kısa bir alıntı yapacağız) 

Nuri GÜRGÜR: 16 Şubat 1939?da Kemaliye?de doğdum. Savaş şartlarını yaşamış bir nesilden olan babam, askere bir yıl geç gitmemin daha uygun olacağını düşünerek nüfus kaydıma 24 Haziran 1940 yazdırmış.

Anemin adı Emine, babamın ki Hüseyin?dir. Benden büyük 3 ablam vardır. Küçük ablam benden 10 yaş büyüktür. Benden önce bir erkek kardeşim doğmuş fakat 2 yaşında zatürreden ölmüş; ablamlar da vefat ettiler. 

Ailemiz ?Gürgüroğulları? diye anılırmış, bu yüzden soyadı kanunu çıktığında Gürgür adını almışız.

Babam sert ve otoriter bir insandı; çok dindardı. Kul hakkı yememeye, yalan söylememeye büyük özen gösterir, hayatını kitapta yazdığı gibi 'dosdoğru' yaşamaya çalışırdı. Dedemin felç geçirip yatalak olması nedeniyle, Rüştiye?den ayrılmış, ailenin mesuliyetini yüklenip çalışmaya başlamış.

Babam 1925 yılında askere giderken, geride 20 yaşında bir eş, iki küçük kız çocuğu ve yatalak bir baba bırakmış. Annem okuma yazması olmayan ama insani vasıfları yüksek, gani gönüllü, sabırlı, mütevekkil, sorumluluklarını bilen bir Anadolu kadınıydı. Babamın 4 yıllık askerliği boyunca evin bütün yükünü çekiyor, felçli kayınpederine bakıyor, çocuklarını büyütüyor?

Daha Ortaokulun ilk yıllarında benimsediğim bir dünya görüşünü fikir ve düşünceyi hayatım boyunca aynı çizgi içerisinde taşıdım. Çizgimde herhangi bir kırılma olmadı. Bu Türk milliyetçiliği düşüncesi idi? Fikirle bu iç içelik bir bakıma insanda Ontolojik yapı meydana getiriyor. Tüm varlığınızla beraber fikriyatınızla bütünleşiyorsunuz, eylemleriniz işleriniz diğer tüm ilişkileriniz bu çerçeve içerisinde vücut buluyor. Doğru veya yanlış iyi veya kötü gibi değerlendirmeleri benimsediğiniz fikir açısından değerlendiriyorsunuz. Bu bakımdan kendini bildiğim yaşlardan başlayarak aynı türküyü söyleyip bu yaşa geldim.

 

 

ÇOCUKLUK ORTAMINIZ NASILDI?

Ben ilkokul son sınıfta tarihi romanlara çok meraklıydım, mahallede bir arkadaşımla kitaplar alıp paylaşırdık. Dolayısı ile oradan gelen bir altyapı vardı. Memleketim Kemaliye küçük bir ilçedir. Orkun Dergisi oraya gelirdi. İlkokulu bitirdiğim yıl eniştem 'bak okuyacaksan sana vereyim' dedi. Bu dergiyi' aldım baktım ve dergideki yazılar çok hoşuma gitti özellikle rahmetli Nejdet Sançar?ın espiri dolu şakacı bir üslupla 1944 olaylarını anlatan seri yazıları ve Atsız Bey?in değerlendirmeleri çok ilgimi çekiyordu. Orkun Dergisi ile birlikte Türk Milliyetçiliği hareketi ile temasa geçmiş oldum. Ondan sonra çoğumuzun okumuş olduğu diğer kitaplar, başta Atsız Bey?in 'Bozkurtlar' romanı olmak üzere. 

Ömer Seyfettin?den Abdullah Ziya Kozanoğlu gibi diğer milliyetçi yazarlara kadar pek çok eserleri küçük kasabada, alıp okuma fırsatım oldu. Liseye geldiğim zaman artık kafamda bir fikir teşekkül etmişti. 

ANKARA'YA NE ZAMAN GELDİNİZ? OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ İLE İLK TANIŞMANIZI ANLATIR MISINIZ?

1953?te geldim. Babam işini Ankara?ya nakletti ben de zaten liseye başlamıştım. Ablalarım da Ankara?da oturuyordu, böylece aile bütünleşmiş oldu. Ankara?ya geldiğim zaman da, kendi başıma milliyetçi muhitlerin arayışına girdim, rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti?nin Denizciler Caddesindeki küçücük dükkânını keşfettim. Yine aynı caddede bir baraka tarzda yerde kitaplar satan rahmetli Ali Rıza Özer vardı, onu keşfettim. Osman Yüksel Serdengeçti ile tanıştım çok hoş sohbet bir insandı. Oraya zaman zaman gelen başka milliyetçi simaları gördüm ve onlarla tanışma imkânım oldu. Fakat lise yıllarında öğrencilerin arasında çok aramama rağmen fikirlerime yakın çok fazla kişi bulamadım. Dolayısı ile üniversiteye gelene kadar bir anlamda milliyetçi bir çevre ile muhatap değildim; ama Ocak, Toprak, İstanbul gibi milliyetçi dergileri alıp okuyordum. 

Üniversiteye başladığımız zaman benim Yenimahalle?de oturan bir arkadaşım vardı beraber okula gelir giderdik. Bu kişi, daha sonra MHP davasının avukatlığını yapacak olan Şerafettin Yılmaz?dı.  Çok yakın arkadaş olduk, ben olabildiğince Şeref?e milliyetçi isimleri anlatmaya çalışıyordum. Şerafettin; bıktım artık senin bu isimlerinden' demeye başlamıştı. Onların sokağında bir başka arkadaşı varmış o kişi de benim paralelimde bana benzer telkinlerde bulunuyormuş, ismi milliyetçi camianın maaruf simlerinden biri olan İbrahim Metin. Şerafettin, İbrahim?e; 'Nedir bu sizden çektiğim, okulda Nuri, mahallede de sen kafamı ütüleyip duruyorsunuz' diyerek benden bahsetmiş.

Öyle deyince İbrahim: 'Tanıştır bizi!' demiş? 

Ben bir akşam vakti Hukuk Fakültesinde ders çalışıyordum. Şeref yanında İbrahim Metin, rahmetli Mustafa Kafalı, rahmetli Halil Özyıldız ve Sadi Somuncuoğlu?ndan meydana gelen Türk Ocağı Gençlik Kolunu aldı getirdi. Biz Hukuk Fakültesi?nin önündeki caddede gece yarısına kadar bu arkadaşlarla sohbet ettik. Fikir ve düşüncelerimizi paylaştık. Her noktada örtüştüğümüz görüldü, böylece tanışmış olduk?

İbrahim, Sadi ve Halil Ticaret Lisesinde okuyorlar ve Türk Ocağı ile öncesinden irtibat kurmuşlar. Mustafa Kafalı rahmetli Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde son sınıftaydı ve bizden birkaç yaş büyüktü; ama çalışmaların içerisinde yer alıyordu. Velhasıl Türk Ocağı biz gençlerin sürekli birlikte olduğumuz bir aile yuvası haline geldi. 

 


 ÜNİVERSİTEDE VATAN KURTARMA HİKÂYENİZ NASIL BAŞLADI VE GELİŞTİ?

1931?de kapandıktan sonra, Türk Ocakları bilindiği gibi 1948?de yeniden rahmetli Hamdi Suphi ve arkadaşları tarafından açılmıştı. Ama çok aktif bir kuruluş olmamıştı. Gerek o günkü Türkiye?nin şartları, gerekse Türk milliyetçiliğinin genel havası, yani bir sürü değişik faktör Türk Ocaklarını atıl halde bırakmıştı. 

Bir ara Türk Yurdu Dergisini de çıkarıyorlardı ama çok fazla bir etkisi yoktu. Bu ayrı bir konu; o dönemde Türk Milliyetçiliğinin farklı kuruluşlar üzerinden yürütülmesinin bazı sebepleri vardır. 

1948?de Türk Ocakları açıldığı sırada bir takım milliyetçi gençlik kuruluşları var: Türk Gençlik Teşkilatı, Türk Kültür Teşkilatı, Türk Gençlik Ocağı gibi? Bu kuruluşlar İstanbul?da özellikle gençlik çevrelerinde çok faaldi. Bugün bizim en kıdemli milliyetçi ağabeyimiz olan İdris Yamantürk ve diğer birçok zat ki; çoğu ebedi âleme intikal ettiler. Bunlar gençlik yıllarında o kuruluşlarda yer alıyorlar. Yaş ortalaması o dönemde 25?i geçmeyen bu derneklerdeki gençler arasında Mehmet Turgut, Fetih Gemuhluoğlu, Galip Erdem, Ferruh Bozbeyli, Şadi Pehlivanoğlu gibi ileriki yıllarda, siyasi ve fikri alanlarda ön plana çıkacak isimler yer alıyordu. 

1950?de Orkun Dergisinin yayınlanmasıyla, rahmetli Nihal Atsız'ın çevresinde, pek çoğu 1944 olaylarında birlikte yargılanan ve tümü ebedi aleme intikal etmiş bulunan Nejdet Sançar, Zeki Sofuoğlu, Prof. Zeki Velidi Togan, Prof. Hikmet Tanyu, Prof. Haluk Karamağaralı gibi isimler bulunuyordu. Hepsiyle daha sonra çok yakın temasım oldu. 

1951?de bu gençlik grupların kurduğu dernekler bir araya gelerek Türk Milliyetçiler Derneği?ni kurdular. 

 

 

TÜRK MİLLİYETÇİLER DERNEĞİ HANGİ GEREKÇEKLER İLE KAPATILDI?

Türk Milliyetçiler Derneği 1951 yılında kurulduğu zaman Türkiye çapında muazzam bir heyecan meydana geldi. O kadar ki kısa zamanda 86 şubesi açıldı. Adeta Türkiye?de toplumun ve gençliğin nabzını tutan, yönlendiren çok dinamik bir milliyetçi hareket ortaya çıktı. Tabii böylesine dinamik, canlı ve siyasetin dışında olan bir hareket, dönemin iktidarlarının hoşuna pek gitmedi. Yarın öbür gün siyasi bir rakip olarak çıkarlar endişesi ile Türk Milliyetçiler Derneği?ne pek sıcak bakmadılar. 

1953?te Türkiye?de talihsiz bir olay yaşandı. Hüseyin Üzmez o zaman lise öğrencisiydi, Türkiye?de milliyetçilik karşıtı görüşleri ile bilinen ve bir grup gazeteci ile birlikte Malatya?ya gelen Vatan Gazetesi sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman?ı vurdu. Yalman, yaralandı. Bu Türkiye?de çok büyük bir yankı uyandırdı. Rahmetli Menderes çok ağır bir konuşma yaptı ve bunun illegal bir akımın sonucu olduğunu iddia etti. Benzeri demeçleri diğer siyasetçiler de verdiler. Böylece Hüseyin Üzmez?in Türk Milliyetçiler Derneği ile hiçbir alakası olmamasına rağmen dernek birden bire iktidar nezdinde suçlu konuma geldi. Ankara?da Sulh Hukuk Mahkemesinde derneğin kapatılması için dava açıldı. 

Mahkeme 4 buçuk lira gibi çok komik bir para cezası ile birlikte Türk Milliyetçiler Derneğini kapattı. Ceza özellikle küçük tutularak, kararın temyiz edilmesinin önüne geçilmiş oldu. Karardaki başlıca suçlamalardan biri, derneğin tüzüğünde 'insanlara hürriyet milletlere istiklal? şeklinde bir ifadenin bulunmasıydı. Bunun Turancılık siyasetini çağrıştırdığı ima ediliyordu. Böylece Milliyetçiler Derneği bir oldu -bittiye getirilip 1953?te kapatıldı. 

Türk Ocağı bu dönemde faal değildi. Çünkü aktif milliyetçiler, özellikle gençler, söylediğim gibi Türk Milliyetçiler Derneği çevresinde toplanmışlardı. Ancak Türk Ocağının bu çizgisi rahmetli Osman Turan?ın önce Ankara Şube Başkanı arkasından Genel Başkan olması ile beraber 1957-58?lerden itibaren değişti. 1959?a girilirken, Ankara?daki tarihi binada Türk Ocakları?nda adeta yeni bir diriliş dönemi yaşandı. Türk Yurdu Dergisi rahmetli Ömer Rasih Öztürkmen?in tanzimi ile yeniden yayınlanmaya başladı. Galip Erdem neşriyat müdürüydü. O günkü Türk Yurdu şekliyle, içeriğiyle, yazarları ile Türk basın tarihinde adeta bir çığır açtı. Bizler dergiyi fakültelerimizde satarak, okunmasına yardımcı oluyordu. 

ESKİ TARİHİ BİNA MI?

Tarihi binada bize genişçe bir oda verilmişti. Türk Ocakları binanın intifa yani kullanım hakkına sahipti. Çünkü 1931?de Türk Ocakları kapatıldığı zaman, bütün malları halk evlerine ve hazineye devredilmişti. 

1951?de Demokrat Parti döneminde TBMM?de Halk Partisinin mallarının hazineye ait olduğu ve iadesine ilişkin yasa çıkarıldı. 

Bu malların arasında Türk Ocaklarının gayrimenkulleri de bulunuyordu. 1931?de Türk Ocakları kapatılırken, Türkiye genelindeki 282 şubesinin mülkiyetleri ocağın olan binaları ve çok sayıda arsası da halk evlerine devredilmişti. 1951?de bu yasa üzerinde konuşmalar yapılırken, bazı milliyetçi milletvekilleri bu malların esas sahibi olan Türk Ocaklarına verilmesini istediler. Ancak DP hükümeti buna yanaşmadı. Fakat büsbütün haksızlık yapmış olmamak için, sadece tarihi binanın kullanım hakkı Bakanlar Kurulu kararı ile Türk Ocaklarına verildi. Ancak dönemin Ocak yönetimi bir hata yaparak, bu kararı tapuya tescil ettirmemişti. Böylece bakanlar kurulu kararı ile verilmiş olan hakkın, aynı yoldan ileriki dönemde geri alınmasının önü açılmış oldu. 

1961?den itibaren, iş başındaki hükümetler içinden bu hakkın, geri alınması için bazı girişimler oldu. Fakat bunlar önlendi. Ancak 1970?de Demirel?in Başbakanlığı döneminde, solcu öğrencilerin Erkek Teknik Öğretmen Okulunda işkence yaparak şehit ettikleri, Dursun Önkuzu?nun cenazesi, Tokat?a götürülürken, Türk Ocaklı gençlerin, hükümeti protesto etmeleri üzerine, polis ocak binasını boşaltıp kapılarını mühürledi. 12 Mart müdahalesinden sonra da Nihat Erim hükümeti döneminde intifa hakkı, kararı iptal edilerek tarihi bina Türk Ocağı?ndan haksız şekilde alınmış oldu. 

 

ALPARSLAN TÜRKEŞ?İN TÜRK OCAKLARI?NA İLK İŞTİRAKI NASIL GERÇEKLEŞTİ?

Tekrar başa dönersek şunu söyleyebilirim; Türk Ocakları 1959?dan itibaren kısa ama her bakımdan parlak bir dönem yaşadı. Rahmetli Mehmet Çınarlı?nın yönettiği Hisar Dergisi çevresindeki şair ve yazarların katılımı ile faal bir edebiyat kurulu oluştu. 

O dönemde şartlar şimdikinden farklıydı. Hemen her hafta, Türk Ocaklı şairler ve edebiyatçılar fakültelerde düzenlenen sanat günlerine katılırlar, şiirlerini okurlar, konuşma yaparlardı. 

O yılın Ağustos ayında gençlik kolu olarak, Zafer Bayramı münasebeti ile zengin bir program hazırladık. Küçük bir piyesin de yer aldığı programda Zaferin askeri yönünü anlatacak bir konuşmacıya ihtiyacımız vardı. Arkadaşlarla bu konuyu konuşurken lisede Milli Güvenlik dersimize gelen bir ismi hatırladım. 1955 yılının dönem başında, bu derse gelen Binbaşı sınıfa girince kendini tanıttı: 'Adım Alparslan Türkeş' dedi. 44 olaylarında yargılanan Türkçülerin isimlerini Orkun Dergisinden okuyup ezberlemiştim. Tabii kafamda çağrışım yaptı, parmak kaldırarak: 'Efendim siz, Orkun Dergisinde adı geçen Alparslan Türkeş misiniz?' dedim. 'Evet ben o kişiyim' cevabını verdi. Her dersi artık heyecanla bekliyor, tarihi ve milli konularda sorular sorarak, sınıfta kendimce milliyetçi bir havanın oluşmasına çalışıyordum. 

Ancak Türkeş Bey, iki ay sonra Amerika?ya gideceği için vedalaşıp ayrıldı, yani mutluluğum uzun sürmedi. 

Türkeş Bey?in nerede olabileceğini en iyi kader arkadaşı Zeki Sofuoğlu?nun bileceğini düşündük. Zeki Bey, Ankara Şubesi Başkanıydı, sorunca 'Ben Türkeş Bey?le görüşüyorum' dedi. 

 O?ndan bizim adımıza davet etmesini istedik. Böylece Türkeş?i 1959?da Türk Ocağına getirdik ve konuşma yaptırdık. Sonraki faaliyetlerimize de çağırmaya başladık. 

Ancak bize 'Arkadaşlar! İyi güzel beni çağırıyorsunuz fakat çağırabileceğiniz başka arkadaşlar da var onları da çağırsanız iyi olur' dedi. Suphi Karaman?ın adını verdi. 27 Mayıs?ta Milli Birlik Komitesinde yer alan Suphi Karaman?ı da ocağa getirdik, konuşturduk. O sırada milliyetçi görüşe sahip olan Suphi Karaman, ileriki yıllarda sosyalist bir çizgiye kaydı. 

 

 

TÜRKEŞ İLE HATIRA?

1960 yılının ilkbaharında Ankara ve İstanbul?da Nisan ayından itibaren öğrenci olayları baş gösterdi. Mecliste Tahkikat Komisyonunun kurulması çok büyük çatışmalara sebebiyet verdi. Meclis tatile girdi, çok gergin bir ortam vardı. Hemen her akşam saat 17:00 sıralarında Kızılay?da eski Büyük Sinemanın bulunduğu yerde, bir grup genç çıkıyor ıslıkla önce Gazi Osmanpaşa Marşı söyleniyor, dairelerin kapandığı ve bulvarın çok kalabalık olduğu bir saatte kargaşa yaşanıyor, polis müdahale etmeye başlayınca, çatışma çıkıyor, ertesi gün gazeteler bunu manşet haber olarak duyuruyorlardı. Bizler de olayları yakından izlemek için sık sık Kızılay? gidiyorduk. 

 Bir gün Büyük Sinema tarafından Sıhhiye?ye doğru yürürken baktık karşıdan rahmetli Türkeş ve Hikmet Tanyu geliyorlar, Türkeş sivil giyinmişti. Gittik, selam verdik kendileriyle ayaküstü kısa bir sohbetimiz oldu:

- 'Albayım bu olaylar için ne düşünüyorsunuz' dedim.

- 'Ordu iki taraflı bir kılıçtır kimi keseceği belli olmaz' cevabını verdi. 

Tabi aslında darbenin suyunun ısıtıldığını, müdahale için neredeyse gün sayıldığını bilemezdik? 1959?un sanırım Kasım ayında, Türkeş, Türk Ocağı Ankara Yönetim Kurulunu, Cemal Gürsel?e götürüp tanıştırmıştı. Dolayısı ile Türkeş bize aslında işareti vermiş ama biz fark edememiştik.

 

 

27 MAYIS DARBESİ VE ALPARSLAN TÜRKEŞ'İN SESİ...

27 Mayıs sabahı radyodan anonslar yapılmaya başlandı. Tok bir ses tam bir asker sesi, ses yabancı gelmiyor ama kim bilemiyorum. Bizler yani genci ile yaşlısı ile milliyetçi kesim, Cumhuriyet Halk Partisine olan karşıtlığımız nedeni ile bu darbenin şiddetle karşısındayız. Çünkü CHP?nin işine yarayacağından endişe ediyoruz. Dolayısı ile bu anonsa çok öfkelendim. Öğleye doğru sokağa çıkılmaya başlayınca İbrahim Metin babasının arabası ile bize geldi, yanında Galip Ağabey de vardı;

- 'Konuşan kimdi radyoda biliyor musunuz?' dedi. 

- 'Yok' dedim.

-  'Türkeş?ti' dedi. 'Zeki Sofuoğlu söyledi' dedi.

Tabi öyle deyince biz çok sevindik. Türkeş?in içinde olması bir bakıma darbenin CHP çizgisine girmeyeceğinin işareti oluyor ve karamsarlığımız dağılıyordu. 

38 kişilik komitenin içerisinde Türkeş?in Silahlı Kuvvetlerde yakından tanıdığı subaylar da vardı; rahmetli Ahmet Er, Numan Esin, rahmetli Muzaffer Özdağ vb. gibi? Dolayısı ile Türkeş komitenin yapılanmasında bu arkadaşları ile yer aldı. Bunlara ilaveten oradaki tutumuna, önerilerine yakınlık duyan başka subaylar da gruba katıldı. Böylece Milli Birlik Komitesinde bir bölünme meydana geldi. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi darbeyi doğrudan doğruya kendisine kanalize etmek ve bir şekilde iktidarı devralmak için çok yoğun bir kampanya yürütüyordu. CHP?nin de bu komite içerisinde doğrudan temasta olduğu kişiler de vardı. Bunlar, CHP?nin temsilcisi gibi davranıyorlardı. Basının önemli bir kısmı da Türkeş?e karşı bir dezenformasyon kampanyası yürütüyordu. 1944 olaylarına karışmış, 'aşırı uç,  ırkçı, Turancı, Cemal Gürsel?i tasfiye edecekler' gibi iddialarla geniş bir propaganda kampanyası açmışlardı. 

 

 

Türkeş 27 Mayıs sonrası Başbakanlık Müsteşarlığına gelmişti. Bu makam fiili Başbakanlık demekti. Aleyhteki kampanyanın Cemal Gürsel üzerindeki etkilerinin sonucunda, Eylül ayında Türkeş müsteşarlığı bırakmak mecburiyetinde kaldı. Komitedeki gerginlik taraflardan birinin, her an bir diğerini tasfiye etmesine doğru yönelmeye başladı. 

İki taraf da yoğun hazırlık içerisindeydi. 

Türkeş?in özellikle genç subaylar arasında çok sayıda seveni ve taraftar grubu oluşmuştu. Genç subaylar, Türkeş?i, Muzaffer Özdağ?ı çok seviyorlardı. Buna karşılık Ankara komutanı olan Cemal Madanoğlu ile Milli Birlik Komitesi üyesi Ekrem Acuner, Mucip Ataklı, Fikret Kuytak gibi diğer bazı subaylar da Cemal Gürsel?i yönlendirmek suretiyle bir karşı hazırlık içerisindeydiler. 

Aslında, 13 Kasım öncesinde Türkeş Bey, bu işi bitirmek için bir hareket yapılmasını arkadaşlarından ısrarla istiyor. O dönem Milli Birlik Komitesi Mecliste toplanıyor, Meclis Muhafız Tabur Komutanı Türkeş?in tarafında olan bir binbaşı yani istense daha erken davranılsa, bu tasfiyeyi kendileri yapabilirler; fakat Numan Esin itiraz edip direniyor, bu yüzden diğerleri ile konuşulup ikna edebileceklerini söylüyor. Bu yüzden Türkeş?in isteği yerine getirilemiyor. 

13 Kasım?da Cemal Madanoğlu havacılarla işbirliği yaparak (havacı grup en keskin İnönü?cü gruptu) havacı subaylardan meydana gelen bir ekiple hepsini evlerinden gözaltına aldırdı. Bir süre içeride tuttuktan sonra yurtdışına sürüldüler. 

Bu söylediğim komite içerisinde; CHP sempatizanı, CHP yanlısı isimler grup darbeden önce de CHP ve İnönü ile yakın temas halindeydiler. Bugün, 'İnönü?nün darbeden haberi yoktur' sözü tamamen gerçek dışıdır, girişimleri yakından biliyordu.  Ancak ne zaman olacağı konusu çok teknik bir konu olduğundan, onu bilmeyebilir. Ama darbeye gidildiğini biliyordu. Nitekim Mecliste, Tahkikat Komisyonu tartışılırken kürsüden şartlar tamam olduğu zaman 'Türk Milleti Kore halkından daha haysiyetsiz değildir, şartlar tamam olduğu zaman sizi ben bile kurtaramam' demişti. (Kore?de Cumhurbaşkanına o zaman darbe yapıldığını hatırlatarak) 'Sizi ben bile kurtaramam?' ifadesini kullanmıştı.

 

Türkiyede darbe hazırlıkları epeyece önceden başlamıştı. 1954?te Orhan Kabibay ile beraber Dündar Seyhan, Topçu Okulunda bir akşam; 'ne olacak bu memleketin hali' diye muhabbet ederken müdahale etme fikri ortaya çıkıyor ve örgüt kurmaya karar veriyorlar. Aynı yıllarda İstanbul?da birçok askeri birlikte bu maksatla komiteler meydana gelmeye başlıyor. 

1957?de seçimlerine gidilirken, Silahlı Kuvvetler içerisinde son derece organize hale gelmişlerdi. İnönü?nün çok yakın mesai arkadaşlarından biri olan rahmetli Faik Ahmet Barutçu bunlarla temas halindedir. Askerler onun vasıtası ile İnönü?ye bir mesaj iletirler: 'Biz hazırız. Müdahale edebiliriz.'

 İnönü 1957 seçiminden çok ümitli, Türkiye?deki siyasi ortam kendisine ümit veriyor. Dolayısı ile 'şimdilik kalsın? diyor. Kısacası daha 1957 yılında darbe için İnönü?den izin istenmiş. 

Aslında Demokrat Parti?nin darbeler konusunda inanılmaz bir gevşekliği ve hatta basiretsizliği var.  Mesela bir 9 subay hadisesi vardır ki tam bir trajedidir. 

Samet Kuşçu adında bir kurmay binbaşı döneminin parlak subaylarından birisidir. Darbe hazırlığı yapan gruplardan birinden bir davet alır, kendilerine katılması istenir. 

Samet Kuşçu bunu hükümet temsilcilerine bildirir. Konu yukarıya kadar gelir Menderes ve Bayar?a kadar gelir. İlk başta tereddüt ederler, sonra somut delil bulmak için Samet Kuşçu?ya bu teklifi yapan Albay?la, Kuşçu?nun evinde bir görüşme yapılmasını planlarlar. Fakat o günkü teknik imkanlar şimdiki gibi olmadığı için ses cihazlarını balkona kurmuşlardır, sohbet tam başlayacağı sırada

balkondan gelen bir ses Albayı işkillendirir. Bunun üzerine konuşmanın seyrini tam olarak değiştirip, tersi şeyler söylemeye başlar böylece hazırlanan plan, suya düşer. Buna rağmen yine bir operasyon yapılır Samet Kuşçu dahil 9 subay gözaltına alınırlar. 9 subayla ilgili tahkikat başlar, mahkemeye sevk edilirler. Mahkeme başkanı o tarihte İstanbul 1. Ordu Komutanı olan Cemal Tural?dır.

Cemal Tural ve soruşturmayı yürütenler mahkemenin seyrini tamamen darbecileri aklayacak şekilde yönlendirirler. Çünkü Subaylar arasında, geniş bir kesimde Demokrat Partiye karşı bir antipati hatta öfke vardır. Dolayısı ile darbe hazırlıkları davul çala çala yapıldığı halde Demokrat Parti bunlarla alakalı gerekli adımları atmadı. 

Hatta bir başka trajik olay daha vardır. Şöyle ki:

Sene 1958 Milli Savunma Bakanı Şemih Ergin?dir. Faruk Güventürk o zaman Albay ve darbecilerin en hareketlilerinden birisi? Ergin?in özel kalem müdürü Albay da bu komitelerden birinin içerisinde. Güventürk, özel kalem müdürünün vasıtası ile Bakandan randevu alır ve der ki: 'Efendim biz iktidarın icraatından şikayetçiyiz! Bu icraatı beğenmiyoruz, istemiyoruz, geniş bir arkadaş kesimimiz buna karşı. Biz her türlü hazırlıklarımızı yaptık ama bir liderimiz yok başımızda. Zat-ı alinizi tanıyoruz, güveniyoruz, dolayısı ile bizim başımıza geçin bu müdahaleyi biz yapmaya kararlıyız.'

Milli Savunma Bakanı, cevaben 'Ben bir kasaba avukatıyım bu tarz şeyler beni aşar?' diyerek teklifi kabul etmez ama böylesine bir olayı hükümete duyurmaz sükut eder. O dönemde böylesine korkunç ihanet hikayeleri de yaşanmıştır maalesef? Dolayısı ile taa 27 Mayıs?tan önce başlayan darbecilik girişimleri var ve bunlar CHP ile temas halindeler?

 

12 MART VE 12 EYLÜL DARBELERİ

27 Mayıs?tan sonra, Türkeş ve arkadaşlarının teklifi şuydu: 'Devrilen iktidar mensuplarının en önde gelenlerini yurtdışına gönderelim. Geri kalan kadrolarla ilgili işlem yapmaya gerek yok böylece Türkiye?de normal düzene geçelim.'

Milli Birlik Komitesi içerisinde de bu düşünce bir hayli taraftar bulmuş fakat İstanbul Üniversitesi hocalarından bir grup bunların başında Sıddık Sami onlar var. Ankara?ya geliyor ve Cemal Madanoğlu ile görüşüyorlar. Cemal Madanoğlu,  Ankara Komutanı yani fiilen Ankara?nın  ve Ankara?daki birliklerin başı durumunda? Görüşmede ona şunu söylüyorlar: 'Eğer siz bu iktidarı yargılamazsanız yarın şartlar değişir, darbe yapmış olmaktan dolayı sizi yargılarlar. Çünkü darbe anayasaya aykırı bir fiildir. Siz bu hareketi hukuken meşru hale getirmek için bunları yargılamak, yargı sonucunu almak zorundasınız' bu görüş ağır basar. Hocaların bu telkini ile Yassıada?da duruşmaları yapmak üzere Yüksek Adalet Divanı adı ile özel bir mahkeme kurulur. Başkan olması için o dönem de Yargıtay Başkanı olan Recai Seçkin?e teklif yaparlar. Recai Seçkin der ki: 'Bizim hukuk sistemimizde, bir dava için özel mahkeme kurulması hukuk dışı bir olaydır. Hukukun usulü neyse onlar uygulanmalıdır. Ben tarihten korkarım ve bu teklifi kabul edemem' cevabı ile kabul etmez. 

SAİM BAŞOL'LU ÖZEL YÜKSEK ADALET DİVANI VE YARGILAMALAR

Salim Başol, Demokrat Partiye çok öfke duyan aydınlardan birisidir. Mahkeme başkanlığını seve seve kabul eder böylece Yassıada?da davalar açılır. Yassıada mahkemesi Türk Hukuk tarihinin yüz karası bir hukuk faciasıdır. Orada hukuka uygun bir yargılama yapılmamıştır. Kararlar adeta verilmiştir o kararları infaz etmekle mahkeme görevli kılınmıştır. Demokrat Parti yöneticileri, milletvekilleri başta olmak üzere çok sayıda insan hukukla bağdaşmayan şartlar altında yargılanmışlardır. Başta Menderes olmak üzere, sanıkların konuşmalarına, savunma yapmalarına bile kısıtlamalar, azarlamalarla engel olunmuştur. İdam edilecek olan eski Maliye Bakanı Hasan Polatkan?ın sözlü savunma yapmasına bile gerek görülmemiştir. 

TÜRKEŞ VE ARKADAŞLARI SÜRGÜN EDİLDİLER DİYEBİLİR MİYİZ? FETÖ?NÜN ERGENOKON?DAKİ TASFİYESİ GİBİ

Türkeş ve arkadaşları Milli Birlik Komitesinde kalmış olsalardı mahkemenin seyri bu şekilde olmazdı. Mahkeme en azından hukuki bir zemine oturtulurdu. İdamlardan önce zaten Türkeş Bey?in Hindistan?dan yazmış olduğu bir mektup vardır Cemal Gürsel?e: 'Sakın ola ki buradan çıkabilecek bir idam kararını infaz etmeyin. Bu tarihi bir yanılgı olur' şeklinde. 

Yassıada?da 13 ay sonra duruşmalar tamamlandı ve mahkeme 15 kişi için idam kararı verdi. Ancak kararın onaylanması için Milli Birlik Komitesinde kalan 23 kişinin onaylaması gerekiyordu. 23 kişi toplandığı zaman Meclis binasının içerisi ve çevresi 13 Kasım?dan sonra TSK?da oluşan cuntalara mensup çok sayıda subay tarafından adeta kuşatılmıştı. 

 Başta Talat Aydemir olmak üzere bunlar idam kararlarının, derhal uygulanmasını istiyorlardı. Hatta eğer idam kararı onaylanmazsa Yassıada?yı bombalamaktan bahsedenler vardı aralarında. Dolayısı ile toplantıda 23 kişi kararı müzakere ederken çok büyük bir tehdit ve baskı altında kaldılar. Bunun neticesi olarak da az bir oy farkı ile idam kararları 3 kişi için onaylandı. 15 kişinin yer aldığı idam kararı 3 kişiye indi. Celal Bayar, yaş haddinden dolayı idamdan kurtuldu. Sonuç olarak Türkiye bir Başbakanı ve iki Bakanı hukuki hiçbir gerekçe olmadan idam etmek gibi bir zilletin içine girmiş oldu. 

 

 

TÜRKEŞ?İN DÖNÜŞÜ

Türkeş ve arkadaşları yani dışarıdaki 14?ler homojen bir yapıda değildi. Bu yüzden Brüksel?de yapmış oldukları toplantıda bölündüler. Türkeş, Numan Esin, Muzaffer Özdağ, Dündar Taşer, Ahmet Er, Fazıl Akkoyunlu Türkeş?in içinde yer alırken, Orhan Erkanlı ve İrfan Solmazer, Orhan Kabibay?ın lider olmasını istiyorlardı. Yurda dönmeleri söz konusu olduğu zaman hep birlikte gelmediler peyder pey geldiler. Türkeş 1963 Nisan ayında Türkiye?ye döndüğü zaman ülkemizde bir darbe altyapısı oluşmuştu. 

Talat Aydemir TSK içerisinde Türkeş yanlısı bir kesimin varlığını bildiği için Türkeş?i de yanına almak istiyordu. 21 Mayıs?taki kalkışmadan kısa bir süre önce görüştüler, Türkeş bu teklifini kabul etmedi. Böylece Talat Aydemir kendi başına 21 Mayıs?ta darbe yapmaya teşebbüs etti. Bu teşebbüs başarısız oldu. Ama Türkeş, Muzaffer Özdağ ve Rıfat Baykal tutuklandılar diğerleri ile beraber Mamak?ta yargılanmaya başladılar. Birkaç ay sonra karar çıktı Türkeş ve iki arkadaşı beraat ettiler. 

Artık ne yapacaklarına karar vermeleri gerekiyordu. 21 Mayıs?tan önce bir dernek kurma girişimleri vardı; hatta bunun hazırlıklarını da yapmışlardı. Bu girişim olduktan sonra dernek hazırlığı sonuca varamadı.  Türkeş ve arkadaşları siyasete girmeye kararlıydılar. Ancak yeni bir parti kurmayı düşünmüyorlardı. Bu konuda bazı teklifler ve alternatifler ortaya çıktı. Adalet Partisi içerisinde başta Gökhan Evliyaoğlu olmak üzere Türkeş?i partiye almak isteyen bir grup milletvekili vardı. Bunun karşısında olanlar da vardı. Benzeri bir teklif o zamanki Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi?nden geldi. Türkeş Bey ve arkadaşları bu teklifi kabul edip Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine girdiler. Ancak orada da Türkeş?in Genel Başkan olmasını istemeyen Ahmet Tahtakılıç?ın liderliğinde bir grup daha vardı. 1965?te partinin kongresinde Türkeş, Genel Başkanlığını kazandı ve siyasete girdi.

 

SİZİN FİİLEN SİYASETE BAŞLAMANIZ NASIL OLDU?

Ben 1965?te askerdeydim Polatlı?da. Üniversiteliler Kültür Derneğinde faaliyetlerimiz devam ediyordu. Bizim çizgimiz iyi bir eğitim yapmak hem kendi mesleğimiz içerisinde hem genel kültür bakımından kendimizi yetiştirip nitelikli insan olduktan sonra, ülkemize hangi alanda daha iyi hizmet vereceksek orada yer almaktı. Siyaseti kendi açımızdan erken buluyorduk. Bu yüzden partiye katılmadık ama Türkeş Bey?le irtibatımız devam ediyordu. Mesela Şerafettin Yılmaz ile Nevzat Köseoğlu Anafartalar Caddesinde bir avukatlık bürosu kurmuşlardı. Türkeş Bey her pazar günü oraya gelir, 10-15 kişiden oluşan grubumuzla sohbet ederdi. Bu ilişkimizi bilmeyenler partide olmadığımız için bizi Türkeş karşıtı olmakla suçlamışlardır. Daha sonra Türkeş Bey ısrarla talep edince evvela Acar Okan partiye girdi. Genel Sekreter Yardımcısı olarak çalışmaya başladı ve 1973 seçimlerini idare etti. 

Nevzat Köseoğlu daha sonra girip Başkanlık Divanında Genel Sekreter Yardımcısı olarak görev aldı. Ben en sona kalmıştım. 1975 Kurultayında, Türkeş Bey benim de girmemi istedi, 'Hayır' diyemedim tabi. Böylece ben de 1975 yılında Milliyetçi Hareket Partisinde Genel Sekreter Yardımcısı olarak politikaya girmiş oldum. Partinin tüzüğünde Genel Başkan?a dilediği kişiyi GİK?e (Genel İdare Kurulu) alması için belli sayıda bir kontenjan ayrılmıştı. Bizler, bu fasıldan yönetime katılmış olduk. 

Ama politika bana hep soğuk gelmiştir, sevememişimdir arkadaşlarıma yardımcı oldum, destek oldum ama kendim için bir talebim olmadı. Türkeş Bey benim siyasete daha fazla zaman ayırıp Genel Sekreter olmamı istiyordu ama bir taraftan benim politika ile ilgili genel duygularım bir taraftan da kendi özel şartlarımın elverişli olmamasından dolayı kabul edemedim. 1979 kurultayına geldiğimiz sırada ben ve birkaç arkadaşımız artık Genel İdare Kurulunda devam etmemizin pek bir anlamı olmadığını düşünerek girmedik. 1980?de 12 Eylül?den birkaç ay önce bir haftalık milliyetçi siyasi dergi çıkarma girişimi olmuştu, Hocalar Grubu dediğimiz; rahmetli Turan Yazgan, Fikret Eren, Haluk Karamağaralı, bize bu teklifi yapmışlardı. Biz de 'Olur bir Türkeş Bey ile görüşelim ona göre karar verelim' dedik. Genel Merkeze gidip görüştük. Finansman için belli bir miktar gerekiyordu, yarısını biz yarısını ise siz karşılayın dedik ama Türkeş Bey, 'partinin parasının olmadığını' söyleyerek destek olamayacağını ifade etti. Böylece dergi girişimi başlamadan bitmiş oldu. Ayrılırken benimle bir süre daha görüştü ve 'Seni yeniden Genel İdare Kurulunda görmek istiyorum' dedi. 'Bir süre daha müsade edin' dedim ve öyle kaldı.

O dönem Türkiye bir badirenin içine girmiş ve sürükleniyor ve bu girdaptan nasıl çıkacağı da belli değil. 12 Eylül?e gelen günlerde neredeyse her gün 20-30 kişi her iki taraftan da can veriyor. Devlet tüm otoritesinin kaybetmiş, sıkıyönetim ilan edilmiş, sözüm ona inzibatlar, askerler, sokakta dolaşıyor. Aynı anda caddede solcular, baskın tarzında gösteri yapabiliyorlar. 11 Eylül günü Ankara?nın muhtelif yerlerinde 11 tane patlayıcı asılmış pankart vardı. Dolayısı ile hızlı bir şekilde Türkiye duvara çarpmaya doğru gidiyordu. Ama bu arada Milliyetçi Hareket Partisi de yükseliyordu, güçleniyordu. 12 Eylül darbesi olmamış olsaydı Milliyetçi Hareket Partisi Türkiye?nin kesinlikle iki numaralı partisi olurdu, hükümetin güçlü bir kanadı haline gelirdi. 

 

 

12 EYLÜL NİÇİN YAPILDI?

12 Eylülün önceki sürecinden Demirel hükümetleri döneminde Demirel 3 defa başbakan oldu 12 Eylülden önce 1975?te ilk, 1977?de ikinci koalisyon hükümetlerinde ve 1979?da 3 defa Başbakan oldu. Demirel?i Silahlı Kuvvetler içinde etkili olan bir grup sevmiyordu. O yüzden Demirel?in başbakan sıfatı ile yaptığı öneriler o dönemde anayasamıza göre çok etkili konumda olan MGK?da kabul görmedi. Mesela Kara Kuvvetleri Komutanlığına Ali Fethi Esener?i istiyordu, direnişle karşılaştı ve imkan verilmedi. Sonuçta Kenan Evren?in önü açılmış oldu. 

1971 muhtırasında silahlı kuvvetlerde sol çok güçlüydü. Hava kuvvetleri, deniz kuvvetleri büyük çapta solun etkisi altına girmişti ayrıca Muhsin Batur bunları himaye eden bir tavır içerisindeydi. O dönemde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, MİT Başkanı Fuat Doğu, Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç olmak üzere milli şuur sahibi insanların varlığı Türkiye?de bir sol darbeyi engelledi. Yani 12 Mart?tan önce 9 Mart?ta Ordu içinde karşı darbe yapılarak darbe önlendi. Ama tansiyon o kadar yükselmişti ki, o gerilimi azaltmak için 12 Mart?ta muhtıra verildi. Aslında o muhtırayla Demirel Başbakanlıktan uzaklaştırılarak Türk Silahlı Kuvvetlerindeki tansiyon düşürülmüş oldu.

Ama buna rağmen, TSK içerisindeki bu sol eğilim devam etti. Dolayısı ile 12 Eylül?e gelindiğinde Ordu?da Adalet Partisi ve Demirel karşıtı sol tandanslı subaylar grubu vardı. Sıkıyönetim ilan edilmiş olmasına rağmen ordu adeta olaylar üzerine gitmiyordu. Bu gitmemek bilinçli yapılmış bir girişim midir? Özellikle özel harbin bir planı projesi miydi? Henüz bununla ilgili tarihi belgeler-bulgular ortaya konulmadı. Ama eğilim. 1976-77?den itibaren tamamıyla askeri müdahaleye adeta zemin hazırlayacak şekilde gelişiyordu. Hatta bir gün iş yerime tesadüfen Mardin?de görevli sivil giyinmiş bir Tuğgeneral geldi; sohbet etmeye başladık, sohbet derinleşti, ona dedim ki 'Paşam ne olacak bu işin sonu, daha ne kadar bu kaosa göz yumulacak?' Tariş?te sol militanlar işletmeye el koymak için ayaklanmışlar, DİSK?in öncülüğünde askerlerle iki gün çatışma yaşanmıştı. Fatsa?da Terzi Fikri kendi idaresini ilan etmişti. Adeta Türkiye sol fraksiyonların kendi aralarında bir taraftan çekişirken diğer taraftan birçok bölgelerde, üniversitelerde ve kurumlarda egemen oldukları paralel yönetim girişimleri ile karşı karşıya kalmıştı. Paşa, 'Bana, 'endişe etmememi, kendilerinin olayları yakından izlediklerini' söyledi. 

Dolayısı ile 12 Eylül bir bakıma olayların bir yöne kanalize edilmesi sonucunda ortaya çıktı. Ama bunu hazırlayan Silahlı Kuvvetlerdeki bir üst beyin miydi? Amerika?nın etkisi nedir? Bu da ortaya çıkmadı. Darbeden kısa bir süre önce Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Paşa Washington?a gitti. Orada mesleki bir görüşme mi yaptı? Darbeyi mi görüştü? Bunlar ortaya çıkmadı.

DARBELERE YOL AÇAN FAKTÖRLERDE BİR BÜTÜNLÜK VAR MIYDI? DARBELERİN ÖZELLİKLERİ NELERDİ?

Bu darbelerin her biri diğerinden farklı bir sosyopolitik zemine dayanmıştır:

Mesela 27 Mayıs Darbesi iktidarın uyuşuk kalıp tabloyu okuyamaması, CHP?nin de 1950?de kaybetmiş olduğu iktidarı kazanmaya çalışmak istemesinden kaynaklandı. Sivil asker ve bürokrasi CHP?nin iktidarı kaybetmesini bir karşı devrim olarak nitelendirdi. Yani Kemalist devrime karşı gibi değerlendirdi. 27 Mayıs?tan epeyce önce iktidarı devirmek maksadıyla seferber oldular. 27 Mayısta Amerika?nın etkisinin olduğunu zannetmiyorum. Her şeyden evvel Türkeş ve arkadaşları Amerikancı değildir. 

12 Mart ise, TSK?nın komuta zirvesindeki vatansever bir grubun ordu içerisindeki çok teşkilatlı organize olan Milli Demokratik Devrim sloganı adı altında sivil ve asker cuntaların oluşturduğu grupları engellemek maksadıyla yapılmış bir karşı darbedir aslında. Eğer 12 Mart?tan sonra yargılama devam etmiş olsaydı çok üst rütbeli subaylar mahkûm olmuş olacaktı. Fakat öyle bir noktaya gelinmişti ki 12 Mart?tan sonra açılan davalarda bir adım daha atıldığı takdirde Faruk Gürler?in ve Muhsin Batur?un da sanık olarak mahkemeye çağırılması gerekiyordu. Mahir Kaynak devletin ajanı olarak Madanoğlu?nun yanında yer almıştı. Hazırlıkları birebir bunları devlete bildiriyor hepsi devletin bilgisi dahilinde. Fakat o dönemki yöneticiler bu işi fazla genişletmemek için mahkemeyi adeta orada bloke ettiler. Dolayısı ile 12 Mart aslında sol darbeyi engellemek için yapılmış bir iç harekettir. Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanının girişimi ile yapılan karşı harekettir. Sol darbe önlenmiştir. 12 Marta kadar her şey BAAS tipi bir yönetim kurmak üzere hazırdı.  Doğan Avcıoğlu?nun silahlı kuvvetlerde çok geniş bir taraftar kitlesi vardı. Günümüzde farklı bir çizgide olan, Hasan Cemal?ler Uluç Gürkan?lar, onun en yakın çalışma arkadaşlarıydılar. Amaçlarını ve yaptıklarını zaten hatıralarında açıkça anlatıyorlar. Darbeyi engelleyen önemli bir faktör son noktada Faruk Gürler ve Muhsin Batur?un şüphelenmeleriydi. Onlar altlarındaki sol dalganın ne kadar güçlü olduğunun farkına varınca 'Şimdi yaparsak bunlar bizi tasfiye eder kendileri gelip otururlar' diye düşünüyorlar. Ki gerçekten bu girişim başarıya ulaşsaydı, komutanlar kullanılıp bir kenara atılacaktı. 

12 Eylüle gelince, ABD?nin nüfuzunun etkisini ben çok daha kuvvetli olduğunu tahmin ediyorum. 12 Eylülden sonra Amerikan istihbaratından ve Ankara?da görev yapmış olan bir yetkilinin 'Bizim çocuklar darbe yaptılar'  dediğini biliyoruz. Esas Amerikan parmağı 12 Eylül?de vardır. 

 

YARGILAMALARI NASIL DEĞERLENDİRİYORSUNUZ?

Yargılamalar bir faciadır. Yassıada mahkemelerini anlattım, hukuk dışı ortaya çıkmış bir mahkemedir ve bunu toplum vicdanı da kabul etmemiştir. Nitekim o günlerde Salim Başol, bir imparator gibiydi muazzam bir süksesi vardı fakat kararların infazından sonra sokağa çıkamaz hale geldi. Oğlu Güngör Başol, zaman zaman yanıma gelirdi, babasına o bakardı, Salim Başol sokağa bile çıkamazdı. Toplum vicdanı kabul etmedi bu yargılamaları. 

12 EYLÜL YARGILAMALARI VE NURETTİN SOYER 

12 Eylül yargılamalarında şu özellik var: Bülent Ecevit Başbakan iken Kahramanmaraş olayları üzerine sıkıyönetim ilan etmek zorunda kaldı. Kesinlikle sıkıyönetim istemiyordu ama mecbur kaldı. Sıkıyönetim ilan edilince sıkıyönetim mahkemeleri de kurulmak zorundaydı. Hasan Işık, Milli Savunma Bakanıydı adli müşaviri de Olcay Mis isimli sosyal demokrat bir Binbaşıydı. Bunlar Olcay Mis ile elele vererek Ankara sıkıyönetim mahkemesinin hakim ve savcılarını güvendikleri sol kesimden isimlerden oluşturdular. Böylelikle Nurettin Soyer başsavcı yapıldı. Diğer mahkemelerde de aynı şekilde sol tandanslı hakim ve savcılar görev aldılar. Halbuki o dönemde askeri yargı içerisinde çok sayıda milliyetçi hukukçular vardı. Bunlara Ankara sıkıyönetim mahkemesinde görev verilmedi. 

 

MHP BİNASININ ARANMASI

12 Eylül darbesi henüz ilan edilmeden saat 24:00 sularında MHP?nin Genel Merkezinin bulunduğu yere 3.caddeye, Bolu?dan gelen özel bir tim bir tank ile geliyor. Tank kaza ile olmuş gibi elektrik direğini deviriyor. O muhit karanlıkta kalıyor ve MHP?nin aranması sabaha kadar karanlıkta yapılıyor. Oysa diğer partilerdeki aramalar sabah saat 9?da başladı. MHP için karar verilmiş, Nurettin Soyer bu kararı uygulayan isimdir. Onun yanı sıra 1980 Ağustos ayına kadar Ankara sıkıyönetim komutanı olan Nihat Özer, Genel Kurmay Hareket Başkanı, Haydar Saltuk MGK Genel Sekreteri idi. Onlar da MHP ve ülkücüler hakkında Soyer gibi düşünüyorlardı. Dolayısı ile darbeyi doğrudan MHP ve ülkücü hareketi tasfiye etmek üzere yönlendirdiler. 

Mahkemeler başlarken MHP?nin peşinen suçlu olduğunu gösteren, savcılık kaynaklı yoğun iddialar vardı. Resimler, yazılar yayınlanıyordu; kamuoyu oluşturulmaya çalışılıyordu. 

MHP iddianamesinden açıklamasından kısa süre önce ben işyerimde otururken fakülteden iki arkadaşım beni ziyarete geldiler bunlardan biri Ankara Adliyesinde hakimdi diğeri de Nurettin Soyer?in savcı yardımcısıydı. Sohbet başladı. Hakim olan arkadaş savcı olan arkadaşa dedi ki; 'Hadi bana anlattıklarını burada da anlat?' Savcı yardımcısı arkadaş 'Tabi anlatırım' dedi, 'MHP ile ilgili çok açık seçik suç delilleri bulduk' dedi. Neler bulduklarını sordum: 'Orada çok geniş çapta bir birliği silahlandıracak kadar her cinsten ve çaptan silahlar bulduk' dedi. 'Başka neler buldunuz' dedim: 'Tam teşekküllü bir hastane bulduk' dedi. 'Başka' dedim: 'Ordu Valisi Reşat Akkaya?ın Alparslan Türkeş?e yazdığı, silah yardımı yapılmasına ilişkin mektubunu bulduk' dedi. Bunun gibi çok açık suç unsurları olduğunu ifade etti. Bunu söyleyen Nurettin Soyer?in yardımcı savcısı bir denizci hakim Albay idi. O?na; 'Bende geri zekâlı emaresi görüyor musunuz?' diye sordum. 'O partide ben 4 yıl yöneticilik yaptım, bu söylediğiniz emaresi olsa bunu sezer ve görürdüm bunlar kesinlikle yanlıştır, imkansızdır.'  Bana: 'Var ' diye iddia etti ve dedi 'Bunları ortaya koyduk, koyacağız' dedi.

 

 

'MHP İDDİANAMESİ HUKUKİ BİR REZALETTİR'

Nitekim birkaç gün sonra savcılık büyükçe bir masa üzerine bir sürü silahı serip bunların MHP Genel Merkezinde geçirildiği iddiasıyla bir basın açıklaması yaptı. Soyer ve ekibi bu açıklamanın hemen ardından, Kenan Evren ve Konseyin diğer üyelerine MHP ile ilgili bir brifing verdi. Aynı yalanları onlara da anlatarak, MHP aleyhine davanın açılmasını sağladı. Ama sonradan ortaya çıktı ki MHP Genel Merkezinde bulunduğu iddia edilen silahlar Güneydoğu?da teröristlerden ele geçirilen silahlardı. Ordu Valisi Reşat Akkaya?nın mektubu ise Başbakana yazılmıştı, solun bölgedeki etkisinden bahsedilerek, silah talep ediliyordu. Başbakan Süleyman Demirel hükümeti dışardan destekleyen Türkeş?e mektubu bilgi edinmesi için göndermişti. Tam teşekküllü hastane değil bir ecza deposu bile yoktu partinin. Sonuçta davayı açtılar. Dava sırasında savunma avukatı Şerafettin Yılmaz defalarca iddianamede bulunduğu iddia edilen silahların, duruşmaya getirilmesini istedi ancak mahkeme bu taleplere olumlu bir cevap vermedi. 

MHP iddianamesi hukuki bir rezalettir. 2020 idam talebi ile açılan davanın ideolojik bir husumetten kaynaklandığını kendileri de gördükleri için bir süre sonra, suçun niteliğini değiştirmek zorunda kaldılar. Yoksa tam anlamı ile tarihi bir facia yaşanabilirdi. 

İlk duruşmada, Türkeş ifade verirken, şöyle demişti: 'Ben ve arkadaşlarım kanunların suç saydığı fiilleri işlediğimiz tespit edildiği için bulunmuyoruz. Suçumuz sonradan icat edilmeye çalışılan, çöp sepetlerinden çıkarılan kağıt parçaları delil yapılarak, insanlık dışı işkencelerle, ifade ve itiraflar temin edilerek, hazırlanmış, her noktası ciddiyet ve hukuki mesnetten mahrum şu iddianame ortaya konulmuştur. İddianame baştan aşağı yalan ve iftiradan ibarettir. Sayın hakimler, Cumhuriyet tarihimizin en önemli davasına bakıyorsunuz ve bizi yargılıyorsunuz tarih ise bizi olduğu gibi sizi de, iddia makamını da, iddia makamını işgal eden bu zevatı da yargılayacak ve hüküm verecektir.'

Röportaj: enpolitik/ Mustafa Toygar- Melek S. Tunç




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —