Türk Milliyetçiliğini efsane isimlerinden, Türk Ocakları Onursal Genel Başkanı Nuri Gürgür ile röportajımızın ikinci ve son bölümünü siz değerli Enpolitik okuyucuları ile paylaşıyoruz…
İlk Bölümde daha çok geçmişten konuştuk, bu bölümde ise Nuri Ağabeyin engin tecrübesi ve çok geniş aydın birikimi ile bugünün fotoğrafını gözler önüne serdiğini, harika tespitler yaptığını göreceksiniz.
Evet, ders niteliğinde muhteşem tespitler, sebep sonuç ilişkileri ile meselelerin özüne değinen Nuri Ağabey ile yaptığımız bu röportajın tamamını okuduğunuzda ne büyük iş yaptığımızı anlayacaksınız.
O’nun vatan kurtarma sevdası henüz ortaokul ve lise yıllarında başladı. Yine lise yıllarında Kurmay Binbaşı Alparslan Türkeş ile Osman Yüksel Serdengeçti ile tanıştı.
Üniversiteye girdiğinde arkadaşlarıyla Türk Ocağı Gençlik Kolunu kurdular, Orada yöneticilik de yaptı. 1961 de Üniversite Kültür Kulübünü kurdu, aynı yıllarda MTTB. Ankara icra kurulu başkanlığı yaptı. Yine bu yıllarda; dönemin büyük gazetelerinden Son Havadis Gazetesi ile Düşünen Adam Dergisinin Meclis muhabirliği ile Ankara ticaret Postası Gazetesinin köşe yazarlığını yapıyordu.
Bir süre avukatlık, milliyetçi pek derginin yazarlığı ve yöneticiliğini yaptı. 1975-1978 yılları arasında Alparslan Türkeş’in MHP’sinde GİK Üyeliği ve Başkanlık Divanında Genel Sekreter yardımcılığında bulundu.
Türk Ocağı Ankara Şube Başkanlığından sonra, 1996-2012 yılları arasında Türk Ocakları Genel Başkanlığı yaptı. Ayrıca 1999-2019 yılları arasında Ankara Ticaret Odası Meclis Başkanlığı görevinde bulundu.
Nuri Ağabeyin yaptığı birçok görevi atlayarak yazıyorum ama 8 yıllık TÜBİTAK Bilim Kurulu Üyeliğini de atlamayalım. Elimde bir kitap var; “60’lılardan Vatan Kurtarma Hikayeleri” Bu kitaptan; Acar Okan, Ahmet İyioldu, Cezmi Bayram, Mustafa Kahramanyol, Namık Kemal Zeybek, Nuri Gürgür, Şerafettin Yılmaz, Yücel Hacaloğlu’nun vatan kurtarma hikayelerini daha detaylı okuyabilirsiniz. Güzel ötesi hikayeler….
Röportajımızın ilk bölümünde okuyanlar; 1950-2019 arası Türkiye’nin siyasi tarihini, önemli dönemeçlerine ait tespitleri, çok güzel anekdotları, ders niteliğinde hatırlatmaları görmüştür.
Kendi gençlik Türkiye’sini anlatırken imrendim. O yıllar; fikir, düşünce, sanat, kültür ve idealist gençlik açısından ne kadar da bereketliymiş. Solcusu-sağcısı vatan kurtarma sevdasında. O dönem okuyan gençliğin pek çoğunun birer vatan kurtarma hikâyesi olduğunu görebiliyoruz.
Bugünlere geldiğimizde eşya medeniyetinin girdabında can çekişen bir gençlik!...
Şan-şöhret, mal-mülk, ölmeyecekmiş gibi biriktirilen saltanat, milletin tüzel kişiliği olan devletin makam ve mevki sembolü koltuklarının paylaşılması savaşı!...
Bu röportajımızda Sevgili Editörümüz Melek Hanım benden çok daha fazla yoruldu, çok daha fazla emek harcadı. Özellikle, tamamı dörder saatten sekiz saat düzeltmeleri, Nuri Ağabeyle Melek Hanım birlikte yaptılar, O’nlar çok yoruldular. Ne kadar teşekkür etsem azdır.
Birinci bölümü okumayanların, bir bütünlük sağlaması açısından okumaları tavsiye olunur. (Mustafa Toygar)
BUGÜNKÜ GENÇLİĞİ NASIL GÖRÜYORSUNUZ?
Günümüz gençliği talihsiz bir nesil çünkü hem Türkiye’nin şartları hem dünya şartları düne nazaran çok elverişsiz ortamda oluştu. Mesela 80 öncesinde hem ülkücü hem de sol gençlik içerisinde kendi görüşlerine göre ülkeye hizmet girişimleri vardı. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan’lar gibi adamlar bunu Marksist Leninist bir çizgi içinde yapmaya çalışıyorlardı. Bunlara karşı olan ülkücü gençlik de bunlara direniyordu. 80 sonrasında bir bakıma bu bilinçli olarak üniversite gençliği fikri meselelerden uzaklaştırılmaya çalışıldı. Sadece kendi işiyle dersiyle, dünyevi işlerle uğraşan bir apolitik gençlik kitlesi oluşturulmaya çalışıldı.
ÜLKÜCÜ GENÇLİK NASIL BİR SÜREÇ YAŞADI?
Tabi Ülkücü Hareket 12 Eylül’de büyük bir darbe yedi. O dönemin en büyük meşakkatini ülkücü gençler çektiler. Bunlar vatan sevdalısı insanlardı ama ezildiler, ezilmek istendiler. MHP davasında yargılanan insanları 4’te 3’ü genç insanlardı. Bunlar içerden çıktıktan sonra rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları bir şekilde gençlik hareketini devam ettirmek istediler. Ancak hem ortam hem imkânlar farklılaşmıştı. O yüzden istedikleri ortamı bulamadılar. Ülkücü hareket üniversitelerdeki etkinliğinin dinamizmini büyük çapta kaybetmiş oldu. Bir de olaya siyaset çok fazla karıştı. Siyaset belli konulara müdahale ettiği zaman yozlaşma meydana geliyor kaçınılmaz olarak. Bunlardan biri din, biri de milliyetçiliktir. Bu iki inanç ve düşünceye siyaset karıştığı zaman kendi çizgisinden uzaklaşıyor ve siyasallaşıyor. Milliyetçiliğin siyasallaşması bu bakımdan, milliyetçi fikir ve düşüncenin aleyhinde oldu. Bir parti görünümü içerisine sıkıştığı zaman milliyetçi gençlik hareketi sadece belli bir kesimle muhatap oluyor. Türk milliyetçiliği fikrini siyaset dışı, tüm toplum kesimlerini kucaklayacak şekilde geliştirmek çok daha verimli kılabilirdi.
BUGÜNKÜ MİLLİYETÇİ GENÇLİĞİN ZORLUKLARI NELERDİR?
Dünyada küreselleşme dediğimiz bir olay yaşanıyor. Yani sınırların ortadan kalktığı milletlerin geçerliliğinin kalmadığı, milliyetçilik çağının ortadan kalktığını iddia eden liberal kozmopolit bir akım tüm dünyayı olduğu gibi, Türkiye’yi de kuşatmaya başladı. Dolayısıyla bu kozmopolitan liberal ağırlıklı görüşler, millete dayalı duygu ve düşüncelerin aktif hale gelmesini engelliyor. Ayrıca milliyetçilik bu kesimler tarafından yanlış, zararlı ve tehlikeli kabul ediliyor. Bunun sonucu olarak milliyetçilik basında, televizyonlarda hatta okul kitaplarında yer verilmemeye çalışılan bir düşünce haline geliyor. Siyasi hedefler dolayısı ile eğitim sisteminde kültür hayatımızda milliyetçiliğin kenara itilmeye çalışılması, basın ve televizyonlarda bu kozmopolitan zihniyetli insanların etkisiyle, milliyetçiliğin tasfiyeye çalışılması tatbikî genç kitleleri de etkiliyor. Bir kere televizyon dizilerinde bunu çok rahat görebiliyoruz. Mesela geçmiş dönemlerle alakalı, özellikle 12 Eylül öncesi dönemlerle ilgili diziler filmler yapıldı. Burada ülkücü tipler son derece saldırgan, cahil okumayan, taşralı ve kaba tipler olarak sunuldu. Bilinçli olarak bu yapıldı. Buna karşılık doğrudan doğruya devletle çarpışan, devleti yıkmak için Bekaa Vadisinde eğitim gören, Türkiye’ye silahlı olarak gelen ve devrimin silahlı yapılacak iddiası ile ortaya çıkan isimler, kahraman haline getirildi. Bugün sorduğunuz zaman yaş ortalaması 60’ın altında olan çoğu insanın nazarında Deniz Gezmiş’ler, Mahir Çayan’lar devletin infaz ettiği, haksızlığa uğratıldığı vatansever insanlardır. Bunlara karşılık, 'ülkücüler, devrimcilere saldırıp katleden canilerdir' şeklinde bir düşünce hâkim kılınmaya çalışılıyor. Bu maksatla 12 Eylül’den günümüze kadar sistematik bir propaganda faaliyeti yürütüldü. Bu yüzden gençlik içerisindeki psikolojik ortam, 'milliyetçilik düşüncesinin' yaygınlaşmasını olumsuz etkiliyor. Bunda milliyetçilerin pasifliğinin de rolü var. Kabul etmek lazım ki bu noktada milliyetçiler de gerekli aktiviteyi göstermiyorlar. Bugün, Türkiye siyasetinde ön plana çıkan kıdemli isimlere baktığımızda, bunlardan birçoğunun 80 öncesinde Ülkü Ocaklarında, yönetici olarak çalışmış olan gençler olduklarını görürüz. Ama bunlar, bugün farklı bir siyasi formatta ortaya çıkıyorlar. Netice itibariyle Türkiye’de milliyetçi-ülkücü hareketin ve milliyetçilerin kendi çevrelerinin dışında çok sempatizanı ve destekleyeni olduğunu söyleyemeyiz.
KAPİTALİZM, LİBERAL EKONOMİ MİLLİYETÇİLİĞİN ÖNÜNÜ KESİYOR MU?
Millet kavramını zihinlerden silme ve etkisiz hale getirmeye çalışanlar kimlerdir? Neoliberal dediğimiz, neokapitalist dediğimiz küreselci güçlerdir. Şimdi, Amerikan mallarını veya Batı dünyasında üretilen malların, Türkiye’de büyük çapta tüketilmesi için toplumda milli tasarruh refleksinin zayıf olması lazım. Yani insanların kafasında 'Bu millet dediğimiz şey 20.yy kalmış olan modası geçmiş olan bir temayüldü, bunun modası geçti; bugün artık milli kimliğin bir önemi yok kanaati, dünya vatandaşlığı, yani 'ben ekmeğimi nerede kazanıyorsam oranın vatandaşıyım' duygusu hâkim kılınmaya çalışılıyor. Özellikle bu ortam bilinçli olarak hazırlanıyor; çünkü bunu başardıkları ölçüde küresel girişimlerin, emperyalist amaçlı girişimlerin de önü açılmış oluyor. Böylelikle emperyalizme alan hazırlamış oluyorlar bu küreselci kozmopolit akımlarla.
AVRUPA’DA MİLLİYETÇİLİK NASIL?
Bu anti milliyetçi hareketler Avrupa’da da özellikle 1980’den sonra tezgâhlanmaya çalışıldı. Hatta Avrupa Birliği milliyetsiz bir birliktelik getirme projesi olarak sunuldu fakat reel politik dediğimiz faktörler ortaya çıktığı zaman bunların birer hayal olduğu, gerçeklerin farklı olduğu görüldü ve görülüyor. Neden çünkü Almanya kendi çıkarını, Fransa kendi çıkarını, İngiltere kendi çıkarını düşünüyor ve AB’den ayrılma durumunda. Herkes kendi milletinin çıkarı için girişim yapmaya başlıyor. Bugün Amerika’da Başkan Trump’ın bazılarına 'fanatik' olarak görünen girişimleri aslında, ABD milliyetçiliğinin tezahürüdür. Ekonomimizi güçlü kılalım paramızı Avrupalılara veya dünyaya kaptırmayalım diyen milli reflekslerdir bunlar. Aynı şey Avrupa’daki İslamofobi dediğimiz İslam’a ve Türklüğe karşı düşmanlığın yaygınlaşmasında da görülüyor. Bugün yapılan seçimlerde Avrupa’nın milliyetçi veya radikal uçları kazanıyorlar.
Elbette Avrupa’daki milliyetçilik ile Türk milliyetçiliğinin esasları ve felsefesi birbirinden çok farklı; Türk milliyetçiliği, siyasi planda bir taarruz mantığı ile ortaya çıkmamıştır, 20 yy başında kendini savunmak için ortaya çıkmıştır. Dolayısı ile kimseye karşı husumet duymak veya düşmanlık yapmak anlayışı içerisinde olunmamıştır. Milliyetçilik, cihan savaşı ve Milli Mücadelede net olarak görüldüğü gibi milli varlığı koruma hareketidir.
Avrupa’da ise Nasyonalizm olarak ortaya çıkan hareketler Nazizm’e ve Faşizme dönüşmüştür. O yüzden milliyetçilik lafzı günümüzde Avrupa’da pek telaffuz edilmez, bunun yerine 'vatanseverlik' ifadesi kullanılır. Türkiye’deki milliyetçilik aslında Avrupa’da uygulanan vatanseverliğin benzeridir. Bugün Avrupa’da vatanseverliği de aşan giderek yükselen aşırı radikal, ırkçı ve şoven bir eğilim var; bu durum en fazla Müslümanları ve Türkleri tehdit ediyor.
TÜRKİYEDE BİR KÂHT-I RİCAL SORUNU VAR MI?
Tabi ki… Bugün Türkiye’ye baktığınızda temel meselelerimiz: Terör, Suriye ve Doğu Akdeniz’deki durum gibi başlıklar olmakla beraber bizim esas meselemiz 300 yıldır devam edip gelen eğitim sorunudur. Eğitim sorunu, nitelikli insan yetiştirmemizi engelliyor. Onun için geçen yüzyılda bu insanlara olan ihtiyacı ifade etmek için ‘kaht-ı rical’ ifadesi kullanılmıştır. Aslında bu soruna çare bulmak maksadıyla birçok girişimler yapılmıştır. Özellikle Abdülhamit döneminde çok önemli işler başarılmıştır; Harbiye, Mülkiye, Tıbbiye gibi mekteplerin yanı sıra idadiler, rüştiyeler açılmıştır. Ama bütün bu çabalara rağmen, eğitim sorununda köklü bir çözüm sağlanamamıştır.
ATATÜRK’DEN BUGÜNE EĞİTİM SİSTEMİ?
Atatürk de dahil olmak üzere, Milli Mücadeleyi yürüten ve milli devleti kuran zevatın tamamı bu mekteplerden mezun olanlardır. Ama bir kısmı, önemli bir bölümü 10 senedir devam eden harplerde hayatını kaybetmiş, bir kısmı daha sonra içlerine çekilmişlerdir. Atatürk, eğitime büyük önem veriyor ve bu konudaki girişimleri destekliyordu. Bu amaçla İstanbul ve Ankara Üniversiteleri açılmış, o sırada Almanya’da barınamayan pek çok ilim adamına buralarda yer verilmiştir. Yurtdışına da çok sayıda öğrenci gönderilmiştir.
Fakat o dönem devletin imkânları çok kısıtlı, ekonomi çok zayıf nüfusumuz az. Başkentte 1953’e kadar üç lise ve İstanbul ile Ankara’da 3 üniversitemiz vardı.
Şuanda Fakülte sayısı 206’yı buldu; bunların pek çoğu maalesef tabela üniversitesi konumunda. Bilimsel nitelikleri oldukça düşük. Sayısal olarak, nicelik olarak çok artış oldu fakat nitelik inanılmaz derecede zayıf. Hala rektörlük gibi çok önemli ve yetkili görevlerde bulunan 81 profesörün uluslararası atıf yapılan makalesi ve yayını yok. Bugün Türkiye’nin temel meselesi eğitim konusundaki çıkmazıdır. Daha önceki dönemlerde de bu sorun vardı ama eğitim, bu iktidar dönemindeki kadar dibe vurmamıştı. Aslında, şuandaki Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, bu konuları iyi bilen, deneyimi olan değerli bir bilim insanıdır. Ancak, tek başına bir bakanın ehliyetli olması, bu derece derinleşen sorunu, üniversitelerdeki ilmi yetersizliği ortadan kaldırması mümkün değildir.
Bir başka yanlış daha yapılıyor. Dindar nesiller yetiştireceğiz diye İmam Hatip Okullarına ağırlık verilerek, eğitimde adeta bir kamplaşma meydana geliyor. Bu durum, klasik liseliler ile İmam Hatipliler arasında duygusal ve psikolojik sorunların doğmasına yol açıyor.
KURULUŞ AMACI FARKLIYDI AMA ŞUAN LİSELERİN YARISI İMAMHATİP OLDU NE DÜŞÜNÜYORSUNUZ?
Ben İmam Hatip Okullarına karşı değilim ama gereğinden fazla okul açılması ve bunların imtiyazlı hale getirilmesi, tercihlerde öncelik tanınması, tepkilere yol açtığından 'nihilist' eğilimli gençlerin sayısı giderek çoğalıyor. Eğitim sorununun nedenlerinin başında, öğretmenlerin ve üniversite öğretim üyelerinin gelir durumlarının çok yetersiz olması geliyor.
Oysa öğretmenlik mesleğinin hem maddi açıdan hem de saygınlığı bakımından, toplumda özel bir yerinin olması gerekir. Orta ve yükseköğrenimde yer almak için yarışma yapılmalı, öğretmen yetiştiren okullara, sınavlarda en yüksek puanı alan nitelikli insanlar alınmalı. Aynı durum üniversiteler için de geçerlidir.
Rahmetli Teyfik İleri döneminde, öğretmenlik mesleğinin daha kaliteli hale getirilmesi için yüksek öğretmen okulları kurulmuştu. Buralarda çok kaliteli öğretmenler yetişiyordu. Bu okullar kaldırıldı. Ayrıca, Anadolu Liseleri, Fen Liseleri gibi daha nitelikli eğitim veren, sayıları az olan okullar ortaya çıkmıştı. Bu iktidar döneminde bunlar da diğer liselere benzetildi; hatta birçoklarının adı İmam Hatip olarak değiştirildi. Fen Liselerine verilen paranın 10 katından fazlası İmam Hatiplere verilmeye başlandı; rakamlar ortada… Böylece Fen Liseleri fonksiyonel olmaktan uzaklaşıyor, Anadolu Liselerinin bir kıymeti harbiyesi bırakılmadı. Hâlbuki bunlar çok kıymetli mekteplerdi. Benzeri durum üniversitelerde de yaşanıyor. 100’den fazla ilahiyat fakültesi var ama Türkiye’de dini ve manevi alanda çok ciddi sorunlar, tartışmalar yaşanıyor. Çünkü İlahiyat Fakültelerinin çoğu, bu konuda ilmi ağırlıklarını ortaya koyacak bir fonksiyon yapmaktan uzak durumdalar.
BU KADAR FAZLA İLAHİYAT MEZUNU NEREDE NASIL İSTİHDAM EDİLECEK?
İlahiyat Fakültesinden bu kadar fazla mezun verilmesi bu kez bunlara istihdam yaratmak için yine kamuda imtiyazlı ilahiyatçı grupların ortaya çıkmasına yol açıyor. Türkiye’de İlahiyat Fakültesi ilk olarak 1949’da Ankara’da kaliteli bir mektep olarak kurulmuştu. Şimdi Ankara İlahiyat Fakültesi kendi camiası içerisinde, kenara itilmeye çalışılıyor, hatta İslami çizginin dışına çıkmakla eleştiriliyor.
Hâlbuki Ankara, İzmir ve Marmara İlahiyat Fakültelerinde çok kaliteli öğretim üyeleri vardır. Bunlar dışlanıyor. Diyanet camiasında da benzer sıkıntılar yaşanıyor. Mesela Ali Bardakoğlu, Mustafa Çağrıcı, Mehmet Aydın, Hilmi Demir gibi çok kaliteli öğretim üyeleri var ama bunlar değerlendirilmiyor. Bunlara karşılık hamaset yapan, dini adeta pazarlama gibi takdim eden, ekranları gösteri alanı gibi kullanan insanlar el üstünde tutuluyor. Bakıyorsunuz rektör yapılıyor veya sosyal bilimlerle meşgul olacak üniversitelerin başına getiriliyor, garip ve çelişkili işler…
DEVLETİ DEVLETİN İÇİNDE KIRIP DÖKEREK ÖĞRENİYORLAR SANIRIM...
Evet ama bu çok pahalıya mal oluyor. 2003’ten itibaren aşağı yukarı 7 Milli Eğitim Bakanı değişti en çok değişen bakanlık oldu ama hala Milli Eğitim Bakanlığı bir raya oturtulabilmiş değil. Ne teşkilat yapısıyla ne genel eğitim sisteminde bir yere oturmuş değil. Türkiye’nin akademik olarak çöküşü en fazla bilimsel makale noktasında öne çıkıyor. Ben TÜBİTAK Bilim Kurulunda görev yaparken, 2004-2011 arasında Türkiye Bilimsel Makale noktasında İran’dan daha ilerideydi şimdi ise biz İran’ın gerisine düştük. Üniversitelerde fakülteler temel eğitim noktasında öğrenci bulamıyorlar yani Fizik, Matematik, Kimya gibi temel bilimlerde inanılmaz bir düşüş var. Bunlar bilimsel eğitimin temel noktalarıdır. Temel eğitimimiz olmazsa dünya ile rekabet edemeyiz. Biz, sonuçta gençliği heder edip harcamış oluyoruz; böylesine israfın telafisi mümkün değildir.
YURTDIŞINA KAÇAN ÜSTÜN ZEKÂLI GENÇ BEYİNLER HAKKINDA NE DÜŞÜNÜYORSUNUZ?
Siz Türkiye’de yönetimlerde olsun, diğer kamu kurumlarında olsun, nitelikli, eğitimli liyakatli insanları değil de, siyasi sadakatin esas alınıp tercih yapıldığı zaman diğer insanlar fırsat buldukça yurtdışına gitme eğilimine girerler. Nitekim gidiyorlar da. Böylece beyin göçü dediğimiz olay ortaya çıkıyor. Türkiye’de bir dönem 2010’a kadar, göçü tersine çevirmek için ciddi girişimler yapıldı. Yurtdışından çok sayıda kariyerli bilim insanı getirildi. Bazı kamu kuruluşlarında, özellikle Merkez Bankasında, Hazinede ve TÜBİTAK’ta bunlar yapıldı. Daha sonra tam tersi oldu. Nitelikli insanlar, imkân bulduğu ölçüde gidiyorlar yerlerine de son derece liyakatsiz, siyasi vefası bulunan insanlar geliyor. Siyasi sadakat ve güvenirliliğin geçerli olduğu bu ortamda bu kuruluşların, kurumların yani devlet mekanizmasının daha verimli çalışması, haliyle mümkün olmuyor.
TÜRKİYE’DE YAŞANAN KUTUPLAŞMA TAM OLARAK NASIL BİR KUTUPLAŞMA?
Aşırı iktidar hırsı, yani partizanlık toplumu bölüyor; siyasi kabileleşme ve kutuplaşma ortaya çıkıyor. Böylece toplum 'biz ve ötekiler' şeklinde ayrıştırılıyor. Bu olay, belli bir düşünce, felsefe ve ideolojiye bağlı olmaktan ziyade siyasetçiye sadakat üzerinden cereyan ediyor.
İnsanları öteki olarak nitelendirdiğimiz zaman, toplumda duygusal bir anafor meydana geliyor ve öfke ortaya çıkıyor. O zaman millet olmanın temel unsuru olan milli birlik ve beraberliğin yerine farklı dünyaların oluşturduğu bir toplum yapısı ortaya çıkıyor. Bugün, Türkiye’deki toplumsal ayrışmanın temel nedeni, siyasetteki hırçınlıktan, kibirden ve özellikle siyasetin kamu kaynaklarını kontrol edip, bunlardan yararlanma çabalarından ileri geliyor.
EKONOMİYİ DE ETKİLEYEN BİR KUTUPLAŞMA DİYEBİLİR MİYİZ BUNA?
Bu kutuplaşma her alana intikal ediyor elbette. Siz nitelikli insanları iş başına getirmediğiniz zaman bu icraata yansıyor. Bugün mesela Güney Kore’nin Samsung diye bir firması var biliyorsunuz. Dünya çapında bir kuruluştur. Samsung 1980’lerden sonra ortaya çıkan bir kurum. O zamanlara kadar Kore Türkiye’nin gerisinde. Fakat 80’den sonra son derece akıllı bir strateji izliyorlar. Katma değeri yüksek, üretime dayalı, ihracata, teknolojiye dayalı girişimlere ağırlık vermek suretiyle ekonomilerini geliştiriyorlar. Böylece 1990’ların ortasına gelindiği zaman Güney Kore, dünyanın ilk 10 ekonomisinden biri oluyor. 2002 ile 2018 arasında Türkiye’ye dışardan 300 milyar dolardan fazla para geliyor. Bu paranın kanalize edildiği yerlere baktığınızda beton, beton yığınları ve inşaat ağırlıklı sektörler öne çıkıyor. İkincisi büyük altyapılar, otoyollar, şehir hastaneleri vesaire gibi devasa yapılar… Rasyonel olarak düşündüğünüzde öncelik sırasında bunlar birinci tercih edilecek alanlar mıydı? Önceliklerimizi doğru sıralamamız lazımdı. İstanbul Havalimanı tamam büyük dünya çapında bu sevindirici bir şey ama ona gelene kadar İstanbul’un çok ciddi daha önemli sorunları var.
İzlenen ekonomik politikanın kalıcı bir refah sağlamadığı artık görülüyor. Bu ekonomi politikası sıcak paranın devamı gelmeyince ciddi bir kaynak sıkıntısıyla ülkeyi karşı karşıya bıraktı.
Şimdi daha önce yapılmayan bir şey yapılıyor, Savunma Sanayi başta olmak üzere sanayileşmeye ağırlık veriliyor. Türkiye’nin ilk on sanayi kuruluşuna baktığınız zaman ASELSAN, HAVELSAN vesaire gibi savunma sanayi kuruluşları ilk sırada yer alıyorlar. Halbuki Güney Kore gibi ülkelerde ilk sıraları bunlar değil, başka sektörler alıyor. Ama Türkiye’de mecburen sanayileşmeyi sağlamak için savunma sanayinden başlanıyor. Aslında bu geç kalınmış da olsa doğru bir tercih. Keşke bu girişimleri 2003 ve 2004’lerde Türkiye ve dünyadaki ekonomik konjonktürün daha olumlu olduğu zamanlarda yapsaydık. Treni kaçırdıktan sonra peşinden koşmaya çalışıyoruz.
BAŞKANLIK SİSTEMİ VE 15 TEMMUZ
Bir kere Ak Parti’nin iktidara gelişi, parti hesabına çok şanslı bir dönemdi. Türkiye 2001’de dibe vurmuş IMF ile anlaşma yapılmış belli bir ekonomik program üzerinde mutabakata varılmış en önemlisi bir takım tarihi reformlar yapılmıştı; Merkez Bankası bağımsız hale gelmiş, BDDK, TMSF gibi kurumlar kurulmuş, 80 küsur banka tasfiye edilmiş, sektör güçlendirilmiş, banka sayısı 40’a düşmüştü. Bunlar Türkiye’de daha önce yapılmayan ciddi reformlardı. Kriz o dönemde V krizi olarak nitelendiriliyor. Dikey olarak geliyor, dibe vuruyor, dibe vurduktan sonra V şeklinde yükselmeye geçiyor. Tam yükselmeye başlamışken AKP iktidara geliyor ve dünyada muazzam bir sıcak para var. Amerika’daki faizler düşük, sıcak para gidecek yer arıyor ve Türkiye’ye bu yüzden bol miktarda para geliyor. Bu paralar o dönemde doğru yerlere kanalize edilmiş olsaydı, Türkiye o dönemde ihracatını teknolojiye dayalı hale getirirdi. Biz bunu yapamadığımız için Türkiye ihracatında, teknoloji ürünlerinin payı yüzde 2- 3 arasında oysa Kore’de bu miktar yüzde 30’a varıyor.
Ali Babacan, ekonomiyi yönetirken bir ara bu konulara değinmişti: 'Ekonomik modeli değiştirmemiz lazım, aksi takdirde durgunluktan çıkamayız. İhale sistemini değiştirmemiz lazım, şeffaflaştırmamız lazım' gibi şeyler söyledi fakat netice alamadı. Dolayısı ile AK Parti’nin en elverişli dönemi maalesef verimli alanlara yöneltilemedi. Türkiye çok şey kaybetti. Şimdi o kaybolan zamanı telafi etmeye çalışıyoruz.
AK PARTİNİN GELİŞİ TESADÜF İLE AÇIKLANABİLİR Mİ?
Çok fazla komplocu olmamak lazım. Bunu o dönemdeki siyasi şartlara göre değerlendirmek daha doğru olur. Merkez sağ Demirel, Özal ve Türkeş gibi liderlerden mahrum kaldıktan sonra bocalamaya başladı ve devamlı inişe geçti. Seçimlerde ortaya çıkan tabloya baktığınız zaman DYP’nin ve ANAP’ın devamlı aşağı gittiğini görürsünüz. 99 seçimlerinde bir tek MHP yüzde 18 oy oranı ile çıkış yapmıştı; o da maalesef 2002’de yüzde 8 buçuk alarak barajın altında kaldı. Yani merkez sağda büyük bir boşluk oluştu. Bu boşluğun içerisinde AKP yüzde 34 gibi bir oyla tek başına iktidar oldu. Aslında bu tesadüflerin meydana getirdiği bir sonuç sayılabilir. Çünkü Genç Parti seçime giremeseydi, Meclise en az iki parti daha giriyordu; DYP ile MHP. Böylece AKP tek başına iktidar olamıyordu. Cem Uzan’ın hakkında aslında tahkikat açılmıştı, karar aşamasına gelindiği sırada hükümet kararnamesine ihtiyaç vardı MHP bunu imzalamadı, böylece Cem Uzan seçime girebildi.
TÜRKİYE’DEKİ BAŞKANLIK SİSTEMİ GERÇEKTEN BAŞKANLIK SİSTEMİ Mİ?
Bu bir kere klasik Başkanlık Sistemi filan değil, Cumhurbaşkanlığı Sistemi. Cumhurbaşkanlığı Sistemi: Kuvvetler birliğine dayalı, örneği bazı Türk Cumhuriyetlerinde ve Asya ülkelerinde görülen, yetkilerin bir kişide toplandığı otoriter bir yönetim tarzıdır. Günümüzde Amerika’daki başkanlık sistemi dünyanın en başarılı sistemidir. Burada Trump tek başına ülkeyi yönetemiyor, yargı kararını aşamıyor. Yargı Trump’ın kararına karşı çıkabiliyor iptal edebiliyor. Bir elçiyi veya bir bakanı tayin edeceği zaman Kongrenin onayı gerekiyor onay olmadan tayin edemiyor. Bizim başkanlık sistemimizde böyle şeyler yok. Biz, ta Kanuni Esasi’den beri gelen parlamenter sistemi değiştirdik, kurumsal yapıyı değiştirdik, ancak bunun yerine sistemin süratli ve verimli çalışmasını sağlayacak yapıyı oluşturamadık. Bürokrasi gözünü Külliye’ye dikmiş vaziyette. Oradan ne karar çıkar diye bakıyorlar. İnisiyatif kullanma cesareti kalmadı. Bakan yardımcılıklarında, kimin ne yaptığını tayin etmek mümkün değil. Tayinler aynı makamdan yapılınca, Bakan yanındaki Genel Müdür’e hâkim olamaz hale geliyor. Bir sürü sıkıntılar var. Cumhurbaşkanlığı sistemi bugünkü hali ile Türkiye’ye fevkalade ağır bir yüktür. Hangi partiden olurlarsa olsunlar, sistemin bu haliyle meclisten geçmesini sağlayan milletvekilleri, bu sıkıntıların manevi sorumluluğunu ve vebalini her zaman duyacaklardır diye düşünüyorum.
TÜRK DEVLET GELENEĞİNDE ÇATIRDAMA VAR MI?
Bir kere bizim devlet geleneğimizde padişah dâhil olmak üzere otoriteyi dizginleyen unsurlar vardı. Adalet bizim Türk- İslam medeniyetinin temel unsurudur. Adaleti yargı ile tesis edersiniz. Bugün Türkiye’deki yargı sistemi kilitlenmiş vaziyette. Yargı maalesef doğrudan yürütmenin bir unsuru haline gelmiş durumda. Hâkim karar verdiği zaman bu kararın hoşa gitmemesi halinde görevden alınma yahut yer değiştirme endişesi taşıyor, coğrafi güvenliği yok. Bu durumda yargının bağımsızlığı, tarafsızlığı ve dolayısıyla denetim denge sistemi ortadan kalkmış oluyor. HSK, Anayasa Mahkemesi ve yüksek yargı organları, bir kişinin tercihi ve iradesi ile oluşturulduğu zaman, yargının bağımsızlığından bahsetmek mümkün olamaz.
Bir de başka bir şey daha oldu; 15 Temmuz’da Türkiye’de 14 bin civarında Hâkim ve Savcı vardı. Bunlardan 4 bin küsuru FETÖ’cü olduğu için atıldı ve uzaklaştırıldılar sayı 9 bin küsura düştü. Yuvarlak hesap 10 bin diyebiliriz… Şu anda 22 bin hâkim ve savcı var. Demek ki 2016’nın ortasından itibaren 2018’e kadar 12 bin hâkim ve savcı alınmış. Bunlar, nasıl alındılar, maalesef siyasi referanslar etkili oldu. KPSS’den 50-51 puan alanları hâkim savcı yaptık. İki senelik deneyimsiz ve niteliği olmayan avukatları hakim ve savcı yaptık. Dolayısı ile hala yargıda geçmiş döneminden kalan kıdemli hakimler yaş haddinden emekli olur giderlerse, alttan gelen bu yetersiz kesimle Türk yargı sistemi çok büyük problem yaşayacaktır.
Daha henüz duruşmayı yönetme ve karar yazdırma becerisi olmayan insan bile mecburiyetten, ağır ceza üyesi yapılıyor. Kısacası kaliteyi çok düşürdük. Şimdi bunu telafi etmek için son yargı reformunda, Hukuk Fakültesi eğitimini güçlendirmek ve yargıya geçişi imtihana tabi tutmak gibi kriterler getiriliyor. Çok doğru şeyler bunlar ama çok geç kalındı. Bu söylediğimi aslında Cemil Çiçek görmüştü Adalet Bakanlığı yapmış bir insan. O, bugünkü mesleki sorunları 6-7 yıl önce görmüş olmasına rağmen gerekli düzenlemeler maalesef zamanında yapılamadı.
Siyaset her şeye hükmetmeye başladığı zaman hem yasama, hem yürütme hem de yargı doğrudan doğruya siyasetin etkisine girdiği zaman, gücü frenleyecek kurumsal unsurlar ortadan kalkmış oluyor. Kuvvetler ayrılığının hikmeti burada zaten, kuvvetler ayrılığı Türkiye’de ortadan kalktı. Bir de Türkiye tabi travmatik bir 15 Temmuz yaşadı ki tarihimizin en büyük ihanet hadisesi, feci bir hadise. Bunun sonucunda bir takım kökten radikal kararlar almak ihtiyacı ortaya çıkmıştı ancak bunları belli bir çerçevede tutmak gerekiyordu. 1991 yılında Anayasa Mahkemesi, olağanüstü hal gerekçesi ile çıkarılan KHK’ların OHAL şartları ile sınırlı olması gerektiğine hükmetmişti. Oysa 15 Temmuz sonrasında, rektörlerin tayininden bazı teknik konulara kadar, OHAL ile ilgisi olmayan çok sayıda KHK çıkarıldı. Böylece yasama organı önemli ölçüde devreden çıkarılmış oldu.
Diğer taraftan, Türkiye’de doktorların arasında FETÖ’cü unsurlar varsa bu Tıp Fakültesinden kaynaklanmıyor ki, yani Tıp Fakültesini kapattığınız zaman bunu önlemiş olmuyorsunuz. Eğer askeri liseyi veya Harp Okulunu, kuralların uygulandığı, askeri eğitim veren bir yer haline getirmeyi başaramazsanız, buralara sızmaları tespit edip zamanında tedbir almazsanız bu menfur girişimleri engellemeniz mümkün olamaz. Ben hala 15 Temmuz’da ortaya çıkan ve 40 yıl sürdüğü anlaşılan sistematik bir hazırlığın kanser hücreleri gibi TSK’yı sarmış olmasının böylesine bir ihanetin yıllar boyunca nasıl fark edilmediğini anlayabilmiş değilim.
Kısaca siyaset her kuruma kural dışı etkiler yaptığı zaman, bu kurumlarda yozlaşma kaçınılmaz hale geliyor. Bu eğitimde de böyle, yargıda da böyle askeriyede de böyle… Dolayısı ile bir kere gelişmiş ülkelerin bugün hangi sistem içerisinde yürütüldüğüne bakmak lazım. Tek adamlık sistemi hangi ülkelerde var: bunun en gelişmiş örneği Rusya. Ama bu bize model olamaz ki. Bize model olacak ülkeler gelişmiş demokrasisi olan ülkelerdir. O yüzden biz eğer demokrasiye veya hukuk devletine niyetlenmişsek bunun hakkını vermemez lazım. Benim hukuk sistemim böyledir diye kendimize göre icat yapamayız. Evrensel hukuk kuralları vardır. Bunların başında yargının bağımsız olması, tarafsız olması ve kuvvetler ayrılığı gelir. Ayrıca yasama ve yürütme organları arasında dengenin bulunması, meclisin yetkilerinin yürütme karşısında aşırı derecede kısıtlanmaması gerekir.
LİDERE ‘YANLIŞ YAPIYORSUN’ DİYEBİLEN VAR MIDIR?
Ülkemiz siyasetinde, bizim gibi demokratik kuralların ve kurumsallaşmanın yeteri derecede yerleşmediği, siyasetin daha çok liderler üzerinden yapıldığı ülkelerde görülen garip bir durum var. İktidar kadrolarının içerisinde iken, işleyişinde söz sahibi iken, yanlış gördüğü hususlara itiraz etmeyi veya direnmeyi gerekli görmeyen birçok insan, bu imkânı kaybettikten sonra farklı şekilde konuşmaya başlıyorlar. Mesela Başkanlık Sistemi gündeme gelip mecliste tartışılırken, bugün sakıncaları ortaya çıkan hususları iktidar çevrelerinden ne meclis içerisinde ne de basında eleştiri yapıldığını duymamıştık. Zaman geçip şartlar değiştikten sonra, yapılan eleştirilerin hatıra anlatmanın ötesinde fonksiyonel bir tarafı olmuyor. Türkiye’de iki asırdır sözü edilen Kaht-ı Rical meselesinin yanında, siyasette ciddi bir etik ve kişilik sıkıntısının yaşandığını söyleyebiliriz. Ancak ülkemizde doğruyu söylediği için 9 köyden kovulan insan örneğine siyasi arenada pek sık rastlanmıyor.
SORUNUN ÇÖZÜMÜ OLMAK İSTEYEN YENİ OLUŞUMLAR NEYE DİKKAT ETMELİ?
Doğrusu bu bir takım girişimlerin olduğunu basından takip edip duyuyorum ama ne olduklarına dair fikrim, bilgim yok. Çünkü hiçbir parti girişiminin içinde ve yanında değilim. Ama bir gerçek var, siyasette hala bir sıkıntı yaşanıyor. Yani bu durum, sadece iktidara münhasır değil, muhalefette de sıkıntılar var.
Yeni oluşumların öncelikle kararlı olmaları, popülist olmamaları gerekir. Oysa günümüzde siyasette en kolay kazanım yolu popülizm olarak görülüyor. Kalıcı ve etkili olmak isteyenlerin bundan kaçınmaları gerekiyor. Çünkü duruşu ile söylemi ile vizyonuyla inandırıcı bir tablo sergilediğiniz takdirde millet bunu karşılıksız bırakmıyor.
Mesela İstanbul’da Belediye Başkanı olan zat, yakın çevresinin dışında tanınmayan, bilmeyen bir kişiydi. Ama İstanbul’da birden bire popüler oldu ve kazandı. Demek ki ilkeli ve kararlı duruş, söylem taban bulabiliyor ve destek sağlıyor. İmamoğlu kazandıktan sonra kendisine açılan bu kredinin hakkını verir mi veremez mi onu bilemiyorum bunu zaman gösterecek ama seçim sürecindeki vizyoner duruşu kendisine seçim kazandırdı.
Bu açıdan Türkiye’de bu girişimde bulunacak insanların cesur ve kararlı olmaları gerekiyor. Programlarını, ne yapacaklarına ilişkin tasarımlarını, açık ve net şekilde topluma sunmalıdırlar. Bunlar uçuk kaçık hayali iddialar değil, yerine getirilmesi durumunda ülkede, ciddi anlamda yeni bir dönem başlatacak, insanlara ümit ve heyecan verecek, esaslar olmalı.
Ekonomide, idarede, yargıda, eğitimde ve tarım ve nihayet terör konularında net mesajlar verilmeli. Türkiye, Cumhuriyet döneminin en ağır dış sorunları ile karşı karşıya. Bu derece yoğun bir husumet kuşağının altından ezilmeden kalkmak kolay değil. Türk toplumu bütün bu konularda yarınına ışık tutacak sesler bekliyor. Halen muhalefet de tıkanmış vaziyette. Sadece iktidara cevap yetiştirmeye çalışıyor, polemik yapmaktan öteye bir çıkış sergileyemiyor.
Ancak, ciddi bir reform içeren görüşlerin topluma sunulması kolay değil; çünkü çok ciddi bir basın problemimiz var. Türkiye’de basının yüzde 90’nı tek ses halinde işlev yapıyor. Manşetlerin bile yetkiliye danışılmadan atılmadığı biliniyor. Böylesine tek sesli koronun içerisine girip, görüşlerini duyurmak, meramını anlatmak kolay değil.
TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?
Türkiye belirsiz bir dönemden geçiyor. Türkiye sadece Cumhuriyet döneminde değil, son 150 sene içerisinde bu kadar büyük iç ve dış sorunlarla karşı karşıya kalmamıştı. Hem dünya çapında üzerimizde bir baskı var. Avrupa Birliğinden, Amerika’ya, Rusya’dan Mısır’a İsrail’e kadar husumet çemberi ile sarılmış durumdayız. Rusya’yı da bunun içine katıyorum, çünkü Rusya güvenilir bir dost değil. Birçok konuda hedeflerimiz ve çıkarlarımız örtüşmüyor.
Bu kadar büyük sorunla karşı karşıya bulunan Türkiye’nin, her şeyden önce imkânlarına uygun rasyonel politikalar izlemesi gerekiyor. Bir takım duygusal tercihlerle, hamasetle politika yapmanın yanlışlığını bugün daha iyi görüyoruz. Özellikle bölgemizde, 'Müslüman Kardeşler' muhabbetimiz onlara dayalı politika geliştirmeye çalışmamız pahalıya mal oldu. Binali Yıldırım Başbakan olduğu sürede dostlarımızı olabildiğince çoğaltıp, düşmanlarımız azaltacağız demiştik keşke yapılabilseydi. Biz neden bugün Mısır ile hasım haline geldik. Mursi’yi iktidara getirip muhafaza etmek hem görevimiz değil hem de gücümüz yetmez, bunu önceden hesap etmek gerekiyordu. Siz Mısır gibi bir ülke ile hasım haline geldiğiniz zaman Ortadoğu’da, Doğu Akdeniz’de çok önemli bir ülkeyi kaybetmiş oluyorsunuz. Suriye politikamız, başından itibaren maalesef reel faktörlere değil, hamasete dayalı oldu. Siz 4 milyon sığınmacıyı ensar-muhacir muhabbeti ile alıp sırtınızda taşıyamazsınız ki. Sınırlarınızı açarak 4 milyon insanı getirmeden önce bunun yükünü kaldıramayacağımızı hesap etmemiz gerekiyordu.
2011’de Suriye’de Amerika yoktu, Rusya’nın küçük bir Tartus Limanı vardı, orası da çok önemli bir faktör değildi. En önemlisi Suriye’de bir PKK devletçiği yoktu. Bütün bu olumsuzluklar 3-4 senede nasıl oluştu, beka meselesi nasıl ortaya çıktı? Bu konularda bizim kabahatimiz yok mu? Biz neden Suriye’deki gelişmeleri doğru okuyamadık, istihbarat alamadık. Emevi Camisi’nde 3-5 ayda namaz kılacağız retoriğinin ne kadar yanlış olduğunu anlamak için bu denemeyi yapmak gerekiyor muydu? Süleyman Şah Türbesini neden taşıdık biz? Bugün Kuzey Suriye’de operasyonlar yapacak kadar cesur davranmamız doğrudur ama uluslararası hukuka göre hakkımız olan Süleyman Şah Türbesini biz neden taşıdık? Neden direnmedik o zaman?
Bugün, Ortadoğu ve Suriye’de Amerikan-İsrail- İngiliz ekseni ile Rusya-İran faktörleri var. İsrail görünmeyen aktör; PKK/YPG ise taşeron durumunda. 2000’li yılların başına kadar bölgede İsrail’in tehlike olarak gördüğü hangi devletler vardı: bir Irak, İki Suriye, üç Libya. Bunlar askeri güç bakımından İsrail’e kafa tutacak durumdaydı. Bugün ne oldu? Libya çöktü. Suriye ve Irak’ta merkezi hükümetler çöktü, bu ülkeler parçalanma noktasına geldiler. Merkezi hükümetlerin çökmesinin ne derece Türkiye’nin aleyhinde olduğunu kestirmek için dış politika uzmanı olmak gerekmiyor. Az da olsa feraset ve bilgi sahibi olmak yeterli. Suriye’deki BAAS rejiminin yapısını, etkisini, gücünü hesap edecek kadar senin istihbaratın bilgin yoksa, bu yapının Rusya ve İran ile irtibatını önceden göremediğimiz zaman reel faktörleri kafamızı sağa sola vura vura öğrenmiş oluyoruz; ama çok ağır kayıplar vererek…
Bundan sonra ne olur? Dediğim gibi tarihi bir husumet kuşağı ile çevrilmiş durumdayız. İç ve dış cephede de, az önce belirttiğim gibi siyasi kutuplaşmalar yaşanıyor. Toplumda husumet noktasına kadar gelen ayrışmalar var yani içerde de rahat değiliz. Türkiye’nin başka meselesi yokmuş gibi şimdi Osmanlıcılık mı Cumhuriyetçilik mi gibi tartışmalar gündeme getiriliyor… Bu kadar büyük tehlikelerle karşı karşıya bulunduğunuz sırada içeride husumet oluşturmamak, milli birliği sağlamak mecburiyetindeyiz.
Mustafa TOYGAR: Nuri ağabey bizi kırmadınız, bu güzel röportajı vererek tarihe not düştünüz. Sizi yorduk, çok teşekkür ederiz. Umarım özellikle gençler ve siyasetin içerisinde olanlar başta olmak üzere okuyanlar istifade ederler.
enpolitik