Türk milletinin yüreğine İstiklal Marşı'nı eken vatan şairi Mehmet Akif Ersoy 146 yaşında...

Türk milletinin yüreğine İstiklal Marşı

Milli Şair Mehmet Akif Ersoy, 146. doğum gününde rahmet, saygı ve şükran duyguları ile anılıyor...

Millî-dinî hassasiyeti, karakter ve seciyesiyle Türk milletinin gönlünde yer edinen İslâmcılık akımının önemli şahsiyeti Türkiye'nin Milli şairi Mehmet Akif Ersoy rahmet ve şükranla anılıyor...

Mehmet Akif Ersoy, Kurtuluş Savaşı sonrası yazdığı Türkiye Cumhuriyeti'nin Ulusal Marşı olarak 12 Mart 1921 yılında kabul edilen İstiklal Marşı'nın şairi ve güftekarıdır. 20 Aralık 1873 tarihinde dünyaya gelen ve 27 Aralık 1936 senesinde hayata gözlerini yummuş ve bugün 146. doğum gününü yaşayan Mehmet Akif, Türk milleti tarafından sonsuz minnet ve rahmet ile anılacak...

'Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim, Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! Adam aldırma da geç git! diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!' 

 

Mehmet Akif Ersoy,  20 Aralık 1873 senesinde İstanbul'da dünyaya geldi.  Babası, ona ebced hesabıyla doğduğu yıl olan 1290'a karşılık gelen Rağıf ismini vermişse de çevresi tarafından Akif olarak çağırıldı. 

 Zulmü Alkışlayamam

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; 
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. 
Biri ecdadıma saldırdımı, hatta boğarım! ...
-Boğamazsın ki! 
-Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam; 
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale; 
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale! 
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? 
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum! 
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! 
Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! 
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticâın şu sizin lehçede ma'nâsı bu mu?

Hayatının son yıllarını sessiz, sakin, vatandan uzak ve kırgın yaşayan Mehmet Akif, İstiklâl Marşı'nı Türk milletinin yüreğine bıraktıktan sonra Mısır'a sürgüne gitti. Mehmet Akif Ersoy'un hayatı, sürgünü ve yaşadıkları şöyle:

 

 

MISIR'A GÖNÜLLÜ SÜRGÜNÜ VE YAŞADIKLARI

İstiklal Marşı'nın şairi Mehmet Akif Ersoy, hayatının son 11 yılını Mısır'da geçirdi, 1935 yılının ilkbaharında Mısır?da uzun süre kalan yabancıların sıklıkla yakalandığı siroz ve sıtma hastalığına yakalandı. 

Tedavi amaçlı olarak 1935 yılı Haziran ayının sonlarında Lübnan'a ve oradan da Antakya'ya gitmiştir. Akif, fiziki rahatsızlığının yanı sıra eşinin hastalığı nedeniyle  ruhsal anlamda da sıkıntılar yaşamıştır. Akif, 17 Haziran 1936?da İstanbul'a dönmüş, İstanbul'da ailesi ve yakın dostları tarafından karşılanmıştır. Kadim dostu Abbas Halim Paşa'nın yakınları onu Beyoğlu'nda Mısır Apartmanı'ndaki bir daireye yerleştirmişler. Tüm tedavileri rağmen 27 Aralık 1936'da vefat etmiştir. 

İstiklal Marşı?nın şairi Mehmet Akif Ersoy, o günkü yönetimde bulunanlarca, birinci meclisteki çalışmaları ve tutumu nedeniyle muhaliflerden kabul edilmiştir.  

 Türk milletinin değerlerinin sözcüsü olan Akif'in yalnızlaştırılması ve ötekileştirilmesi çabaları, milletçe kabul görmemiştir.

 Amerikan mandasını savunan, millî mücadeleye kayıtsız kalan birçok yazar ve şairi devlet töreniyle defneden o günün hükümeti Akif'e ilgisiz kalmıştır. Sahipsiz bir cenaze olarak Beyazıt Camii'ne gelen Akif'in naaşı cenaze namazından sonra, Edirnekapı Mezarlığı'na on binlerce üniversiteli gencin omuzları üstünde, Kâbe örtüsü ve Türk bayrağına sarılarak taşınmıştır. İstiklal Marşı ve Kuran-ı Kerim okunarak defnedilmiştir ...

 

 

Peki, Mehmet Akif İstiklâl Marşı'nı Türk milletine armağan ettikten sonra neden gönüllü sürgüne gitmişti?

Mehmed Âkif, 1914 yılı başlarında Abbas Halim Paşa'nın maddî desteğiyle Mısır ve Medine'ye iki aylık bir seyahate çıktı. 

Harbiye Nezâreti tarafından istihbarat çalışmaları yapmak üzere kurulmuş olan Teşkîlât-ı Mahsûsa'nın verdiği görevle 1914 yılı sonlarında Berlin'e gitti. 

Batı'yı yakından tanımasına imkân veren ve üç ay kadar süren bu gezi sırasında Almanlar'a karşı savaşırken esir düşmüş İngiliz ve Rus tebaası müslüman askerlerin kamplarını ziyaret etti. Onlara savaştan sonra bağımsızlıklarını kazanmak için faaliyet göstermeyi telkin eden konuşmalar yaptı. 

Aynı teşkilâtın verdiği diğer bir görevle, Arabistan'da başlayan Şerîf Hüseyin isyanına karşı devlete bağlı kabilelerin desteğinin devamını sağlamak amacıyla teşkilât başkanı Eşref Sencer'in (Kuşçubaşı) idaresindeki bir heyetle Necid bölgesine (Riyad) gitti. Bu seyahatin devamında ikinci defa ziyaret ettiği Medine ve Ravza-i Mutahhara'nın uyandırdığı duygularla, Cenab Şahabeddin ve Süleyman Nazif gibi edebiyatçıların bir şaheser olarak nitelediği 'Necid Çöllerinden Medine'ye' manzumesini kaleme aldı.

 

KIŞLARI MISIR'DA YAZLARI İSTANBUL'DA GEÇİRDİ

İstanbul'a gelmesinin ardından işgal altında çalışmanın daha da zorlaşıp sansürün gitgide şiddetlenmesi yanında Ankara'dan Hey'et-i Temsîliyye adına gelen davet üzerine on iki yaşındaki büyük oğlu Emin'i de yanına alıp 10 Nisan 1920'de gizlice yola çıktı.

Cumhuriyetin ilk yıllarında vatan topraklarından gönüllü sürgüne giden Akif, 11 yıl boyunca gurbette kaldı. Kendisine, bu gidişin gerekçesini soran dostlarından Şefik Kolaylı'ya 'Arkamda hafiye gezdiriyorlar. Ben, vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum. İşte, bundan dolayı gidiyorum' sözleriyle açıklamıştı.

Mısır'da Câmiatü'l-Mısriye'de Türk Edebiyatı dersleri vermeye başlayarak geçimini sağlayan Akif, bir yandan da Abbas Halim Paşa'nın çocuklarına özel dersler verdi.

 Anadolu'daki Milli Mücadele'ye destek için İstanbul'dan ayrılan Akif, düşman vatandan çıkarıldığında Ankara'dan İstanbul'a geri döndü. 

Abbas Halim Paşa'nın davetleri üzerine 1925 yılına kadar kışları Mısır'da yazları İstanbul'da geçirdi. 1925'in sonlarına doğru Türkiye'den Mısır'a gitti, 11 sene de geri dönmedi. Gidişinde emekli maaşının bağlanmamasından doğan geçim sıkıntısı ve hükümetin muhalif kabul ettiği birçok fikir ve siyaset adamı arasında kendisinin de polis takibine alınmasının ağırına gitmiş olması önemli rol oynadı.

Kendisi, bu gidişin gerekçesini dostlarından Şefik Kolaylı'ya şöyle açıklıyor:

'Arkamda hafiye gezdiriyorlar. Ben, vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum. İşte, bundan dolayı gidiyorum.'

Dindar kişiliğiyle öne çıkan Mehmet Akif, şapka kanunu sonrası bir zamanda vatanından ayrıldığı için 'şapka kanununa muhalif' olduğu gibi iftiralara maruz kalmıştı. M. Ertuğrul Düzdağ iddiaların yanlış olduğunu, Ruhi Naci'nin hatıratında Mehmet Akif'in kanundan hemen sonra şapkalı göründüğünü ifade eder.

 

 

M. Ertuğrul Düzdağ'ın araştırmaları bugün net bir şekilde gösteriyor ki Mehmet Akif Ersoy, kurtuluşuna gayret ettiği vatanının polisleri tarafından taciz edilecek denli takip edilmesi başta olmak üzere, işsiz bırakılıp meclisten uzaklaştırılması, bir emeklilik maaşının bile ona çok görülmesi, yani özetle yaşam hakkının elinden alınması dolayısıyla Mısır'a gitmişti.

Her ne kadar ardından 'Türkiye'de kalıp direnebilirdi' diye eleştiriler yapılsa da M. Ertuğrul Düzdağ, böyle bir şeyin gerçekleşmesi durumunda bunun ilk önce 'İstiklal Marşı' ve 'Safahat' gibi eserlere zarar vereceğini ve dolayısıyla dönemin şartları açısından Mehmet Akif'in Mısır'a gitmesinin doğru bir karar olduğunu belirtiyor.

SESSİZ SAKİN BİR HAYAT YAŞIYORDU

Mehmet Akif'in Mısır'da geçirdiği günlerinde maddi ve manevi destekler veren en önemli isim Said Halim Paşa'nın kardeşi Abbas Halim Paşa idi. Mehmet Akif oradaki ilk yıllarında inzivaya çekilmiş, Kahire'nin uzağında kalan Hilvan köyünde sessiz sakin bir hayat yaşıyordu.

KASAPTAN ECZANEYE KADAR BORÇLANMIŞTI

Fakat Mehmet Akif'in orada konforlu bir hayat yaşadığı söylenemez. Düzenli bir geliri olmadığından mahalledeki kasaptan eczaneye kadar bütün esnafa borçlanmıştı. Dostlarından mizacı gereği utana sıkıla borçlar istemişti. Farklı hatıratlardan yola çıkıldığında görülüyor ki kendisine yardımcı olan Abbas Halim Paşa'ya da durumunu anlatmaz, ondan çok şey istemez.

On yıldan fazla süren Mısır dönemi geçim sıkıntısı yanında eşinin müzmin bir asabî rahatsızlığa müptelâ olması, çocuklarını arzu ettiği gibi yetiştirememesi, vatan hasreti, İslâm âleminin perişan halinin kendisinde doğurduğu büyük ıstıraplarla geçti. 

 

Kahire'de bulunduğu yıllarda Mehmed Âkif, kendisini daima himaye eden Abbas Halim Paşa ile ailesi ve orada tahsilde bulunan Türk talebelerle teselli bulmaya çalıştı. Abdülvehhâb Azzâm gibi Mısırlı ilim ve fikir adamlarıyla dostluklar kurdu. Bu arada 1933 yılı sonlarında Safahat'ın yedinci ve son kitabı olan Gölgeler'i Kahire'de bastırdı.

Mehmet Akif Ersoy ders vermek için şehrin merkezine gittiği haftanın iki gününde çevrede okuyan Türk öğrencilerle görüşmeyi ihmal etmedi. Muhabbetinin en sağlam olduğu öğrenci ise Yozgatlı İhsan Efendi idi. İşte akıbeti tartışma konusu çalışması Kur'an Meali'ni de İstanbul'a geri dönerken ona emanet etmişti.

İŞSİZLİKTEN MİLYONLAR SOKAKLARA DÖKÜLMÜŞ

Mehmed Akif'in Mısır'da yaşadığı yıllar, Amerika'da patlak verip dünyayı sarsan 1929 ekonomik buhranının etkilerinin iyice hissedildiği yıllardı. O da, mektuplarında buhranın Mısır'daki etkilerini ve hissettiklerini mektuplarına yansıttı.

1932'de damadı Ahmed Bey'e yazdığı mektupta, Mısır'a gelmeyi düşünen bir yakınını şöyle uyarır:

'Evlâdım, Mısır bu son senelerde pek fenalaştı. Eskiden gelenler bile bir ekmek parasını bin bela ile çıkarıyorlar. Yeniden gelenlere katiyen iş yok. Binâenaleyh kendisine bu tarafa geçmeyi asla tavsiye etmem. Parasızlık yüzünden işler tamamıyla durgun. Yakın bir âtîde buhrân-ı hâzırın hafifleyeceği ümidi ise hiç yok. Son senelerde iş bulmak için buraya gelen vatandaşlarımızın hemen hepsi perişan oldular. Onun için beyhâde ümidlere düşerek katiyen bu tarafa gelmesin. Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, İtalyanların burada mükemmel teşkilatı olduğu halde onlar bile pek müşkilat ile iş bulabiliyorlar. Hiçbir teşkilatı olmayan Türklerin maruz kalacağı sıkıntıyı artık bir kıyas edin!

1933'te ise kızı Suad Hanım'a daha karamsar bir mektup gönderir:

'Evladım kendini çok üzme, bizlerden binlerce derece beteri var. Bugün dünyanın hiçbir tarafında saadetten eser yok. Şerif Muhyiddin Beyefendi Amerika'dan geldi. Orada buhran dolayısıyla gördüğü faciaları anlatıyor ki yürekler dayanmaz. En zengin bankalar iflas ediyor, (...) atarak intihar ediyor, işsizlikten milyonla halk sokaklara dökülmüş (...) Avrupa'nın paralarını çeken ve bugün de dünyanın (...) yaşayan insanların ekseriyeti ne vaziyete düşmüş...'

VATANINDAN AYRI KALMANIN BURUKLUĞU

Mehmet Akif Ersoy, Mısır hayatının önemli bir bölümünü inziva ile geçirmişti. Onun en yakın dostu Kur'an-ı Kerim'di. Küçük yaşında hafız olan Mehmet Akif, Mısır'da -oğluyla kıldığı hatimli teravihler ve Kur'an meali çalışmalarından - kendi deyişiyle 'demir hafız' olmuştu.

Mehmet Akif'in Mısır'daki yıllarını verimsiz geçirdiği yönündeki iddialar da asılsızdır. Kendisi Mısır'da bulunduğu zamanda toplam 34 şiir yazdı. Ne yazık ki yayınlanamayan Kuran Meali çalışması üzerine de yıllarca emek verdi.

 

 

O, kurtuluşuna öncülük ettiği vatanından ayrı kalmanın burukluğu ile yaşadı. Yıllar 1935'i gösterirken Mehmet Akif hastalığına iyi gelir düşüncesiyle Lübnan ve Antakya (Hatay) gezileri yaptı. Fakat şifa bulamayınca vatan hasretiyle İstanbul'a geri döndü (1936).

Polis korkusu ve Mısır'a geri gönderirler endişesinden Mehmet Akif'i sadece on kişi karşılayabilmişti. 

Siroz ve kanser teşhisi konulan Akif, kendisine her daim destek olan Abbas Halim Paşa'nın Beyoğlu'ndaki Mısır Apartmanı'na yerleşti. Ömrünün son zamanları burada geçti.

KUR'AN MEALİ ÇALIŞMASI

Mehmet Akif Ersoy henüz Türkiye'deyken, Diyanet İşleri Başkanlığı ve TBMM'nin ortak teklifiyle resmi olarak Kuran Meali yazması-tercümesi vazifesi verilmişti. Yapılan anlaşmaya göre meal, Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsir çalışmasıyla beraber yayınlanacaktı.

Damadı Ömer Rıza Doğrul'dan öğreniyoruz ki, Mehmet Akif Mısır'a gittiğinde bir 'İstiklal Harbi Destanı' öncelikli olmak üzere başka eserler-şiirler yazmak istiyordu. Fakat çevresindeki insanlar, yakın dostları, onun Türkçe ve Arapçaya hakimiyetini bildiklerinden mütevellit Kuran Meali işinde o kadar ısrarcı olmuşlardı ki, Mehmet Akif en sonunda dayanamayıp kabul etmişti.

Fakat çalışmalar ısrarcı dostların tahminlerinin üzerinde yıllarca sürer. Mehmet Akif bu işi aceleye getirmek istemez. En uygun kelimeleri, anlamı ve diğer birçok tercüme-meal meselesini ince eleyip sık dokur. Üzerinde çalışma yaptığı eserin Allah'ın kelamı olduğunun gayet farkında bir şekilde titizlenir. Sabırsızlanıp olduğu şekliyle basılmasını isteyenlere, 'uzun süreceğini bildiği halde bu işe girdiğini' söyler.

'DÖNEMEZSEM YAKARSIN'

Mehmet Akif Ersoy, Kuran Meali çalışmasını bitirmeye yaklaştığı zamanlarda Türkiye'de Türkçe ezan uygulanmaya başlanmıştı. Kur'an'ın ibadetlerde Türkçe olarak okunması da gündemdeydi. Bundan kaynaklı olsa gerek Mısır'dan yola çıkmadan evvel Yozgatlı İhsan Efendi'ye 'Dönebilirsem üzerine yeniden çalışır neşrederiz, dönemezsem yakarsın' vasiyetiyle meali teslim etmişti. 'Eserin bu halde basılsa da olur' diyenlere ise 'Mealin tam anlamıyla bitmediğini' söyledi.

Profesör Mehmet İhsan Efendi meali yakamadığı gibi bir kopyasını çıkarmış, oğlu Ekmeleddin İhsanoğlu'na öldükten sonra orijinalinin yakılmasını vasiyet etmişti. Durum Mısır'daki ileri gelen Türkler arasında istişare edilir, son şeyhülislam Mustafa Sabri'nin oğlu İbrahim Sabri masadaki en ağır kişidir ve kararı o verir; orijinal metin de kopya metin de yakılır.

Olaylara şahit olan İsmail Hakkı Şengüler, 'bu işi aceleye getiriyoruz, kendimize biraz düşünme hakkı tanısak' gibi bir laf etmeye kalksa dahi büyükleri olan ve sözü geçen İbrahim Bey'in acele ve panikle iki metni de yakmak istediğini ve bunu hep beraber yaptıklarını belirtiyor.

Mehmet Akif Ersoy'un meal çalışmasını Mısır'a gittiğinde tamamen okuyan nadir insanlardan Eşref Edip konuyla alakalı şu satırları yazar:

'O ne sadelik, o ne ahenk! Ayetler arasındaki irtibatı muhafaza hususunda öyle büyük kudret göstermiş ki, bütün bir sureyi okursunuz da hiçbir ayetin başında veya sonunda ufak bir irtibatsızlık göremezsiniz. Müfessirler ayetler arasındaki irtibat ve münasebetleri anlatmak için sahifeler dolusu izahatta bulunurlar. Üstad ise bu irtibatı, fiilen o suretle yapmış ki, bir ayetin bitip diğer ayetin başladığının farkında bile olamazsınız. Bir şiir gibi senelerce üzerinde işlenmiş, hiçbir tarafında, hiçbir noktasında hiçbir pürüz kalmamış... Su gibi akıyor. Bir çağlayan gibi gönülleri heyecana veriyor.'

1935'te rahatsızlanan Mehmed Âkif, hava değişimi için bir aylığına Lübnan'a ve o sırada Fransız idaresinde bulunan Antakya'ya gitti. Hastalığının ağırlaşması üzerine 17 Haziran 1936'da İstanbul'a döndü. Nişantaşı Sağlık Yurdu'nda tedavi gördükten sonra yaz aylarında Said Halim Paşa'nın Alemdağ'daki Baltacı Çiftliği'nde oğlu Prens Halim tarafından misafir edildi. Son günlerini de aynı ailenin Beyoğlu'ndaki Mısır Apartmanı'nda kendisine ayırdığı dairede geçirdi ve orada vefat etti (27 Aralık 1936).

 

Resmî şahıs ve makamların ilgi göstermediği İstiklâl Marşı şairinin cenazesi, Beyazıt Camii'nden üniversite gençliğinin ve halkın katıldığı büyük bir cemaatle Edirnekapı Mezarlığı'nda dostu Babanzâde Ahmed Naim'in kabrinin yanında toprağa verildi. 1960 yılındaki yol inşaatı sebebiyle her iki mezar Süleyman Nazif'in kabriyle birlikte Edirnekapı Şehitliği'ne nakledildi.

Âkif'in ölümü üzerine yakın dostlarından Fatin Gökmen, 'Çıktı kırklar bir ağızdan dediler târîhin / İçimizden vatanın şairi Âkif gitti'; Yusuf Cemil Ararat da, 'Cevherîn târîhi ahlâfa eder keşf-i nik?b / Âh gitti tercümân-ı efsah-i Ümmü'l-Kitâb' beyitlerini yazarlar?

 

kaynak: fikriyat- TDV,İslamansiklopedisi- M. Orhan Okay - M. Ertuğrul Düzdağ

haber: enpolitik.com