Felsefe Tarihi ile ilgilenen, İlahiyat Fakültesi mezunu, eğitimci ve Mezhepler Tarihi alanında yüksek yapan Meryem Çağıl, 'Türk Felsefesine Giriş İçin Dil-Düşünce İrtibatını Sinema Üzerinden Okuma Denemesi' başlıklı yazısı ile dil, düşünce ve kültür arasındaki bağı açıkladı.
'Mitlerde sanki bir cezalandırma aracı olarak görülen dil, dini metinlerde Tanrı tarafından bahşedilen bir lütuf olarak geçer. Âdem’in kelimeleri öğrenmesi, eşyayı isimlendirerek tanıması, Tanrı’nın ona sunduğu özel bir nimettir' diyen Çağıl, 'Felsefeyi Anadolu'da yeniden Yurtlandırmak' başlıklı yazısında şöyle aktardı:
'Felsefenin imkânını konuşmaya başlamak dilin imkânını konuşmakla başlar. Dilin düşünce ve kültür üzerindeki etkisini görmek isteyen düşünürler toplumlar üzerinde araştırma yapmaya girişmişler ve bu konuda birçok eserler ortaya koymuşlardır. Wittgenstein ve Malinowski bu düşünürlerden en meşhurlarıdır.
İnsan varlık hakkında, zaman hakkında düşünürken, düşüncesini dili üzerinden gerçekleştirir. Hatta dil hakkında düşünürken de dilin el verdiği ölçüde yahut dilin sınırları ölçüsünde söyler söyleyeceğini. İnsanın dile aktaramadığı bir düşünceyi düşleyemediğini de söyleyebiliriz. “Dil varlığın evidir.” diyen Heidegger’in kastettiği de budur.
Bir toplumun dili, o toplumun düşüncesini, kültürünü, zihniyetini ortaya koyar. Her milletin kültürünü ve zihniyetini yansıttığı bir dili vardır ve böylece ne kadar dil varsa o kadar farklı düşünceden, farklı kültürden ve farklı şekillenmiş zihniyetten söz edilir. Dillerin nasıl oluştuğuyla ilgili çeşitli efsaneler vardır. En bilineni Babil Kulesi Efsanesidir. Tanrı’nın insanların bütün olan dillerini ayırdığı ve birbirlerini anlamalarını güçleştirdiği anlatılır bu efsanede.
Mitlerde sanki bir cezalandırma aracı olarak görülen dil, dini metinlerde Tanrı tarafından bahşedilen bir lütuf olarak geçer. Âdem’in kelimeleri öğrenmesi, eşyayı isimlendirerek tanıması, Tanrı’nın ona sunduğu özel bir nimettir. Böylece insanı diğer canlı türlerinden ayıran şey onun “hayvan-ı natık” yani konuşan canlı olmasıdır. Nesneler hakkındaki tasavvurunu/iç konuşmasını önermelere dönüştürerek dış konuşmasını “tasdik” ettiren insan, bu konuşmasıyla diğer canlılardan farklı kılınmıştır. Böylece konuşan bu canlı için düşünmek de diğer canlılardan ayrıldığı bir yönü olarak ortaya çıkar. Konuşmak, irade etmek ve düşünmek insanın ayırt edildiği özelliklerinden olmuştur artık. Böylece dilin insana yüklenmiş bir kod, indirilmiş bir özellik olduğu gelir akla. Çünkü Tanrı da konuşur. Kelam onun sıfatlarından biridir ve insanlarla peygamberleri aracılığı ile konuşur. İnsanlara insanların dili ile hitap eder ve sözünü indirirken aynı zamanda insan diline ve algısına indirger.
Soru/n: Bu yazının temel aldığı iki problem vardır: İlki, düşüncenin sınırları dilin sınırları ile aşılabilir mi? İkincisi ise Türkçe’nin yaygın konuşulma şekli düşünceyi nasıl etkiliyor?
İlk problemi Arrival filmi üzerinden bir tür ütopyadan bahsederek, sinema dili üzerinden (kine/hareket ve graphos/yazı) anlamaya çalışacağız.
İkinci olarak, eğitim üzerinden şekillenerek gelişmiş bir Türkçe ile konuşmanın düşünceye olumlu katkılar sağlama imkânından söz edeceğiz.
Düşüncenin Sınırları Dilin Sınırları ile Aşılabilir mi?İnsanın konuşmasının, yazmasının ve dili kullanma biçiminin onun düşünce dünyasına ve dünya algısına şekil verdiğini söyledik.
Peki dil, anlaşmanın bir aracı olarak insanlar arasında ne kadar yükselebilir?
Yükselen bu dil, anlamın yükselmesini ve felsefi bir sistemin oluşmasını sağlayabilir mi?
İndirilen ve indirgenen dil bu kez yükselebilir mi?
Yukarıda bahsi geçen film üzerinden bu soruların cevaplarını arayalım:
Dilin temel yapılarını oluşturan ürünlerde zaman mutlaka ilk sıradadır. Lacan’a göre dil, anlatma ve kavrama üzerine bir zincirdir, adeta ve zaman hep araya giren bir unsurdur.
Arrival, 2016 yılında vizyona giren bilim kurgu, dram türünde bir film. Oval şeklinde esrarengiz gemiler dünyanın 12 farklı bölgesine dikey olarak iniş yapar. Ne için geldikleri ise bilinmemektedir. Amerika ordusu Louise isimli dilbilimci bir kadından yardım ister. Uzaylıların amacının ne olduğunu öğrenmek için onlarla iletişime geçen Louise onların dilini öğrendikçe kendi geleceğini görmeye başlar. Çünkü kullandıkları dil doğrusal değil daireseldir ve bu dil, zamanın dairesel olarak algılanmasını sağlar. Bir ekranın arkasından iletişim kuran iki uzaylı, mürekkebe benzer sıvı-gaz karışımı bir madde salgılayarak yazı yazarlar ve Louise, daha fazla kelime üzerinden iletişim kurdukça geleceğe dair daha fazla görüntüye kavuşur. Bilinci artık geçmiş, gelecek ve şimdi arasında bir döngüde işlemeye başlar.
Filmde dilin zaman algısına nasıl etki ettiği anlatılıyor. “Hikâyemin seninle başladığını sanıyordum.” sözüyle başlayan film “Artık başlangıç ve sonlara inanmıyorum.” ile biter.
İnsanın yazıyı buluşu uygarlığın başlangıcı olarak kabul edilir. Yahut uygarlığın başlangıcı yazının bulunuşu olarak varsayılır. Dil, insanların birbirleriyle anlaşmaları içindir. Aynı zamanda dil, insanın varlığı tanımlaması ve algılaması için vardır. Sonsuzluk dendiğinde sonsuzluğu algılarız, düşünce dendiğinde düşünmeyi, zaman denildiğinde zamanı anlamaya çalışırız. Soyut kavramlar soyut algıların kapısını açar.
Her ne kadar kurgu da olsa nonlineer dili öğrenen kahramanımız, kendi geleceğini, dünyanın geleceğini görerek bazı tercihler yapar. Dünyanın süper güçleri olarak kabul edilen ülkelerin bir araya gelmesini ve yeni bir düzenin başlamasını sağlar. Olası bir savaştan dünyayı kurtarır. Bu kurgu bize, kullandığımız dilin algılarımızda yer eden duygu durum mekanizmasını anlatır. Birkaç kelimeyi bir araya getirerek sloganlar yazabilir ve o sloganlar üzerinden bir kitleyi harekete geçirebiliriz. Dildeki bu hareketlilik, zamana dâhil olan insanın zamana dâhil olan dil ile harekete geçirilmesini kolaylaştırır. “Dil silahtır, silahını kullan!” diye öneriyor Arrival filmi. Propagandaların aracı olan dil, zamanın da anahtarıymış gibi sunulur.
Nonlineer bir dil, zamanın kapılarını açar ve zamanı fetheder. Böyle bir dil, yükselir, insanlığı yükseltir ve elbette barışı da sağlayabilir. Sözler ile insan, savaşa ikna olduğu gibi barışa da ikna olabilir. Geçici olmayan bir barışa ise geçici olmayan, güçlü bir zaman algısı tesiri bırakan dil sebep olabilir. Muaviye’nin: “Dilimle, Ziyad’ın kılıcıyla kazandığı başarıdan daha fazlasını elde ettim.” sözü, sözün gücünü bize çok iyi özetler. Kur’an-ı Kerim’de muhtelif yerlerde, sözün güzel kullanılması, güzel söz söylenmesi emredilir.
Türk milletinin ideallerini, ülkülerini anlatacak ve onları gerçekleştirecek bir dil hedefi bizim için Türkçe’nin geniş sınırları içinde saklıdır.
Böylelikle varlık ve zaman içeriğinde dil geliştikçe düşünce gelişir ve ideal bir felsefi sistemin de kapıları fethedilir olur. Kurgu deyip geçmemek gerekir çünkü gerçek, kurgulanabilir bir şeydir.
Hayali bir hikâyeden hareketle, gerçekleştirmeyi umduğumuz idealimizi/ülkümüzü/hayalimizi anlattık şimdi gerçeğe dönelim.
Türkçe’nin Yaygın Konuşulma Şekli Düşünceyi Nasıl Etkiliyor?İnsan için anlaşılmak her zaman bir ihtiyaç olmuştur. Ancak kendimizi anlatmak, karşımızdakini anlamak için kullandığımız tüm diller geçmiş zaman üzerinden doğrusal olarak şekillenir. “Falanca şehirde, şu tarihlerde doğdum, şöyle okullarda eğitim aldım ve şu tarihte mesleğe atandım.” sözleri ile kendimizi tanıtırız. Geçmiş ise bize bölük pörçük anlardan başka bir şey bırakmaz. Anılar, önemli olaylar, aktarabileceğimiz ne varsa yarım saat içerisinde tüketebiliriz. İşte bir tanımlanma ve tanınma için yetersizliğin en büyük sebebi budur. Doğrusal zaman algısı, tanışmada dahi alışkanlık haline getirdiğimiz bu dil kullanımı yüzündendir belki de.
Gündelik konuşmalarımızda kullandığımız dil de bizi düşünceden ve felsefeden uzaklaştırıyor. The Truman Show ve Groundhog Day filmlerinde işlendiği üzere “Bugün Aslında Dündü” denilecek şekilde bir gün diğer günün aynısı oluyor. Anlam dünyamıza eklenecek bir fazlalık bulunamıyor. Felsefenin dili olmaz oysa dillerin felsefesi olur. Felsefe dile eklenir, düşüncenin dile eklendiği gibi. Biz ise düşünce imkânından bahsederken dilin düşünceye uygunluğu imkânından söz ettik hep. Düşünce dillendirildiğinde, düşünce ifade edilmeye başlandığında felsefe başlar. Varlık, ahlak, zaman, politika üzerine analiz yapılmaya başlandığı zaman, bu ister yazıya dökülsün ister dökülmesin felsefe yapılıyor, felsefeden söz ediliyor demektir.
Türk’çe Düşünmek ve Türk FelsefesiTürkçe’nin analitik bir dil olduğunu söyleyelim burada hemen. Yeter ki Türkçe, özünden koparılmasın ve yozlaştırılmasının önüne geçilebilsin. Bunun için, okul müfredatları düzenlenebilir ve belki müstakil dersler eklenebilir. Çünkü günümüzde yaygın olarak Anadolu’da konuşulan Türkçe, gittikçe zayıflamakta ve düşünce üzerindeki tesirini kaybetmektedir.
Türkçe’nin mevcut durumundan daha güçlü bir hali var mıdır? Ya da Türkçe güçlendirilebilir mi?
Cevabımız iki soru için de evet olacaktır. Türkçe, yabancılaşmaktan korunarak ve unutulan kelimeler, deyimler hatırlanarak güçlenebilir. Bu onun eski gücünü geri kazandıracaktır. Avam ve havas farkını dil söz konusu olduğu zaman hoş göremeyiz. Özel bir ilim dalı olmadığı için dilin en güzel şekliyle kullanımı, zorunluluk içermektedir. Özellikle eğitim kurumlarında dili en iyi şekilde kullanabilmenin geçerlik durumuna etki etmesi zorunlu olmalıdır. Bugün eğitim almış, yükseköğrenimden dahi mezun olmuş, doğru yazma ve doğru konuşma becerisi kazanamamış yığınla insan var. Doğru konuşamayan, dili doğru kullanamayan doğru düşünemeyecektir.
Türkçe doğadan çıkıp gelmiş gibidir. Doğaya ait, onun bir üretimi gibidir. Ne var ki bu dilde unutulmuş kelimeler kullanılan kelimelerden fazladır. Ve ne kadar unutulmuş kelime, deyim varsa o kadar da düşünce, düşünme becerisi unutulmuş demektir. Her bir kelimenin hafızalardan silinmesi, onlara karşılık gelen fikrin silinmesi demektir. Fırtınanın kapattığı kapılar gibi, unutulan kelimeler de düşüncenin kapılarını kapatıp gitmektedir sanki.
Bunun için, önerimiz bu husus üzerine ortaöğretimlerde müstakil dersler açılması ve gençlere bu kelimelerle yeniden konuşmanın ve düşünmenin kazandırılmasıdır. Kendi doğasına ait bu dilin, kendi doğasına ait düşünceyi doğuracağını umuyoruz.
Zihin, dil ile gelişir, dilin zayıflaması neticesinde ise zayıflar. Bu kaçınılmazdır. Yeni bir dil öğrenildiğinde beyin fonksiyonlarında değişiklik meydana geldiğine dair çalışmalar vardır. İnsan öğrendiği dilin düşünce yapısına ulaşır, o dil ile düşlemeye, düşünmeye başlar. Dilin, zihin üzerindeki etkisi işte bu kadar barizdir. Gençlerin amiyane tabiriyle sayko ifadeler, bu ifadelere uygun sayko fikirler veya fikirsizlikler doğuracaktır. Bir çölün hiçbir nebat üretememesi gibi, bu gibi kolaycı ve düşünceden uzak kılınmış bir konuşma kültürü de hiçlik üretecektir.
Kültür ve dili, olgu-değer ayrımı açısından görmeyi benimsedik. Ancak temel sorunlarımızın, dilin yanlış kullanımının sonucu olduğunu da görmeliyiz. Kültür dediğimiz şey, dil, din ve örf içeriğiyle sanki sıkıştırılmış yanlış bir ara yüz üzerinden okunuyor ve bu haliyle akletmeyi, çalışmayı, üretmeyi engelliyor. Zayıflayan bu dilden ne yazık ki tembellikten başka bir şey türemiyor. Dil bu haliyle bizi kültürel otizm yalnızlığına sürüklüyor.
Günümüzde Türkçe, zayıflatılarak kullanıldığı için, onu bu haliyle kullanan bireyler kendisini, dünyayı, varlığı okuyamıyor. Wittgenstein’in: “Ben dünyayım, dünya benim benliğimdir.” sözüne atıfla, zayıflatılmış ve azaltılmış kelime dağarcığıyla konuşan bir toplum, dünya olamıyor ve benliğine de bu dünyada bir yer bulamıyor. Yine Wittgenstein: “Dil sıkıcı bir hâl aldığında o yaşama da taşınır ve dünyayla yüzleşen aklın yalnızlığına taşınır.”der.
Onun umutsuzluğunda iki durumun yarattığı mahpusluk vardı: Sıkıcı hale gelen ve artık kaçamadığı hücre hapsi: Kendi benliği. Kan ve toprak bağıyla kaçamadığı göz hapsi: Kültürü. Fakat aynı adam umutsuzluğun sebebi olarak gördüğü dili kurtuluş için de sebep sayıyordu. Dil, işlevsel yönü sebebiyle, zayıfladığı zaman kültürel ve düşünsel çöküşe olanak hazırlıyorsa aynı şekilde aktif yönüyle de güçlendiğinde kurtuluşa zemin hazırlıyor. Jacques Ellul’un söylediği gibi: “İnsanlığı kurtarma isteğinde olan herkes bugün öncelikle dili kurtarmalıdır.”
Atayurt/Türkistan ve Anayurt/Türkiye İrtibatının Yeniden Kurulması ve Türk FelsefesiFelsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak için Türkistan’dan getirdiğimiz temel kültürel kodları Anadolu’da kadim medeniyetlerin bilgi birikimiyle yeniden okumanın ve Türkçe yorumlamayı
Wittgenstein, Malinowski ve Lacan üzerinden yapmanın verdiği mutluluk felsefesinin teorip, pratik ve poetik yapısının bendeki izdüşümü aslında.
Bu anlamda Türkçe, tastamam en üstün olanakları ile kullanılıyor olduğunda zihin onun ardından gidecek ve Türk felsefesi imkânını bulacaktır. Hiçbir düşünce sistemi kendisine ayrıcalıklı sınıf seçmeyeceği için, bu önerimizin eğitim sisteminin tümünü kapsayacak bir çalışmayla yürütülmesi gerektiğini düşünüyoruz. Zira felsefenin hangi otağda çiçek açacağı belli olmaz. Önce felsefeye otağ, yurt, sonra o yurtta gelişecek zengin düşünce ve fikir faaliyetleri… Temennimiz budur. Kültür gelişebilir. Bilmeliyiz ki hiçbir kültür ilanihaye değildir. Onun kalıcılığı gelişmesine bağlıdır. Dünyayı benliğimizle algılarız, benliğimizi ise dünyayla. Bu döngü arasında bizi zayıflatan şey ile güçlendirecek olan aynı şeydir: Dil ve dilin kullanımı.
Mevlüt Uyanık’ın 25 yıldır Çorum İlahiyat Fakültesindeki dünyanın seçkin zekalarıyla yolda/ş olarak Aristoteles ve Farabi ile başlayan felsefe okumalarının kamuoyuna durgun bir göl’e düşen haleler gibi gittikçe yaygınlaşıyor, genç zihinlerde karşılık buluyor.
Sonuç: Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak Projesi tüm bu önerileri elbette öngörmüş bir çalışmadır. Bu sebeple daha fazla uzatmadan yazımızı burada sonlandırıyoruz. Bu yazının doğru düşünceden ve doğru ifade edişten uzak olmamasını dilemek son arzumuz olacaktır. Türk felsefesinin kapıları Türkçe ile açılacak, doğru düşünce, dilin doğru kullanımı ile fethedilecektir.'