Ocak medya yazarı, gazeteci Veysi Dündar’ın ‘Korona Söyleşileri’ kapsamında yönelttiği sorulara Gelecek Partisi kurucularından Doç. Dr. Selçuk Özdağ cevap verdi. İşte Dündar'ın Özdağ ile gerçekleştirdiği röportajın tamamı:
Veysi Dündar (VD): Türkiye 21 Mart 2020 itibariyle sizce dünyanın neresinde? Korona’yı Türkiye’nin dünyadan kopuşunda bir son, dünya ile tekrar ilişki kurmada milat olarak görmek mümkün mü?
Selçuk Özdağ (SÖ): Türkiye’nin, son yıllarda, yakın tarihinde hiç olmadığı kadar dünyanın görece daha demokratik kanadından uzaklaşarak otoriter hatta totaliter birtakım devletlerin yanında durduğuna, hatta müttefiklik derecesinde ilişkiler yürüttüğüne şahit olmaktayız. Aslında devletlerin menfaatleri gereği dost düşman algılarından azade yürütmek durumunda olduğu bu ilişkilerin, zamanın ruhuna uygun ve tarihi gerçekliklerin ışığında olması gerekirken, ülkelerin yöneticilerinin ve siyasi otoritenin kapasitesi ve ideolojileri bazen bu hakikati göz ardı etmelerine sebep olmaktadır. Maalesef ülkemiz bu durumun menfi örneklerinden biri olma durumunda ve uzunca bir süredir basiretli bir dış politika yürütememektedir. Son zamanlarda yaşanılan birçok örnek bize gösterdi ki, akılcı yürütülemeyen dış politika, ülkemiz adına belki de uzun yıllar telafisi mümkün olmayacak derin itibar, hatta insan ve toprak kayıplarına neden olmaktadır.
Türkiye, imparatorluk bakiyesi bir milletin son kalesi olan bir coğrafyanın adıdır. Yüzyıllar süren toprak ve insan kaybının neticesinde küllerinden yeniden doğan bu milletin derinlerde taşıdığı o yaranın izleri her bir ferdinin dimağından asla silinmemiş ve bu nedenle olsa gerek, bazen abartılı olduğu dile getirilen tepkiler vermektedir. Bu tepkilerin merkezinde toprak kaybı ve bölünmek gibi kavramlar başat gelmektedir.
Özelde ülkemiz ama genel olarak tüm dünyanın yaşamakta olduğu bu son salgın hadisesi bizlere gösterdi ki dünyamız gerçekten de global bir köy ve sınırlar da aslında sanal bir gerçeklikten ibaretmiş. Bu olay; özellikle korumacı ve içe kapanmacı yaklaşımların hiçbir işe yaramadığı gibi, sınırları da tamamen ortadan kaldırmaya yönelik küreselci kapitalist anlayışın da kendini sorgulaması gerektiği gerçeğini gözler önüne sermiştir. Her iki anlayışın bu manada ortak bir noktada yeni çözümler üretmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Sınırları aşan bu tür olağanüstü olayların (afetler, salgınlar, savaşlar, göçler vs.) devletlerin kendi içine kapanarak çözebilecekleri konular olmadığı tarihi tecrübelerle sabittir. Örneğin 80’lerde meydana gelen Çernobil olayında ülkemizin ne tür bir felaketle karşı karşıya kaldığı malumunuzdur. Aslında Çernobil gibi bu son salgın olayı da, şeffaflık ve demokratik değerleri öncelemeyen ülkelerin sadece kendi halkları için değil bütün bir dünya için tehlike arz ettiğini bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Dolaysıyla son örnekte Çin yönetimi, en başta salgın olayını saklamak ve örtbas etmek yerine şeffaf bir tutum sergilemiş olsa idi, belki de korona salgını tüm dünyayı bu derece tehdit etmeyecek ülkeler daha erken önlem alabilecekti. Totaliter ve baskıcı rejimler şeffaf olmayan yönetim tarzları ile gerçeklerin üstünü örtmekle kalmayıp yalan ve manipüle edilmiş haberlerle bütün bir insanlığı yanıltmakta ve erken çözüm bulmak adına yürütülen çalışmalara da ket vurmaktadırlar.
İşte bu nedenle demokratik yönetimler ve siyaset yapıcılar, şeffaf olmayan rejimlerin sadece kendi halkları için değil tüm dünya için tehditler oluşturduğunun farkına varacak ve bir takım siyasi ve ticari çıkarları uğruna bu tür rejimlere artık eskisi kadar kredi vermeyecektir. Dolaysıyla söz konusu bu yeni düzende Türkiye de kendini konumlandırmak zorunda kalacaktır.
VD: Korona’nın kökeninde Çinlilerin yeme tercihleri olması üzerine konuşuldu. Kurani olarak da bakıldı bu konuya. Böyle bir yaklaşımın tutarlığından söz edebilir miyiz?
Gerçekten de insanlar yarasa yedikleri için mi bu durum oldu?
İnsanların binlerce yıldır farklı tercihleri olduğuna göre bunun tam da şimdi olması üzerine ne söylenebilir?
SÖ: İnsanlık tarihi biraz da bilinmezler ve gizemler tarihidir. İlk insandan bu yana meydana gelen her olağanüstü olayın arkasında gizemli bir sebep arayan insanoğlu, çözemediği, anlayamadığı ve ilk defa karşılaştığı her olaya insanüstü öğeler atfederek bunun nesiller boyu aktarılmasını sağlamıştır. Deprem gibi sel gibi gözle görülebilen doğa olayları ile hastalık ve salgın gibi insanların gözle görüp algılayamadığı tüm olaylar insanoğlu için hep gizemli ve bir o kadar da korku veren hadiselerdir. Her toplum, coğrafya ve iklim şartları gereği farklı hayat ve kültür tarzları benimsemiş ve bu durum o toplumların diğerlerinden ayrışmasına neden olmuştur. Bu durum yeme ve içme konusunda da farklı yaklaşımları ortaya koymuştur.
Sıcak ve tropik iklim ile soğuk ve karasal iklim, kalabalık nüfus ile daha seyrek yaşayan toplumların yemek kültürleri de farklılık arz etmesi doğaldır. Bu alışkanlıklar tercihten öte geçmişten bu yana gelen bir takım zorunlulukların da neticesidir aslında. Ayrıca her dönem bu tür olaylar ortaya çıktığında komplo teorileri ile soruna yaklaşılmakta, konunun bilimsel ve gerçek yönleri göz ardı edilmektedir. Bu da aslında kadimden bu yana tanık olduğumuz bilinmezlere yönelik insani tepkilerin bir sonucudur. Fakat bilimsel gelişmenin ve teknolojinin üst seviyelere ulaştığı günümüzde konuya komplo teorileri ile yaklaşmak ancak bundan maddi getiri sağlamak isteyen bazı çevrelerin bir çabası olsa gerek diye düşünülmelidir.
VD: Umre’den gelenlerin Türkiye’nin kılcal damarlarına hastalığı yaydıkları aşikar. İtalya’da kimse umreye gitmedi ama bizde de İtalya’ya gidenlere nazaran umreciler çok. Açıkçası Umre bizi İtalya’nın yoluna soktu gibi görünüyor.
T.C. Cumhurbaşkanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı Hac ve Umre Hizmetleri Genel Müdürlüğü diye bir kurum var. Bu kurumun süreci okumaktan uzak olması ve işler sarpa sarınca ‘özel kurumlar göndermiş haberimiz yok!’ demesi için neler diyebiliriz. Burada kurumsallık eksiği göze çarpıyor diyebilir miyiz?
SÖ: Bu konuda kurumlar başta olmak üzere karar vericilerin olayın ciddiyetini anlayamadığı düşünülmektedir. Aslında kurumlar, insanlardan oluşan ve profesyonel mantıkla işlevsellik arz eden yapılardır. Bu yapıların profesyonellikten uzaklaşması içlerinin boşalması anlamına gelmektedir. Son yıllarda bu algının olguya ve hatta vahim vakalara evrilmesi ise aslında bir sistem sorununun sonucudur. Bu sistem tek karar vericiye, tüm yetkinin verilmesi ile istişare ve empati kültürünün yok olmasına neden olmuştur. Kimse yetkisini kullanmak istememekte ve sorumluluk almaktan kaçınmaktadır. Zira ülke yönetimi öyle bir hale gelmiştir ki; sorumluluk alan bazı yetkin yöneticilerin objektif kararları zamanın ruhuna uygun düşmediği anda, suçlu ilan edilmekte ve aslanların önüne atılmaktadır. Başarıların tek bir kişiye, başarısızlıkların ise alt kesimlere mal edilmesi özellikle bürokraside kimsenin taşın altına elini koymamasına neden olmaktadır. Marifetin iltifata tabi olduğu anlayış maalesef tüm iltifatları tek bir kişiye yükleyerek ortak aklın devre dışı bırakılmasına sebep olmaktadır. Sorunun cevabı da sistemin bu şekilde işlemesi ile açıklanabilir. Sıradan bir daire başkanının bile alabileceği bir kararın, ülkenin en üst yöneticisinin kararına bırakılması işte bu sistem sorununun sonucudur. Bu durum maalesef sorumluluktan kaçmak isteyenlerin de sığındığı bir liman olmaya başlamıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı Hac ve Umre Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün ivedilikle alacağı bir karar ile bu önlem alınabileceği yerde, mesele yine ülkenin en üst yöneticisinin kararına bırakıldığı anlaşılmaktadır. Bu durum zamanla yarışılan bir konunun lastik gibi uzatılmasına ve önlem alınmasının geciktirilmesine neden olmuştur. Elbette böyle önemli bir meselenin C.Başkanına arz edilmesi normaldir fakat arz etmek ve bilgilendirmek başka, inisiyatif almayarak topu taca atmak başkadır.
Bu yüzden umre ziyareti ve dönüşü konusunda zamanında bir tedbir almak mümkün olamamıştır. Aynı konu yurt dışından gelen diğer insanlar için de söz konusu olmuş ancak umre konusu hem sayının fazla olması hem de dini bir hassasiyet içermesi bakımından kamuoyunun yoğun ilgisine neden olmuştur. Başka bir açıdan değerlendirmek gerekirse iktidarın abartılı ve çoğu zaman hamaset yüklü dini-milli söylemleri yüzünden alınacak önlem ve kısıtlamaların kendilerini seçmenleri nazarında çelişkili bir konuma sokacağını düşünmeleridir. İtalya konusu ise gerekçesi farklı olmakla birlikte, yine insanoğlunun aç gözlü ve bencilliğinin bir sonucudur. Sermayenin ucuz işçi ve düşük maliyet ile daha fazla kar elde etme iştahı virüsün yoğun bir şekilde yayılmasına neden olmuştur. Zira virüsün kaynağı olan Çin’den getirdikleri on binlerce ucuz işçinin ülkelerinden taşıdıkları virüs bu salgında etkili olmuştur. Aynı zamanda bir Akdeniz ülkesi olan İtalya, aynen İspanya ve kısmen de ülkemiz insanının rahatlığı ve olayları ciddiye almaması nedeniyle de bu salgında ciddi bir yara almış ve giderek de durum daha kötüye gitmesine sebep olmaktadır.
VD: “Mış” gibi yapmak. Rahmetli Oğuz Atay’dan baki bir kavram. Sizce “mış” gibi yaparak varılan bir durumda mıyız?
SÖ: Uzunca bir süredir iktidarın “mış” gibi yaparak bile ülkeyi yönetme gereği duymadığını gözlemliyoruz. Medyanın ve devlet kurumlarının sayesinde oluşturdukları sanal ortamda, yaptıkları her hangi bir icraatı izah bile etme gereği duymamaktadırlar. Kör göze sokar gibi yapılan absürt işlerin bile ne derece saçma olursa olsun doğru olduğuna inanmış bir iktidar ile karşı karşıyayız. Öyle olmasa bütün dünyanın nerdeyse tek meselesi olan korona salgınının insanları evlerine hapsettiği ve tüm ülkelerin kapısına kilit vurduğu bir ortamda insanımız için ülke için şu aşamada sadre şifa hiçbir katkısının olmayacağı bilinen kanal İstanbul gibi bir inşaat işinin ihalesi yapılır mıydı? Elbette hayır.
Ya da verilen onca şehidin arkasından esprili şakalar yapılan toplantılar tertip edilir miydi? İnsanların evlerinden çıkmaya cesaret edemediği ve ölüm korkusu ile yaşadıkları, belki de kısa bir zaman diliminde aç bi-ilaç kalacakları kaygısı yaşadıkları şu günlerde, tuzu kuru birkaç iş insanına milletin hakkı ve ihtiyacı olan imkânlar peşkeş çekilir miydi? Ve bu, kamuoyuna açıklanırken neşe ile karşılıklı şakalar yapılır mıydı?
Dolaysıyla gerçeklik algısı kaybolmuş ve oluşturdukları algılar ile steril ortamda hüküm süren bir iktidar gerçeği ile karşı karşıyayız. Olay Oğuz Atay’ın ”mış” gibi yaparak yönetilen bir ülke gerçeğinden çok daha vahim bir aşamadadır maalesef…
VD: Ciddi bir kesim Covid19’un laboratuvar koşullarında üretildiği kanısında.
İnsanlığı yok etmek için çok daha kolay yollar yok mu? Bu daha çok insanlığı süründüren bir hastalık. Bu kanaate katılır mısınız? Gerçekten virüs böyle bir aklın işi olabilir mi? Evetse neden, hayırsa neden?
SÖ: Söyleşinin başlarında, ilk insandan bu yana meydana gelen her olağanüstü olayın arkasında gizemli bir sebep arayan insanoğlu, çözemediği, anlayamadığı ve ilk defa karşılaştığı her olaya insanüstü öğeler atfederek bunun nesiller boyu aktardığına değinmiş, ayrıca her dönem bu tür olaylar ortaya çıktığında komplo teorileri ile soruna yaklaşanların olduğunu, bu burumun da aslında kadimden bu yana tanık olduğumuz bilinmezlere yönelik insani tepkilerin bir sonucu olduğuna vurgu yapmıştım. Günümüzde teknoloji ve özellikle de bilişim teknolojisi inanılmaz bir aşama kaydetmiş ve neredeyse her bir bilginin gerçek olup olmadığı kısa bir zaman içinde teyit edilir hale gelmiştir. Bilimsel gelişmenin ve teknolojinin üst seviyelere ulaştığı günümüzde konuya komplo teorileri ile yaklaşmak ancak bundan maddi getiri sağlamak ve ilgi toplamak isteyen bazı çevrelerin bir çabası olduğuna vurgu yapmıştım. Her konunun uzmanlarının kısa bir zaman içinde doğruluğunu araştırıp kamuoyuna aktarabildikleri bir konuda, bilimsellikten uzak tamamen algılara yönelik iddiaların ısrarla gündemde tutulmasının da belli politik amaçlarının olması muhtemeldir. Bu güne kadar ciddi hiçbir bilim insanı söz konusu virüsün laboratuvar ortamında üretilen ve belli bir amaca hizmet etmesi planlanan bir ürün olduğunu dile getirmedi. Bu tür iddialar ne hikmetse genellikle bilimsel olmayan teorilerin popüler sahipleri tarafından kamuoyunun gündemine sokulmaktadır. Elbette dünyanın ve insanlığın sonunu getirmek isteyen bilim insanları ve politikacıları hep olagelmiştir. Bu çabanın içinde olanların karşısında insanlığa faydalı olmak için gece gündüz çalışan bilimsel çabanın içinde olan insanlar da var. Eğer komplo iddiası, insanlık için geleceğimiz için çalışan söz konusu bilim insanlarından destek bulsa ve dile getirilse idi ciddiye almak mümkün olabilirdi. Böyle bir virüs icat edip insanlığın sonunu getirmek isteyen bir devlet bunu yapıncaya kadar daha az risk taşıyan bir yol ile bunu gerçekleştirebilir. Niye kendisini de tehlikeye atacak böyle bir yol izlesin. İşin ilginç tarafı, bu işi süper güç olarak nitelenen ülkelerin yapmış olabileceği dillendirilmektedir. Ancak hatırlatmakta fayda var ki o devletler zaten bir yerleri yok etmek istedikleri zaman bunu bir şekilde her hâlükârda yapmaktadırlar. Yakın tarihimiz bunun sayısız örnekleri ile doludur. Anadolu’da bir söz vardır: Kurt kuzuyu yemek isterse bunun için bir nedene ihtiyaç duymaz.
VD: Bir görüş de olan bitenin doğanın insan türünü eleme girişimi olduğu. Aslında iklim değişikliğiyle bekleniyordu. Hastalık bütün süreci yeniden tanımladı. Öne çekti. Gerçekten insan türünün dünya adlı gezegende bir sonu var mı?
SÖ: Başlangıcı olan her şeyin bir sonu da vardır. Tüm her şey bir anlamda doğar büyür ve ölür. Bilimsel gerçekler de dünyanın bir başlangıcı olduğunu ve bir gün herhangi bir sebepten ötürü de sonunun geleceğini ifade etmektedirler. Dünya dediğimiz yer insanlığın başlangıcından çok daha önce meydana gelmekle beraber dünyanın bir şekilde sonu gelecekse bu aynı zamanda insanlığın da sonunun geleceği anlamına gelmektedir. İnsanoğlu; tepkilerini belli eden, geçmiş ve gelecek tahayyülü ile endişeleri ve umutları olan hâsılı yaşayan tüm canlılar içinde düşünebilen tek canlı türüdür. Meydana gelen olaylar karşısında olumlu–olumsuz tepki vermesi, fikir beyan etmesi bu yüzdendir ve olması gerekendir. Olumlu birçok özelliğinin yanında bencillik gibi, açgözlülük gibi olumsuz tarafları ile çoğu zaman kendi türü başta olmak üzere doğaya ve diğer canlı türlerine ciddi zararlar vermekte hatta onları yok etmektedir. Bu yüzdendir ki tarih boyunca tabiatın işlemekte olan dengesi bir şekilde bozulmaktadır. Bozulan denge kimi zaman popülasyon döngüsünü kimi zaman da iklim gibi süreçleri olumsuz etkilemektedir. Geçen yüzyılın sonunda başlayan sanayi devriminin bu yüzyılda top noktalara ulaşması söz konusu dengelerin daha süratle bozulmasına neden olmuştur. İklim dengesi başta olmak üzere tüm çevre sorunlarının insana yansıyan yönü ise tam bir varoluş kaygısına dönüşmüştür. Zararlı gazların-sera etkisinin atmosfere verdiği zarardan tutun da ormanların ve tatlı su kaynaklarının yok olması sürecine kadar her bir konu insanlığın ve yaşam döngüsünün sonunu getirecek olaylardır. Bunları bir komplo teorisi olarak görmek isteyenlerin bile zamanla bu gerçeği gördükleri malumumuzdur. Politik amaçlarına hizmet etmediği için bu süreçlere karşı önlem alınması hususunda ayak direyenlerin bile artık bu gerçeklerle yüzleşmesi gerekecektir. Virüs olayı bu hususa hız kazandıracak, tüm devletler insanlık adına bir araya gelerek bir çözüm üretmek zorunda olacaklardır.
VD: 1. Dünya savaşından sadece 25 yıl sonra 2.Dünya savaşı çıkmıştı. Korona’yı 1.Dünya Salgını olarak görmek mümkün mü?
Sizce 2. Dünya salgını da olacak mı?
İnsanlık tarihten ders alma konusunda ne kadar dirayet gösterecek?
SÖ: Bu soruya verilecek her cevap sadece bir yorumdan ibaret olacaktır. Kimisi bu sözlerin birer komplo teorisi olduğunu söyleyecek kimisi de bunlar kehanetten ibaret diyecek. Gelecek ile ilgili dile getirilen her söz ya bir temenni ya da tarihi tecrübelerin ışığında birer yol gösterici izahlardır. Konuyla ilgili Merhum Akif’in dediği gibi demek gerekir :
Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
“Tarih”i “tekerrür” diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
VD: Charles Taylor, ‘seküler çağ’ adlı eserinde bilim çağında inancın hala nasıl mümkün olduğu sorusuna yanıt arar. Camileri İbadethaneleri kapatan virüsün, insanlara inançlarını yeniden tanımlama konusunda bir mesajı olabilir mi? Bundan sonra bilimsel hiçbir kavram dine yenilmeyecek diyebilir miyiz?
SÖ: Aslında insanlık kadar eski olan bu tartışma günümüzde, gelişen teknoloji ve bilimsel çalışmaların ışığında farklı bakış açıları da kazanarak gündemimizden çıkmadığını görüyoruz. Bazı yorumlarda dile getirilen; Avrupa’daki Rönesans ve reform hareketlerinin kilise ile olan mücadelesinin bir benzerinin günümüzde teknoloji ile (internet ve bilişim sektörünün muazzam gelişmesi ile birlikte) başta İslam dini olmak üzere diğer inanç sistemleri arasında yaşanacağı ifade edilmektedir. Bu iddianın gerçek hayatta karşılık bulup bulmadığını, yapılan birçok araştırma sayesinde bilgi sahibi olmaktayız. Son yıllarda başta bizim coğrafyamız olmak üzere özellikle yeni nesiller tarafından dinin hayattaki yerinin geçmişe oranla daha az yer tuttuğu görülmektedir. Bunun nedeni olarak ise kadimden bu yana anlatıla gelen dini ritüel ve inanç olgularının bu gençler tarafından daha çok sorgulanıyor olması ve günümüz şartlarında uygulanabilir olmadığı iddiasının daha çok taraftar bulması ile açıklanmaktadır. Ayrıca teknolojinin ve bilimsel gelişmelerin hız kazandığı bu yüzyılın bilişim çağı olarak adlandırılması bir gerçeği de gözler önüne sermektedir. O da sorgulamaların ve araştırmaların farklı alternatif kaynaklarına süratli ulaşımına imkân vermesidir. Başka bir ifade ile evinde oturan bir genç herhangi bir yerde duyduğu ya da kendisine anlatılan bir konu hakkında başkaca hiçbir şeye gerek kalmadan internetten konuyu araştırma imkânına sahip olabilmekte doğru bilgiye aracısız ulaşabilmektedir. Bu durum işin bireysel yönü. Bütün bir toplumu ve de insanlığı ilgilendiren yönü ise söz konusu bilimsel çalışmalar sayesinde, mesela bir hastalığa çare olan ilacın gözle görünen bir gerçekliği ifade ettiği, dinin ve ritüellerinin ise bu gerçekliğin yerini tutmayacağı anlayışının güçlendiği algısıdır. Olağanüstü olaylara verilen tepkiler zamanın ruhuna uygun olarak değerlendirilmelidir. Mesela geçmişte olağandışı tabiat olaylarına, felaketlere verilen tepki daha çok görünmez güçlere ve bilinmezlere atfedilir ve çözüm de tanrılardan beklenir onlara adaklar adanır ibadetler ve ritüeller düzenlenirdi. Günümüzde dini ritüeller ve inanç sistemleri her ne kadar sorunların çözümünü yine bir yaratıcı da arasa da bilimselliği de dışlamamaktadır. Bu durumu da yine zamanın ruhu ile izah etmek gerekir. Bilimsel çalışmaları yok saymayan onu dinin bir karşıtı olarak görmeyen anlayış giderek ağırlık kazanmaktadır. Bu aynı zamanda önceliklerin ve yeni değer yargılamaların da oluşmasına sebep olmaktadır. Bütün bunlar sekülerleşen hayat tarzının da dayatması ile eğer bir konu bilimsel olarak değerlendirilmeye alınmışsa, öncelik dini ya da inanç sistemlerinin geri planda kalmasına neden olmaktadır. Toplum bunu sorgularken hayatın gerçekleri ile konuya yaklaşmakta ve yaşam kaygısı bu döngüyü bilimsel gerçeklikler lehine beslemektedir. Baş gösteren virüs salgını ile kapatılan Cami, kilise, sinagog gibi ibadet mekanlarından tutun da insanların temel sosyal ihtiyaçlarının bile sınırlandırıldığı hatta evden çıkmalarının yasaklandığı gerçeği tamda hayatın bu döngüsünün bilimsel izahların öncelenmesi ile anlaşılabilir.
VD: İktisadın kuralları vardı. Hastalık kuralların tamamını alt üst etti. İktisada giriş kitaplarında anlatılan “ceteris paribus” düzeninin çok dışındayız. İşler bundan sonra hiçbir zaman ceteris paribus olmayabilir mi?
SÖ: Fen bilimleri gibi sosyal bilimlerin de kendilerine ait kural ve sistemleri vardır. Ölçülebilirlik, kıyas, test etmek, doğrulamak, tez-antitez ve sentez olarak ifade edebileceğimiz hususlar bu kurallar manzumesinin temel taşlarını oluşturur.
Sosyal bilimler, fen bilimlerine göre bu kuralların daha esnek olduğu hatta değişkenlerin çoğu zaman aynı olaylar karşısında farklı sonuçlar vermesine neden olduğu bir daldır. Dolaysıyla fen bilimleri için geçerli olan çoğu kural ve teknik bu bilim dalı için bazen geçersiz olabilmektedir. Kendisine uygun farklı ölçme teknikleri ve sistemlere ihtiyaç duyması ve teoriler geliştirmesi de bu yüzdendir. Tarih, sosyoloji, psikoloji, sosyal psikoloji, iktisat vs gibi sosyal bilimlerin bu manada farklı kurallar ve teknikler içerdiğini biliyoruz. Mesela çoğu zaman bir iktisat teorisi olarak ifade edilen Ceteris Paribus da bunlardan biridir. Adı üstünde sadece teori olan ve yüzde yüz gerçek bir ölçme tekniği olarak düşünülmeyen bu teori de diğer sosyal bilimler içinde kullanılabilmektedir.
Teknik açıdan sayısal (fen) bilimler alanında hiçbir anlam ifade etmeyen bu teori değişkenlikleri çok olan ve aynı anda birçok etkileşimi içinde barındıran sosyal bilimlerde bir teknik olarak kullanılabilmektedir. Aslında izah edilemeyenin izahı gibi bir durumla karşı karşıyayız.
Söz konusu teori (Ceteris Paribus) bir çok değişkenin aynı anda etki ettiği bir olayda (mesela ekonomide) bir konuyu anlamamızı sağlamak için diğer tüm değişkenleri sabit tutarak tek bir değişkeninin etrafında konuyu izah etmeye ve ölçmeye çalışır. Konuyu bu teori bazında örneklendirecek olursak mesela ekonomide etki edebilecek potansiyeli olan pek çok faktör vardır. Bu faktörlerin hepsi bir arada değerlendirilemeyeceğinden biri hariç diğerlerinin sabit olması gerektiğini savunur bu söz.
Örneğin; bir malın talebine etki eden çeşitli faktörleri vardır. Bunlar; fiyat, gelir, diğer malların fiyatı, zevkler – tercihler ve beklentilerdir. Bu teoriye göre tüm bu faktörlerin bir arada değerlendirilmesi yerine bunlardan yalnızca fiyatın etkisi görmek istendiğinde diğerleri sabitlenir ve konu anlaşılmaya çalışılır.
İngilizce’de “all other things being equal” yani tüm diğer şeyler eşitken diye ifade edilen bu teori de aslında aynı şeyi anlatır. Ceteris paribus prensibi her şeyin her an değişebilir olduğu ve bu değişkenlerin işleri oldukça zorlaştırdığı özellikle sosyal konuların izahında çoğu zaman bir kurtarıcı olarak yardımımıza koşar.
Fakat hayatın gerçekleri ve değişkenlikleri her zaman bu teorinin izahları ile uyuşmaz.
Bir modelleme olmanın ötesine geçmeyen bu teori gibi birçok teorinin de günümüz dünyasında yeniden revize edilmesi gerektiği gerçeği ile karşı karşıyayız. Bazen öyle zamanlarda öyle olaylar meydana geliyor ki bütün değişkenler aynı anda değişse bile hesap edilmeyen tek bir olay bütün her şeyin önüne geçmektedir. Son virüs salgını ortaya çıktığı andan itibaren tüm dünyanın öncelikleri bu yüzden değişti mesela. Son birkaç haftadır bölgesel savaşlardan ve terör olaylarından bahsedilmiyor. Petrol fiyatları nerdeyse sudan ucuz olduğu halde insanlar hatta ekonomi bile bunu şimdilik umursayamıyor bile. Amerika-Rusya-Çin-AB ticaret savaşlarından bahseden kaldı mı? Ordularını silahlandıran devletler bu kaynaklarını sağlık sektörüne yönlendirmenin peşindeler… Solunum cihazları, dezenfekte eldivenler, maskeler, test kitleri, Balistik füzelerden önemli hale geldi. Kimse bu günlerde ABD-İran savaşının ne zaman çıkacağından bahsetmiyor… Ya da hangi ülke takımının bu sene şampiyon olacağından…
Hasılı uzunca bir süredir işlerin zaten ceteris paribus düzleminde seyretmediğini görmekle beraber bundan sonra çok daha farklı bir dünya düzeni ve kuralları ile yaşamaya başlayacağımızı düşünüyorum… Klasik bir söz olmakla beraber tekrar etmek gerekirse; (olumlu ya da olumsuz) bundan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
VD: Türkiye’ye dönecek olursak; ekonomiye ve geniş kitlelerin işsiz kalmasına dair en azından bu ana kadar gösterilen apati ve cesaretli umursamazlıkta iktidar gücünü nereden alıyor olabilir?
SÖ: Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de iktidarlar gücünü halktan ve seçmenlerinden alır. Ne kadar absürt olursa olsun eğer bir iktidar yaptıkları ile yüzleşmiyor ve hesap bile vermiyorsa bunun tek sorumlusu iktidarın kendisi değildir. George Orwelll’in dediği gib; yozlaşmış politikacıları, sahtekârları, hırsızları ve hainleri seçen insanlar, mağdur değil belki olsa olsa suç ortaklarıdır.
Fakat dile getirmeye çalıştığım husus alında bir sürecin ve işleyişin sonucudur. İktidar, bilhassa son on yıldır demokrasi ve şeffaflığı öncelemeyen, ülke yönetimini sadece seçimden seçime aldıkları yetkiye indirgeyen bir anlayışla bütün bir toplumu dönüştürmeyi kısmen de olsa başarmıştır. Bu durumu iktidar kendisi açısından bir başarı olarak görebilir ancak demokrasi ve şeffaflık başta olmak üzere ülke yönetiminin aslı esası aslında toplumun tüm katmanlarının bir şekilde ülke yönetimine katılması ile mümkündür.
Güçler ayrılığının ortadan kaldırıldığı, medyanın ve sivil toplumun (hatta iktidarın bir aparatı haline getirildiği bir ortamda) sindirilerek-baskılanarak işlevsizleştirilmesi uzunca bir süredir toplumun ülkeyi yönetenlere en küçük bir şikayetlerinin bile dile getirilmediği mevcut ortamı hazırlamıştır.
Toplum; doğruların dile getirilemediği, tek adamlığa evrilen yönetim anlayışının söylem ve propagandaları ile bir anlamda sanal bir gerçeklikle karşı karşıyadır.
İzole ve gerçeklerden tamamen bağını koparmış hayli kalabalık bir kitleyi kendine seçmen-mürit yapabilmiş bir iktidar gerçeği ile yüzleşmemiz gerektiği kanaatindeyim. Bu olguyu kabul etmediğimiz takdirde dile getirilecek her argüman duvara toslayacaktır.
Demokratik ve şeffaf yönetim anlayışını siyasetinin merkezine yerleştirmiş tüm oluşumlar, siyasi partiler, sivil toplum unsurları, siyasete biat mantığı ile yaklaşan seçmen-mürit anlayışı ile mücadele etmek durumundadır. Aksi takdirde iktidarlar her yaptığının kabul gördüğünü ve onaylandığını düşünmeye devam ederek bu döngünün onulmaz sarmalında daha absürt işlere imza atmaya devam edecektir.
VD: Dünyanın tamamı için zor bir süreç. Ancak Türkiye 2015’ten beri sürreel yaşıyor. 10 senede ekonomi alanında kazandıklarını birkaç senede geri vermişti. Ekonomi zaten güç bela toparlanıyordu. Bundan sonrası için nasıl bir çözüm öngörülebilir?
SÖ: Çözümün ne olabileceği aslında sorunun içinde saklı… Bir tarih belirlememekle beraber, özellikle son on yıldır bu iktidar ülke için ne yapmaması gerekir dediğimiz her şeyi yapmış ve yapmaya da devam etmektedir. Bu cümleden yola çıkarak çözümünde ne olduğunu kolayca bulabiliriz. Çok basit bir ifade ile bu iktidarın yaptığı her şeyin tam tersini yaparak ciddi bir yol alınacağı kanaatindeyim.
Ekonomi de uyguladığı siyaset anlayışı, temel hak ve özgürlükler konusunda takındığı ötekileştiren-kutuplaştırıcı demokratik tutum, kendi insanı ile kavga ettiği gibi nerdeyse her devlet ile kavga eden ve ülkeyi modern dünyadan uzaklaştıran dış politikası ve kuvvetler ayrılığını ortadan kaldıran nev-i şahsına uygun Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile her ne yapılırsa yapılsın düzlüğe çıkmamız mümkün olamaz.
Yukarıda saydığım hükümet ve iktidar uygulamalarının tam tersini yaparak ülkeyi bu kötü gidişten çekip kurtarmamız mümkün olacaktır.
VD: Halkbank’tan düşük faizle kullanılan kredilerin ödemeleri otomatik 3 ay uzatıldı. Buna karşılık tarımsal krediler için dahi böyle bir önlem alınmadı. Sizce bu iktidar gerçekten spesifik olarak oyu kimden aldığını bildiği için mi böyle davranıyor? Önce kadınlar ve çocuklar gibi, önce AKP’ye oy verenler mi koruma altına alındı?
SÖ: Yukarıda ifade ettiğim husus bu konu içinde geçerlidir. Bu iktidar her yaptığının kabul gördüğünü ve onaylandığını düşünmekte ve yaptığı her işi medya gücünü de kullanarak propagandasını yapmaktadır. Zaten fakirlikte eşitlediği 20 milyona yaklaşan ve sosyal yardımlarla kendisine bağladığı bir seçmen kitlesi olduğunu biliyoruz. Her hâlükârda bu seçmen kitlesinin kendisini terk etmeyeceğini düşünmekte ve onları küstürmemek adına elde edindikleri bu yardımları bir şekilde devam ettirmektedir. Tabii vahşi kapitalist anlayışının gereği ve de varlık sebebi olarak gördüğü (siyasetinin finansman kaynağı bağlamında) yandaş müteahhit ve işadamları için ise (olan olmayan) her türlü ülke kaynağını onların hizmetine sunmaktadır. Toplumun büyük bir kesimini ne kadar irrite ettiğini görse de bunu yapmaktan kendini alıkoyamamaktadır. Zira siyasetinin ve finansmanının buna bağlı olduğunu bilmektedir. Kendi seçmeni ile olan ilişkisini ise ters algılar ve vahşi medya propagandası ile üstünü kapatarak ve söz konusu sosyal yardımları bir şekilde devam ettirerek devam ettirebilmektedir.
Sürdürülebilirliği artık mümkün görünmeyen bu siyaset anlayışının ülkemizi getirdiği açmaz ise güvenilir ve dürüst siyaset anlayışını önceleyen şeffaf siyasetçiler ile mümkün olacaktır.
VD: Tek adamın üzerine bina edilen sistemin; etrafında toplanan nomenklatura ile ülkeyi bildiği gibi yönetmenin dışında, alternatif önermediği bir sürecin iflasını ve meşruiyetin yok edilmesini deneyimlediğimiz bu süreçten, çıkış için yol haritası nedir?
SÖ: Çıkış yolunun şeffaf, hesap veren, kuvvetler ayrılığını önceleyen, temel insan haklarını benimseyen, hukuk kurallarının tek kaide olduğu demokratik ve güçlendirilmiş parlamenter sistemin olduğunu özellikle belirtmek istiyorum.
Kendisi steril ortamlarda fildişi kulelerde yaşarken ülke insanının en basit insani yaşam hakkını bile elde edemediği bir toplum ancak yüzyıllar öncesinin derebeylik yönetimlerinin bir benzeri olabilir. Ülkenin en sıradan vatandaşından talep edilen bir fedakarlıktan ülkenin en üst yöneticileri kaçınıyor ve yapmak istemiyorsa, o ülke insanı bu yöneticilerle daha fazla yol yürümez. Siyaseti, zenginliğine zenginlik katmak için yapan ülke kaynaklarını kendisi ve yakınları için kullanan bir yönetim bugün olmasa bile yakın bir gelecekte bunun hesabını vermeyi göze almalıdır.
VD: Sadece iktidarın devamı için ülkenin neredeyse 100 yıllık sorunlarını bir siyasi partinin güncel kadrosuna yıktı iktidar. Bu seçilmişler bu günleri hapiste karşılıyor. Baktığınızda cezaevleri hastalık için fazlasıyla korunaksız. Bu akıl ötesi stratejinin önünde duracak ve onu artık bu tutarsızlığa son verin diyecek ortak akla ulaşma imkanı var mı?
SÖ: Ülkemiz ve insanı kadimden bu tarafa bunun gibi pek çok zorluk ve açmazlarla karşılaşmıştır. Bugün yaşanılan olaylar tarihte benzerlerini çokça gördüğümüz olayların bir tekrarıdır aslında. İktidarın öncelikleri ile toplumumuzun öncelikleri uzunca bir süredir çok farklı seyretmekte ve bu da yöneticilere olan güvenin erozyona uğramasına neden olmaktadır. Tutarsız ve günübirlik politikalarla gittiği yere kadar gider sonrasına bakarız anlayışının daha fazla sürdürülmesi mümkün değildir. En zor zamanlarda küllerinden yeniden dirilmesini bilen bir geçmişimiz var bizim. Bu millet zor zamanların zor şartların hamurunda yoğrulmuş bir millettir. Geçmişte olduğu gibi bugün de tüm zorlukları aşacak bir kültüre ve tecrübeye ve yetişmiş insan kaynağına sahiptir. Eskilerin söylediği gibi zulmün çoğalsın ki zevalin (sonun) biran önce gelsin demek istemiyoruz ancak gecenin en karanlık zamanının güneşin doğmasına en yakın zaman olduğunun da bilinmesini istiyoruz.
VD: Madalyonun diğer tarafında demokrasinin ve benzer etnik sorunları yaşayan ülkelerin deneyimleri var. Burada iktidarı zorlayan bu muhalefetin de ifşa politikasına ve demokrasiye savunmaya yönelmesi gerekmiyor mu? Bu yapılmadığı sürece savaşçı politikalar devam etmeyecek mi?
SÖ: İktidar uzunca bir süredir sıkıştığı her durumda milletimizin hassasiyet gösterdiği konuları gündeme getirerek gerçek meseleleri halının altına süpürmesini bilmiştir. Özellikle milli ve manevi değerleri ülke gündemine getirmekte çok mahir politikalar uygulamaktadır. İçerde ve dışarda savaşçı ve meydan okuyucu politikalarla gündem değiştirmek başlıca politikası olmuştur. Ülkenin gerçek gündemi adını yerini bilmediğimiz yerlere amacı belli olmayan sebeplerle asker yollamak vs değildir. Ülkenin gündemi hak, hukuk, adalet ile iş, ekmek ve aş sorunudur. Gelecek endişelerini ortadan kaldırmaya yönelik politikalar geliştirmektir. Gençlerimizin başka ülkelerde gelecek aramasını değil bu ülkede yaşamak ve üretmek adına umutlarının yeşertilmesini temin etmektir.
Muhalefet ise bu endişelerden dolayı milletimizin hassasiyetlerinin karşısındaymış gibi görünmemek adına maalesef çoğu zaman iktidarı onaylayan bir uslubu benimsemiştir. Artık aklıselim ile muhalefetin kendi özgün politikalarını halkımıza anlatması ve iktidarın söylemleri ile politika üretmekten vazgeçmesi gerekmektedir.
VD: 20. Yüzyılı savaşlar sıcak ve soğuk olanlar şekillendirdi. 21.yüzyıla girerken Türkiye dahil olmadığı sıcak savaşlara rağmen dahil olduğu soğuk savaş döneminin ideolojik sözcülerinin iktidarına tabi. Hala arkaik soğuk savaş din, milliyet söylemleri iş görüyor. Bu daha ne kadar sürebilir?
SÖ: Günümüz dünyasında bu durumun sürdürebilir olduğu kanısında değilim. Popülist politikacıların kendi çıkarları için aldattığı ve mağdur ettiği toplumlar bu sürecin sona erdirilmesi konusunda ciddi bir yönelime girmiştir. Adına ne derseniz deyin eskiye oranla daha çok sorgulayan ve hesap soran bir toplum dinamiği oluşmaya başlamıştır. Teknolojinin gelişimi ile özellikle bilişim alanında yaşanılan muazzam ilerleme bu konunun ana etkenlerinden biri olmaktadır. Soğuk savaş döneminin hamaset yüklü ve içe kapanmacı yönetim anlayışlarını temsil eden bazı figürlerin son zamanlarda etkili olmasının arızi bir durum, bir zamanlama hatası ve üretim bandında bir kayma olarak görmek gerekir. Maalesef bu da bizim toplum olarak şanssızlığımız ve her konuda gecikmiş olmamızın bir diğer örneği.
VD: Türkiye’de kadınların %75’i ev kadını. İktidar köyleri ortadan kaldırdı, merkezlerde tutunamıyor, çeperleri ise sıkı sıkıya tutma derdinde. Bu bir dehşet dengesi olarak okunabilr mi? Yoksulluğu sürdürülebilir kılmak stratejisine karşı doğru yaklaşım ne olmalıdır?
SÖ: İktidarın yoksullukta ve eğitimsizlikte eşitlediği, sosyal yardımlarla kendisine seçmen-mürit yaptığı milyonlardan yukarıda bahsetmiştim. İktidar kendi açısından bu durumu devam ettirmek hatta daha da artırmak isteyecektir. Bu kendisi açısından olmazsa olmaz bir konudur. Aksi durumda yok ettiği orta tabaka bir şekilde yeniden söz sahibi olmaya başlar ve iktidar için tehlike çanları işte o zaman çalmaya başlayacaktır.
VD: Son olarak Türkiye’yi 1 yıllık, 5 yıllık, 10 yıllık dönemde nasıl bekliyorsunuz?
Sosyolojik manada hangi değişimleri bekliyorsunuz?
SÖ: Özelde ülkemizi genel manada da dünyayı olağanüstü zamanların beklediğini düşünüyorum. Bu son virüs salgını olmasaydı bile durumun yine böyle olacağını düşünmekteydim. Belki bu son olay bu değişimi tetiklemiş olabilir.
İnsanların önceliklerini değiştireceği farklı bir dünyaya gözlerimizi açacağımız günlerin çok uzak olmadığını düşünüyorum.
Umarın yaşanılan tüm bu acı tecrübeler insanlığın daha az bencil ve daha çok paylaşımcı bir anlayışa evrilmesini sağlar. Ülkemiz adına kısa vadede değil ama orta ve uzun vadede daha yaşanabilir, daha demokratik ve insanlığın daha ön planda olduğu günlerin geleceğini umuyorum. Bunu hep beraber yaşayarak göreceğiz.