Tarih: 20.04.2020 13:57

'İktidar ve ortaklarına çağrımız açık: Toplumu ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı ve dışlayıcı söylemi terk edin!'

Facebook Twitter Linked-in

Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, haftalık olağan değerlendirme toplantısında, partisinin gündeme ilişkin değerlendirme ve önerilerini kamuoyuyla paylaştı. 

'Gün sıradan mesajlar verme günü değil, ciddi bir muhasebeyle sorular sorma, cevaplar arama günüdür.' diyen Davutoğlu, 'Koronavirüs tedbirleri kılıfına sokularak çıkarılan örtülü af yasası ile zimmet, rüşvet, gasp suçlarını işleyenler cezalarını çekmeden salıverilirken düşüncelerini ifade ettiği için hüküm giyenlerin cezaevinde kalması vicdana uygun mudur?' diye sordu. 

İşte Ahmet Davutoğlu'nun gündeme ilişkin değerlendirmesinden öne çıkanlar;

'Her Pazartesi olduğu gibi yine birlikteyiz. Milletimizin toplumsal değerleri ve Cumhuriyetimizin tarihi temelleri açısından özel bir haftaya giriyoruz.

Bu hafta 23 Nisan Perşembe günü TBMM’nin 100. Kuruluş yıldönümünü idrak edecek aynı gece sahura kalkıp 24 Nisan Cuma günü ilk orucumuzu tutacağız. Aylar öncesinden onurla ve coşkuyla girmeyi planladığımız bir haftaya Koronavirüs salgınının yol açtığı kayıpların hüznüyle giriyoruz. Milletimizin dirliğini, birliğini ve vicdanını temsil eden Meclisimiz bu sene 23 Nisan’da, üstelik de bir asra ulaştığı 100. doğum gününde mahzun  kalacak.

Benzer şekilde Ramazan ile özdeşleşmiş birçok manevi duygunun yanında bu mübarek ayı doya doya, omuz omuza yaşadığımız camilerimiz, sokaklarımız, mahallelerimiz boynu bükük olacaklar. Karantina uygulamalarından dolayı meclisimizin kuruluş yıldönümünü de Mübarek Ramazan’ı da coşkulu bir şekilde yaşayamayacağız.

Bugün hem Meclisimize ve onun bir asırdır temsil ettiği değerlere hem de yüzyıllardır toplumsal değerlerimizin mayası olan Ramazan iklimine her zamandan daha fazla ihtiyacımız var.

Aslında bu tarihi tevafuk hepimize bir muhasebe çağrısıdır.

TBMM’ni 23 Nisan 1920’de tarih sahnesine çıkaran milli hasletlerimiz, değerlerimiz ve irademiz açısından neredeyiz? İslam dinine has bir ibadet ayı olmakla birlikte asırlarca bu topraklarda her din mensubunun manevi bir iklime girdiği Ramazan ayının değerleri açısından neredeyiz?

Muhasebe ancak samimi, hasbi ve cesur sorular sorulduğu ve cevaplar arandığı zaman anlam taşır. Siyasi liderlerden başlayarak, aydınlara, sivil toplum temsilcilerine, kanaat önderlerine ve toplumun her kesimine yayılacak samimi bir muhasebe, koronavirüs salgını dolayısıyla evine kapanan ve gelecek kaygısıyla uykuları kaçan geniş toplum kesimlerine umut olacak, ülkemizin ufkundaki kara bulutları dağıtacaktır.

Gün her iki vesile ile alışılagelmiş cümlelerden oluşan sıradan mesajlar verme günü değil, ciddi, samimi ve cesur bir muhasebe ile sorular sorma, cevaplar arama günüdür.

TBMM Cumhuriyetimizin ve siyasetimizin, Ramazan toplumsal değerlerimizin mayasıdır. TBMM’nin tarih sahnesine çıktığı şartlarda savunulan temel ilkelerden kopuş siyasetimizin, Ramazanın manevi ikliminin dayandığı değerlerden kopuş toplumsal birliğimizin mayasını bozar ve yozlaştırır.

Gelin hep beraber kızmadan, öfkelenmeden ve kimseyi dışlamadan TBMM’nin tarihi özünü ve Ramazan’ın manevi boyutunu teşkil eden temel değerlere atıfla Hakkın ve halkın huzurunda bir muhasebe yapalım.

Önce vicdan. TBMM millet vicdanının kurumsal tecessümüdür; Ramazan ise zamanın vicdanı kuşanması ve kuşatmasıdır. Milletin vicdanından kopuş TBMM’ni, insanlık vicdanından kopuş Ramazan’ı anlamsızlaştırır.

Mustafa Kemal TBMM’nin açılışından bir gün sonra 24 Nisan 1920’de ikinci celse üçüncü içtimada hükümet teşkili konusunda yaptığı konuşmada “Meclisi Alinizde tekasüf eden irade-i aliye-i milliyeye istinad etmek suretiyle meşruiyet ve kanuniyetini ve yine Heyet-i Muhtereminizde tecelli eyleyen vicdanı milletin muhakemesine merbut bulunmak cihetiyle de mesuliyetini takdir ve teabit edecek bir kuvvetin İdare-i umur etmesi zaruridir, bu kuvvetin şekli tabiisi ise bir Hükümettir” derken siyasetin ve hükümet olmanın ana kavramsal çerçevesini de ortaya koymuştur: milli irade, meşruiyet, kanuniyet, mesuliyet ve hepsinin özündeki vicdan.

Vicdanın Ramazan ile irtibatı konusunda ise hiçbir atfa dahi ihtiyaç yoktur: Ramazan insanlık vicdanının zamana nüfuzu; vicdan Ramazan’ın ruhudur.

Hal böyleyse hepimiz her türlü önyargıdan sıyrılarak millet Koronavirüs salgını  ile can kaygısı taşırken bir telaş içinde atılan adımları samimi ve cesur bir muhasebeye tabi tutalım ve bu adımları atan iktidar mensuplarına soralım:

Koronavirüs tedbirleri kılıfına sokularak çıkarılan örtülü af yasası ile zimmet ve rüşvet suçlarını işleyerek kamu malına, gasp suçu işleyerek tek tek şahısların mallarına el uzatıp kul hakkı yiyenler cezalarını çekmeden salıverilirken düşüncelerini ifade ettikleri için hüküm giyenlerin ya da suçluluğu daha ispat edilmeden tutuklu yargılananların cezaevlerinde kalması millet vicdanına uygun mudur? Bütün diğer öğrenciler huzur içinde uzaktan da olsa derslerine devam ederken, büyük emeklerle girdikleri, aralarında 87 farklı ülkeden gelen çok sayıda öğrencinin de bulunduğu Şehir Üniversitesindeki 7000 i aşkın öğrencinin yüzlerce akademisyen ve çalışanların Ramazanlarını bir hüzün ayına çevirmiş olmanız sizlerin vicdanını hiç sızlatmadı mı? Ramazan’ın hemen öncesinde bin yıllık vakıf geleneğimize darbe vururken vakıfnamelerin sonunda zikredilen hükme muhatap olacak olmak sizi hiç ürpertmedi mi?

Vicdani hassasiyet bağlamında bu sorular artırılabilir. Bu sorulardan kaçmak ve vicdanlarını rahatlatmak isteyenler “ne yapalım talimata uyduk” diyebilirler. Ama unutulmasın: nasıl hiç kimse bir diğerinin oruç yükünü alamaz ise kul hakkı konusunda hesap verme yükünü de alamaz.

Vicdanları yaralayan bu kararları alanlara çağrımız açıktır: Vicdanları daha fazla örselemeden bu hatalardan vazgeçip telafi edici tedbirleri alınız.

Eğer onlar bu kararlarında ısrar ederlerse aynı çağrıyı anayasal eşitliğin nihai mercii olan Anayasa Mahkeme’sine yapmak kaçınılmaz olur.

İkinci temel değerimiz her türlü dışlamaya ve ötekileştirmeye karşı kapsayıcılıktır. TBMM’nin kurucu listesi her etnik ve mezhebi kökenden, her bölgeden ve her düşünceden milletvekilinin bulunduğu, temsil kabiliyeti son derece yüksek bir heyetten oluşuyordu. Anadolu’dan ve Rumeli’nin hemen hemen her köşesinden gelen milletvekilleri hem istiklal Savaşı’nı yönetmişler hem de eşit vatandaşlık ilkesine dayalı Cumhuriyet’in harmanını oluşturmuşlardır.

Meclis’in Başkan yardımcılıklarına getirilen ve Meclis Başkanlık Divanında Meclis başkanı Mustafa Kemal’in iki yanında oturan Mevlevi dergahı postnişini Konya Milletvekili Abdülhalim Çelebi ile Hacıbektaş Dergahı Postnişini Kırşehir Milletvekili Ahmet Cemalettin Çelebi, Nakşibendi postnişini Erzincan Milletvekili Şeyh Hacı Ahmet Efendi ile Dersimli Zaza aşiret lideri Diyap Ağa, Jön Türk hareketinin liderlerinden Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi, Türk Ocaklarının sembol isimleri Hamdullah Suphi ve Ahmet Ferit Tek ile Kürt temsilinin önemli isimlerinden -rahmetli Mir Dengir Fırat’ın dedesi Malatya Milletvekili Hacı Bedir Fırat , Batıcı düşüncenin en radikal savunucusu Celal Nuri İleri ile İslami düşüncenin öncü ismi Mehmet Akif Ersoy ve Hasan Basri Çantay omuz omuza aynı Meclis’in mütevazi ama vakur salonunda bir onur mücadelesi için bir araya gelmişlerdi.

Etnik ve mezhebi kökenleri farklı, beslendikleri düşünce kaynakları çeşitli, sosyal ve ekonomik statüleri değişikti; ancak hedefleri aynıydı: Bağımsız bir ülkenin onurlu vatandaşları olmak.

Bazen sert tartışmalar yaptılar ama kimse kimseye ihanet suçlamasında bulunmadı; dışlayıcı ve kutuplaştırıcı bir dile tevessül etmedi. Bugün hepimizin ihanet olarak gördüğümüz mandacılık fikrinin savunucuları Yunus Nadi ve Adnan Adıvar dahi bu görüşlerini dile getirebildiler. Belki de yaklaşık yüzelli yıllık Meclis tecrübemizin en zengin ve düşünce özgürlüğü bağlamında en serbest dönemi o zor süreçte yaşandı.

Bugün bizler yüz yıl önce Trablusgarb, Balkan ve Birinci Dünya Savaşı’nın acıları üzerinde onurlu bir İstiklal Savaşı vermek üzere TBMM’nde omuz omuza veren  neslin torunları olarak  hangi kökenden gelirsek gelelim ve hangi düşünce akımına mensup olursak olalım bu onurlu savaş sonunda özgürleştirilen vatanımızın asli sahipleriyiz.

İnsan onuru ile taçlandırılan Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı kimliği taşıyan hiç kimse hiç bir makam ve güç sahibi tarafından tahkir edilemez; inancı, rengi, cinsiyeti, engelliliği, dili, ırkı, siyasi düşüncesi, felsefi anlayışı ve hayat tarzı sebebiyle ayrımcılığa maruz bırakılamaz, herhangi bir şekilde nefret söylemine muhatap kılınamaz.

Bu bağlamda son dönemde özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemine geçişle birlikte başta Cumhurbaşkanı olmak üzere iktidar mensupları tarafından gittikçe tırmandırılan  dışlayıcı ve kutuplaştırıcı siyaset anlayışı TBMM’nin yüz yıl önce oluşturduğu siyaset mayasını bozmaktadır. Koronavirüs salgını döneminde dahi farklı düşünen herkese dönük kullanılan bu dil ve ihanet suçlaması hem TBMM’nin birleştirici tarihi özüne hem de Ramazan’ın ruhuna aykırıdır.

Bu özel günlerde başta Cumhurbaşkanı olmak üzere iktidar mensuplarına ve ortaklarına çağrımız açıktır:

Kısa dönemli siyasi  çıkarlar için kullanageldiğiniz toplumu ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı ve dışlayıcı söylemi terk edin. Bu dilin kullananlara da faydası olmamıştır ve bumerang gibi önce kullananları vurmuştur.

Siz ne yaparsanız yapın biz bu dışlayıcı ve kutuplaştırıcı dile karşı birleştirici ve kapsayıcı siyaset dilini kullanmaya devam edeceğiz.

Her partiden milletvekillerine çağrımız açıktır:

İlk Meclis’te olduğu gibi, TBMM’nde toplumdaki farklı düşüncelerin yansıması bir zaaf değil güçtür. Farklı fikirlere tahammül edelim; TBMM’ni ortak aklın müzakere mekanı olarak görelim.

Toplumun farklı düşüncelere ve siyaset anlayışlarına sahip her kesimine de çağrımız açıktır:

Gelin bizi daraltan kısır ve tekdüze mahallelerimizden çıkalım. Gördüğünüz gibi koronavirüs düşünce, inanç ve etnik köken farkına bakmaksızın hepimizi birden vuruyor. Bu özel günlerde kader ortaklığımızı bir kez daha keşfedelim. Birbirimize asık suratlarla değil tebessümle bakalım. Öfke duyup nefret saçmayalım; selam verip selam alalım.

 

Üçüncü değer dayanışma ve yardımlaşma bilincidir. TBMM’nin kurulduğu günler yokluk içindeki bir milletin onur dayanışmasına şahit olmuştu; bugün Ramazan yaklaşırken hükümetin G-20 üyesi bir ülkenin kaynaklarını doğru kullanmasına, halkın da imece anlayıiına dayalı bir dayanışma bilinci göstermesi gereklidir. Hükümetin bu konudaki tutumu baştan sona yanlış olmuştur. Hele hele dün basına yansıdığı şekilde üst düzey bir iktidar yetkilisinin  halka bedava ekmek dağıtan belediye başkanını paralel devlet kurmakla itham etmesi akıl ve izanın kabul etmeyeceği bir densizliktir.

Bütün bu üstenci ve kibirli dil bir yardım, tevazu ve dayanışma ayı olan Ramazan’a girerken tümüyle terk edilmelidir.

İktidara çağrımız açıktır:

Gün zaten zor durumda olan halktan Tekalif-i Milliye benzeri yardım isteme günü değil, israftan kaçınıp tasarrufları doğru kullanarak çözüm üretme günüdür. Bırakın her isteyen yerel yönetim, sivil toplum kuruluşu ve kurum yardım yapsın, siz sadece kural koyun ve denetleyin. Ramazanı da vesile kılarak yardım toplama yasağı gibi vahim bir hatadan dönün ve herkese yardım faaliyetine katılma çağrısında bulunun. Bugünden itibaren hızla adımlar atılarak, Cuma günü, yani Ramazan’ın ilk günü, işini kaybetmiş ve maaşını alamamış işçilere, tarlasına çıkamamış çiftçilere, dükkanını açıp siftahını yapamamış esnaflara asgari ücretin takriben yarısı kadar (1250) TL iftariyelik yardımı yapılmalı ve aynı düzeydeki ikinci dilim Ramazan bayramının hemen arefesinde de devam etmeli ve her haneye bu mübarek ay içinde en az bir asgari ücret girmelidir. Sakın ha kaynak nerede diye sormayın. Sadece Mart sonundan bu yana takip edilen parasal ve mali genişleme politikası ile –yani doğrudan ve dolaylı para basma işlemi ile- birlikte Merkez Bankasının iç varlıklarının 55 milyar TL arttığını ve halka doğrudan yardımların sadece 14 milyar düzeyinde kaldığını biliyoruz. Bakiye 41 milyar ile halka dönük bu yardımlar rahatlıkla karşılanabilir. Korona tahvili önerirken biz de parasal ve mali genişleme tavsiyesinde bulunduk. Ancak bu genişlemeden doğan kaynağın doğrudan halka yansıtılmasının takipçisi de olacağız.

Halkımıza ve imkan sahibi hayırseverlere de çağrımız açıktır:

Gelin hep beraber Gelecek Partisi olarak başlattığımız kampanyada olduğu gibi birer kardeş aile seçelim ve aşımızı paylaşalım. Bu ülkenin kaynakları ile üst gelir grubuna giren bu ülkenin zenginleri ve hayırseverleri her yıl lüks sofralarda verdikleri iftarların hesabını çıkarsınlar ve bu yıl aynı miktarı fakir ailelere iftarlık göndererek harcasınlar. Fitre ve zekat oranları asgari mecburiyetlerdir. Bu sene gönüllü olarak bu oranların üzerinde yardım yapalım.

Geçtiğimiz hafta ayrıca 16 Nisan anayasa referandumunun üçüncü yıldönümünü yaşadık. TBMM’nin yüzüncü yılında bu çerçevede de bir muhasebe yapmak zaruridir.

Son üç yıl içinde yaşadığımız partili Cumhurbaşkanlığı uygulaması ve iki yıllık Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi pratiği siyasetimizin eksenini TBMM’nden kopararak Beştepe’ye taşımıştır. Son bir ay içinde millet vicdanından kopuşu temsil eden İnfaz yasası, YÖK yasası, Şehir Üniversitesinin kapatılması, dernek üyelerinin fişlenmesi gibi antidemokratik düzenlemelerde Meclis’in rolü bir müzakere rolü değil otomatiğe bağlanmış onay rolüdür.

Yüz yıl önce İstiklal Savaşı’nın en zor şartlarında en çetin müzakereleri yapan milletvekili anlayışından bugün bütün bu konularda özel görüşmelerde farklı kanaat beyan ettikten sonra gidip otomatik bir şekilde oy kullanan ve sebebi sorulduğunda da acziyet ifade eden milletvekili profiline gelinmiştir.

Geldiğimiz yer Cumhuriyet felsefesi ve demokrasi zihniyeti açısından içler acısıdır. Bu durumdan milletvekillerinin büyük çoğunluğunun da derin bir üzüntü duymakta olduğundan eminim. Kendi vicdanları ile kullandıkları oy arasında çelişki yaşayan milletvekilleri  millet vicdanını nasıl temsil edecekler?

Ne yazık ki Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi –kurgusu ve uygulamaları itibarıyla- Meclisin anlamını ve işlevini, birleştirici rolünü ve demokratik misyonunu ciddi şekilde zedelemiştir.

Türkiye’nin 15 Temmuz hain darbe teşebbüsü üzerinden girdiği olağanüstü koşullar müzakere ve katılımı dışlamaya bahane kılınarak siyasi geleneğimizle uyumsuz, iddiaların aksine etkin yönetimi aksatan otoriter bir sistem kurgulanmış ve hayata geçirilmiştir.

Bugün etkin yönetim iddiasının yerini kurumsal aklı yok sayan ve ayaküstü alınan anlık kararlarla milletin günlük hayatını zora sokan keyfi yönetim anlayışı almıştır. Etki analizine dayanmayan bu keyfi yönetim ile krize çözüm olarak sunulan hususların kendisi yeni krizlerin kaynağı olmuştur.

Mesela sokağa maske ile çıkma zorunluluğu. Doğru bir karar ama yanlış yöntemle kendisi krize dönüşen bir karar. Maske satılmasından PTT ile dağıtılmasına, orada başarısız olununca e-devlet üzerinden dağıtıma ve nihayet eczanelerde verilme kararına bir hafta on gün içinde geçmenin etkin yönetimle izahı olabilir mi? Bugün halkımız koronavirüs krizi dışında bir de maske temin etme krizi ile boğuşmak zorunda kalmaktadır.

Mesela sokağa çıkma yasağı. Milletin sağlığı için alınması gereken sokağa çıkma yasağının kendisinin bir krize dönüşmesi, daha sonra da bu krizin önce “sadece 250.000 kişi sokağa çıktı” denerek küçümsenmesi ve nihayet bir istifa mizanseni ile örtülmeye çalışılması hangi yönetim mantığı ile meşru kılınabilir?

Bu örnekler dahi göstermektedir ki Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi bir taraftan etkin değil keyfi bir yönetime yol açmış, diğer taraftan TBMM’ni etkisizleştirmiştir.

Sistemin yürürlüğe girmesinden bu yana geçen 2 yılda Meclisimizin hafızası, tecrübesi, temsil gücü ve iradesi önce yok sayılmış sonra da gece yarısı kararnamelerinin, bırakın milli meclisi, bürokratik kadrolarda bile tartışılmayan yaklaşımların tahakkümü altına alınmıştır.

Bu, aslına bakarsanız, on yıllardır vesayetle yürütülen ve çok şükür hepimizin çabalarıyla milli irade ve demokrasi lehine elde ettiğimiz kazanımların kaybedilmesine yol açmaktadır.

Nasıl vesayet odakları milli iradeyi yok sayan, etkisizleştiren bir sistem arzusunda oldularsa, bugünkü sistem de Mecliste tecelli eden milli iradeyi yok sayan, etkisizleştiren bir pratik üretmiştir.

Ne yazık ki muhalefetin bile tüzük değişiklikleri ile neredeyse konuşamaz hale geldiği bir sistemde 100. yılını kutlayacağımız milli meclisimiz bir varlık-yokluk sınavı ile karşı karşıyadır.

Açıkça söylenmesi gereken şudur: Bugün 100. Yılını kutladığımız Meclisimiz bir asır önce kurulmuş olan ilk Meclis’in niteliklerinden çok uzaktadır. Bugünkü Meclisimiz, iradesini, hafızasını, demokratik derinliğini, temsil gücünü ve en önemlisi millet adına kullanacağı siyasal ağırlığını maalesef büyük ölçüde kaybetmiş bir meclistir.

Bugünkü Meclis, milletin seçtiği 600 vekilin iradesine rağmen bir tek kişinin fesih kararıyla seçime gitmek zorunda kalacak bir meclistir.

Bugünkü Meclis Cumhurbaşkanıyla beraber aynı gün seçilmek zorunda olan, dolayısıyla da iradesini, yasama iradesini daha seçilmeden Cumhurbaşkanına devreden bir meclistir.

Bugünkü Meclis, dünyada örneği olmayacak bir şekilde bütçe yapma hakkı bile zayıflatılmış bir Meclistir.

Bugünkü Meclis, hükümetin hiçbir üyesini ve üst düzey  bürokrasiyi denetleyemeyen ve atanmalarına müdahil olamayan bir meclis haline getirilmiştir.

Bugünkü Meclis, ülkemizin açık ara en fazla siyasal temsil gücüne sahip olmakla birlikte en aciz siyasal organı haline getirilmiştir.

Milletvekilleri mutsuz, Meclis huzursuz ve işlevsiz haldedir. Bunun en temel sebeplerinin başında hali hazırda tıkanmış ve sadece sorun üreten Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemidir.

Çünkü Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, çok az sayıda başarılı dünya örneklerine rastlanan başkanlık sistemlerinde olduğu gibi, işlevsel, verimli, başarılı ve demokratik bir hükümet sistemi olsun diye kurgulanmamıştır.

Cumhurbaşkanlığı sistemi, bütün yetkileri ve kararları Cumhurbaşkanlığı makamına devretmek üzere kurgulanmıştır. Denge ve denetleme mekanizmalarına yer verilmemiş, mevcut filtreler de işlevsiz kılınmıştır.

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi büyük ölçüde Meclise ve temsil ettiği değerlere karşı konumlanmış bir sistem olmuştur.

Anayasa düzenlemesi henüz taslak halindeyken, bu mahzurların hepsini tek tek, madde madde Sayın Cumhurbaşkanına ve ilgili yetkililere en üst seviyede ilettik. “Yapmayın, böylesi bir güç temerküzü bir müddet sonra kalıcı bir otoriterleşmeye dönüşür” dedik. “Önünüzde bir tarih yazma, ülkeyi yeniden ayağa dikme, isminizi altın harflerle yazdırma fırsatınız var kaçırmayın” dedik.

Ne oldu? En ufak eleştiri getirmeye çalışanın, bırakın eleştiriyi farklı bir görüş ifade edenin FETÖcü diye damgalandığı bir ortamda, 15 Temmuz’un darbe psikolojisinde, hiçbir değerlendirme, uyarı ve öneriyi dikkate almadan böyle bir sistemi hayata geçirdiler.

Hain bir kanlı darbe girişimi sonrasında ortaya çıkan kaotik ortamdan istifade edilerek, alelacele, anti-demokratik eğilimlerle Türkiye yüzde elli düzenine taşındı. Meclisin yüzde yüze yakın temsil gücüne ulaşmasına karşın Cumhurbaşkanının zar zor yüzde elli ile seçileceği çarpık bir anti demokratik düzene geçildi.

Bu düzenin ilk kurbanı Meclisimiz oldu.

Bu düzenin ilk kurbanı milletimizin iradesi oldu.

Ben sizlere karanlık bir tablo çizmek için huzurlarınızda değilim. Tam tersine içinde bulunduğumuz durumu tespit edip yeni bir gelecek ufku çizmek için konuşuyorum.

Meclisimiz geçen yüzyıl boyunca savaşlar, ambargolar, iktisadi krizler, darbeler görmüş asırlık bir çınardır. Bütün bu olumsuzluklara karşı her seferinde milletten aldığı güçle zorluklara karşı koymayı bilmiştir.

Ülke savaştayken, çatışma sesleri Ankara’dan duyulur hale geldiğinde bile milli iradeyi temsil eden meclisimiz memleketimizin ve devletimizin ayakta kalması için mücadelenin göğüslendiği sığınak olmuştur.

Ambargolar, iktisadi krizler varken ülkeyi yönetenler arkalarına milli iradeyi almış ve  Meclisimiz bu zorlukların aşıldığı mekân olmuştur.

Demokrasimize ve milletimize kast etmeye çalışan kanlı darbeler ve 15 Temmuz’da olduğu gibi hain darbe girişimleri karşısında da Meclisimiz milletimizin koruyucu rahmi olmuştur.

Çünkü TBMM yediden yetmişe herkesin temsil edildiği, her görüşün bir araya geldiği ve bir bütün olarak millet tanımına anlam kazandıran kutlu bir çatıdır.

Hiçbir makam veya kurum, hiçbir siyasi çizgi veya aktör Meclisin ve Meclisin temsil ettiği milli iradenin yerini alamaz.

Çünkü tüm kişiler fani iken, Meclisimiz milletimiz var oldukça payidar olacak ve onun hükmü şahsiyetini temsil etmeye devam edecektir.

Bu yapısı dolayısıyla demokratik siyasetin rahmi TBMM dir. Tarihimiz Meclisi siyasetin mayası kılmıştır.

Toplumsal gerilimler siyasi temsille azalmış, şiddete yönelebilecek toplumsal talepler, Meclis üzerinden barışçıl temsili araç ve mekanizmalarla çözüme kavuşturulmuştur.

Gün, Meclisimizin ve milletimizin iradesini ihya etme günüdür.

Gün, Türkiye’nin Meclisinin iradesine sahip çıkacağı tam demokratik bir ülke yolunda ilerleme günüdür.

Gün, gıpta ile bakılacak bir hukuk devletini en baştan kurma günüdür.

Gün, Milletimizin hiçbir ferdinin aidiyet sorunu yaşamadığı huzurlu ve müreffeh bir ülke inşa etme günüdür.

Gün, milletimizin emaneti olan bütçeyi, yetimin hakkını gözeterek, kamu malının üzerinde titreyerek yapacak ve denetleyecek şekilde Meclisimizi güçlendirme günüdür.

Meclisimize 100. Yılında itibarını geri kazandırmanın yegâne yolu tam demokratik yeni bir anayasa ile hukuk devleti kurallarını egemen kılmaktır.

Biz Türkiye’nin tarihi tecrübeleri ve bugünkü koşulları dolayısıyla, bu ideallerin hayata geçirilebileceği sistemin, güçlü bir demokratik parlamenter sistem olduğunu düşünüyoruz.

23 Nisan 1920’de bağımsız, müreffeh bir ülke hayal ederek Ankara’da dualarla Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açanlar bize onurlu bir ülke miras bıraktılar.

Onların varlık-yokluk mücadelesi verirken hayal ettiklerinin çok daha ötesini biz neden imkânsız görüyoruz?

Neden

karamsarlığa, nobranlığa, asla ağza dahi alınmayacak yokluk dönemi önlemleri olan tekalifi milliye emirleri çıkarma çaresizliğine, kurumsal ortak akıl yerine tek ve tartışılmaz akla kendisi gibi düşünmeyen herkesten korkma ürkekliğine, gücü ve hukuku siyasi muhaliflerini baskı altına almak üzere kullanma pervasızlığına, sadakat ve bağlılık yerine liyakat ve özgür düşünceyi önceleyen  eğitim kurumlarını kapatma bahtsızlığına, ekonomiden adalete her konuda yaygınlaşan yakın kayırmacılığına teslim olacağız?

Neredeyse imkânsız denilen bir ortamda parlak bir Cumhuriyetin temellerini atan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 100. Yılında, milletimize söz veriyoruz;

her türlü zorluğa, baskıya, haksızlığa, tehditlere karşı insan haklarını, özgürlükleri, hukuku, adaleti, şeffaflığı ve temiz siyaseti savunmaya devam edeceğiz.

Geçen sene bugünlerde yayınladığımız manifesto ile gördüğümüz yanlışlıkları ve çözüm önerilerimizi halkımızla paylaşmış ve “Ya yeni Hal ya İzmihlal” demiştik.

Gelecek Partisi olarak 100 yıl önce dualarla açılan Meclisimizin yoğurduğu siyaset mayasını da, Ramazan ayının temsil ettiği toplumsal değer mayasını da ihya edecek yeni bir hali hayata geçirmeye geliyoruz.

Bu yeni hal insan onuruna dayalı yeni bir siyasi zihniyetin eseri olacaktır.

İçinde bulunduğumuz bu zor dönemde rahmet ayının bizlere hem bireysel hem de toplumsal anlamda yeni kapılar açmasını ümit ediyoruz.

Dualarımız bu rahmet ayında sene başından beri ülkemizi ve insanlığı sarsan farklı olayların atmosferinden bir nebze olsun uzaklaşarak huzur bulmamızdır.

Allah ülkemizi müreffeh, devletimizi adil, milletimiz aziz eylesin.'

 

 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —