Hukuk doktoru, yazar Avukat İrfan Sönmez, Habererk'te yayınlanan köşesinde 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı temelinde ortak milli değerler ve semboller üzerinde durdu.
Sembollerin 'millet' oluşturmakta büyük öneminin olduğunu vurgulayan Sönmez, 'Bu bayramı önemsizleştirmeye çalışanlar, aslında milli devletten kurtulmaya çalışıyorlar' dedi.
İşte Sönmez'in '100. yıl' başlıklı yazısı:
'Bugün TBMM'nin 100. doğum yıldönümü. Daha nice yüzyıllar Türk milletinin iradesinin tecelli ettiği meclisimizin anlam ve işlevine uygun bir şekilde yaşamasını dilerim.
Sembollerin millet oluşturmada önemi büyüktür. Marşlar, milli bayramlar, mitler ulus inşasının ve onu sürdürmenin aracıdırlar. Günümüzde ulus kavramına karşı çıkanlar önce bu sembollerle uğraşmaya, anlamsızlaştırmaya veya sosyal hayatın dışına itmeye çalışırlar. Bir toplumda ortak değerler ne kadar azalırsa o topluluğu bir birine bağlayan bağlar da o kadar zayıflar. Her sembol toplumu birbirine bağlayan bir bağdır. Buna dini değerleri de eklemek lazım. Din de ortak inançlar, duygular ve semboller etrafında insanları bütünleştirir. Sembollerin ortak duygular oluşturmak gibi bir işlevleri vardır. Zaten millet dediğimiz kültürel birim biraz da budur, ortak değerler ve duygulara sahip insan topluluğu...
Bir topluluğun ulus/millet olarak kalmasını isteyenler tabiatıyla bu sembollere sahip çıkarlar. Milleti siyasi projelerine, gizli emellerine engel olarak görenler de tam tersini yaparak bu semboller üzerinde şüphe uyandırmaya, değersizleştirmeye çalışırlar. Yani esasında milli sembollere karşı çıkmak içinde millet/ulus fikrine karşı çıkmayı barındırır. Son günlerde 23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile ilgili yapılan spekülasyonları da bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Bu bayramı önemsizleştirmeye çalışanlar, aslında milli devletten kurtulmaya çalışıyorlar.
Bu biraz da tarihe ideolojik bakmakla alakalı. Bazıları için Cumhuriyet, Osmanlı'nın yıkım fermanıdır. Sağda solda hiç bir tarihi derinliği ve gerçekliği olmayan analizlerin arkasında da bu gerçek var. Neredeyse 1. Dünya Savaşı olmadı, Osmanlı savaşı kaybetmedi, İşgal kuvvetleri Çanakkale'ye dayanmadı, İstanbul'u işgal etmedi diyecekler.Düşmanı içeride aramak, toplumu kamplaştırmaya hizmet eder. Bu bilinçli bir tercih.Bir toplumu zayıflatmanın, bölmenin yolu içeride kavga çıkarmaktır. Buna tarihe ideolojik bakanlar da hizmet ediyor. Oysa 1. Dünya Savaşında sadece Osmanlı İmparatorluğu dağılmadı, Avusturya- Macaristan İmparatorluğu da dağıldı. Olaylara sadece hac/Hilal çelişkisi açısından bakmak da bize doğru yere ötürmez. 1. ve 2. Dünya Savaşında karşı karşıya gelenlerin neredeyse tamamı aynı dine mensup milletlerdi. İstisnası Osmanlı İmparatorluğu idi. İmparatorlukları sadece savaşlar değil, tarihi akış, toplumsal dönüşüm tasfiye etmiştir. Milli devletler çağına geçiş, çok milletli imparatorlukların -milletler ekseninde parçalanmasına yol açmıştır.
Abdülhamit'i göklere çıkarıp, Atatürk'ü küçültme veya tam tersini yaparak ölümlerinden sonra iki tarihi şahsiyeti kavgaya tutuşturmanın arkasında da aynı ideolojik hastalık yatıyor. Halbuki tarihi şahsiyetleri içerisinde bulundukları -tarihi şartlardan- soyutlayarak anlamak mümkün değildir. Ayrıca devlet adamlığı sadece kişinin dini hassasiyetlerine bakarak ölçülemez. Öyle olsaydı devlet yönetme işini -din adamlarına- bırakmak, İran'da olduğu gibi bir ruhban sınıf yaratmak gerekirdi. İslam'da ruhbanlık olmadığı gibi, devlet yönetme işi herhangi bir sınıfa tahsis edilmiş de değildir. Yönetme işi bir dünya işi olarak insanların kendilerine bırakılmıştır. Atatürk karşıtlığının nedenlerinden biri yapılan devrimlere duyulan tepkilerdir. Bölücüler için ulus devlete geçiş, siyasal İslamcılar için harf inkilabı, laiklik , tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi düzenlemeler karşıtlığın en önemli nedenleridir. Yapılan devrimleri sadece Atatürk veya o döneme tahsis etmek de bilgisizliğin bir neticesidir. Zira bu düzenlemelerin çoğunun tarihi derinliği Tanzimat'a yani Osmanlı'ya gitmektedir. İlk laik mahkemeler Tanzimattan sonra açılmıştır. Tek dile geçiş Osmanlı'nın projesidir. Latin alfabesi daha Atatürk doğmamışken Osmanlı aydınları tarafından (Namık Kemal, Ahmet Cevdet Paşa gibi) tartışılmış ve istenmiştir. Tekke ve zaviyeler ise tamamen dejenere olmuş, asker kaçaklarının din istismarcılarının sığınağı olmuştur. Nitekim Abdülhakim Arvasi' tekkeler kapatıldığında -tekkelerin kendi kendisini kapattığını- asli fonksiyonlarını kaybettiğini söylemiştir. Bunları yazarken hiç hata olmadı, her şey doğru ve mükemmeldi gibi bir iddianın içinde değilim. Tabi ki hatalar olmuştu. Lakin bu hatalar sadece o döneme mahsus değildi. Osmanlı'nın son iki yüzyılı da hatalarla doludur. Söz gelimi Abdülhamit büyük bir devlet adamı olmasına rağmen Osmanlı'nın resmi dilinin Arapça olmasını istemiş, ancak Said Halim Paşa'nın itirazları karşısında bu amacına ulaşamamıştır. Latin alfabesine geçişi kültürel kopuş olarak eleştirenler, Abdülhamit'in bir milleti yok edecek bu talebini hiç tartışmazlar. Bunun nedeni baştan beri söylediğim gibi ideolojik bakıştır. Bu tarih, zaferleri, mağlubiyetleri ile bizim tarihimizdir. Bu tarihi şahsiyetler hataları, kusurları, faziletleri ile bizim tarihimizin birer parçasıdırlar. Geçmişi kavga ve ayrışma aracı yapmak yerine ondan ilham alarak bugünümüzü inşa etmek zorundayız. Gözü geçmişe dönük olanları geleceği göremezler. Dünü doğrultma imkanımız yok ama bugünü ve yarını şekillendirme imkanımız her zaman vardır. Bunun yolu, tarihin bize süzüp getirdiği doğrularla, günümüzün doğrularını birleştirerek devam etmek, daha güçlü, daha demokrat, daha değer odaklı bir gelecek inşa etmektir.'