Gelecek Partisi Lideri Ahmet Davutoğlu, haftalık gündeme ilişkin görüş, öneri ve eleştirilerini kamuoyu ile paylaştı. Sözlerine Anneler Günü vesilesi ile başta şehit ailelerinin gününü kutlayan Davutoğlu, 'Bu hafta ayrıca Dünya Engelliler Haftası. Bütün engelli vatandaşlarımıza, ailelerine ve özellikle de engelli annelerine selamlarımı iletiyorum.' dedi.
Koronavirüs, ekonomi, işsizlik, YÖK ve gündemin diğer önemli başlıkları hakkında dikkat çeken açıklamalar yapan Davutoğlu şöyle kaydetti: x
'Koronavirüs konusunda son günlerde sevindirici bir trende girdiğimizi görüyoruz. Salgın sebebiyle hayatını kaybeden vatandaşlarımızda bir azalma görünüyor. Her akşam bazı rakamlar duyuyoruz.
Salgın Kontrol Noktası olarak adlandırılan bu eşik oldukça önemli bir psikolojik kırılma noktası olarak kabul edilebilmekle birlikte, salgının sonraki süreçlerinin yönetilmesi açısından da büyük önem taşıyor.
TEDBİRLERİ GEVŞETİRSEK EN BAŞA DÖNEBİLİRİZ
Normalleşmeye geçmek için atılacak adımların planlanması çok ciddi planlama gerektiriyor. Basit bir ihmal tekrar başa dönme riski doğurabilir. Atılacak her adım virüsün vereceği tepki ile yorumlanmalı ve her basamak yine Bilim Kurulu önerileri dikkate alınarak uygulamaya sokulmalıdır. Japonya ve Singapur örnekleri akıldan çıkarılmamalıdır. Asla olmasını arzu etmeyeceğimiz ikinci bir dalganın sonuçları telafi edilmez bedellere sebebiyet verebilir. Lütfen şunu hatırımızdan çıkarmayalım. Henüz bu salgının ortasına bile gelmedik. Tedbirleri gevşetirsek en başa dönebiliriz.
Her akşam açıklanan rakamların hiçbiri bizim gözümüzde sadece istatistiki bir veri değil. Her biri birer can, hepsinin evlatları, yakınları, sevenleri var. Buradan kaybettiğimiz tüm vatandaşlarımıza rahmet diliyorum. Hastalarımıza şifa diliyorum.
Şunu unutmayalım. Milletimiz bu salgın dönemi boyunca büyük bir sınav vermiştir. “Evde kal” çağrılarına büyük oranda uymuştur. Sokağa çıkma yasağı ilan edilmeden çok önce vatandaşlarımız gönüllü olarak karantinaya girdiler.
İktidarın önlem almada gecikmesine rağmen halkımız büyük bir sağduyu ile evlerine kapandı. İleri yaşta olan vatandaşlarımız sokağa çıkma yasağına ciddi şekilde uydu.
Ve sonunda da bu milli dayanışma ve duyarlılık ile büyük bir mesafe kat edildi. Burada hem bu hassasiyeti gösteren vatandaşlarımıza hem de fedakar sağlık görevlilerine gönülden teşekkür ediyorum.
NORMALLEŞME İÇİN VAKİT ERKENDİR
Ancak bir çok uzmana göre daha kritik eşik geçilmeden Cumhurbaşkanı Erdoğan normalleşme sürecini başlattı. Ben baştan net bir şekilde şunu söylemek istiyorum.
Normalleşme için vakit erkendir. Halkımız büyük zorluklara katlanarak evinde kalmayı kabullendi. Karantina kurallarına uydu. Ramazan programlarını iptal etti. Ve salgına karşı büyük mesafe kat edildi.
Soruyorum aceleniz ne? Hangi uzmanlar kurulu salgında kritik eşiği geçtik normalleşebiliriz dedi. Bilim Kurulunun bu konu ile görüşünü kamuoyuyla paylaşabilir misiniz?
Bilim Kurulu üyelerimizin bu süreçteki kritik rolleri ortadadır. Normalleşme çerçevesinde alınan kararlara yönelik kanaatlerini çekinmeden kamuoyuyla paylaşmalarını rica ediyorum.
Ülkemizde hayat durmuş, bir daha durmasın, hali hazırda ödediğimiz ağır ekonomik maliyetin ötesine geçmesin diye sosyal mesafe kuralının üzerinde milletimiz titriyor ama bu iktidarın derdi liglerin yeniden başlaması veya AVM’lerin açılması.
Tıpkı kof çıkan ekonomik tedbir paketinin içerisine konut kredisi koyan çapsızlık ve suiistimal gibi şimdi de birileri AVM’ler üzerinden ateşle oynuyor.
Cumhurbaşkanı ve çevresindeki 3-5 kişi hangi bilgi ile bu kararı aldılar? Eğer varsa bu yönde bir bilgi, veri paylaşsınlar bilelim. 2 hafta daha neden sabredemediniz? Hangi çıkar gruplarının baskısı sizi bu noktaya getirdi.
Ortada bir an önce AVM’ler açılsın diye bir kampanya vardı da biz mi görmedik? Bir an önce maçlar başlasın diyen bir spor adamı, teknik direktör, oyuncu, kulüp başkanı mı var?
Gerçekten anlamak için soruyorum. Kim sizi zorladı bu erken normalleşme kararına?
Hadi diyelim bir karar aldınız yine içinde bir çok çelişki var. Normalleşmeden bir gün önce yani dün Pazar günü Türkiye nüfusunun yarıdan fazlası büyükşehirlerde ve sokağa çıkma yasağı var. Yani salgın riski o boyuttaki sokağa ekmek almanın dışında çıkmanız yasak. Ertesi gün yani bugün Alışveriş Merkezleri açık.
Bu nasıl bir çelişkidir diye sormazlar mı? Halkımızın güzel deyişiyle; bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Eğer salgın riski yoksa dün neden sokağa çıkma yasağı vardı? Eğer salgın riski varsa bugün neden AVM’leri açıyorsunuz?
AVM’lerin açılmasında bir mahzur yoksa TBMM neden kapalı, Camilerimiz neden kapalı?
Meclisi, Camileri kapalı tutup da AVM’leri açmak hangi hesap ve planlamanın ürünüdür?
AVM’leri kapalı tutmayı gerektirecek bir tehlike yoksa, Cumhurbaşkanı neden kendisini Huber köşküne kapatmaya devam ediyor? Neden Ankara’ya, Külliye’ye gelip Bakanlar Kurulunu orada toplamıyor?
Huber Köşkü’nden çıkıp Ankara’ya gelip işinizin başında ülkeyi yönetecek kadar şartların düzelmediğine inanıyorsanız, neden AVM’leri açma kararı alarak milletimizin sağlığını tehlikeye atıyorsunuz?
Sadece bu da değil. Ligleri biraz daha erteleseniz hatta hiç başlatmasanız Türkiye ne kaybeder?
Hangi gerekçe, hangi akıl yürütme size bu kararı aldırttı, kamuoyuyla paylaşabilir misiniz?
Şimdi Federasyon sanki her kararı kendisi alabiliyormuş gibi maçlar başlayacak diyor. Ancak Sağlık Bakanlığı da bu karada bizim dahlimiz yok diyor. Biri talimatın gereğini yapmaya, diğeri muhtemel ağır sorumluluktan kaçmaya çalışıyor. Aynı sokağa çıkma yasağının ilk günüdeki koordinasyonsuzluk ve sorumluluğu örtme çabası gibi.
İşte ülkemizin yetiştirdiği en kıymetli spor spikerlerinden biri ben bu riski almam dedi ve işi bıraktı.
Halbuki biz Gelecek Partisi olarak son derece pratik bir teklifte bulunmuştuk. Bilim Kurulu’nun açık ve net “uygundur” kararından sonra bütün ligler tam bir karantinaya alınacak olan Antalya’da yoğunlaştırılmış bir şekilde kısa bir sürede oynanabilirdi. Böylece turizm sektörüne de bir destek sağlanmış olurdu.
Hayır mesele spor da değil sağlık da. Mesele pr pr pr.
Siz insanların hayatını zorlaştırmak için mi varsınız kolaylaştırmak için mi?
Ya da daha açık konuşalım hangi çıkar grubu sizi buna zorluyor?
Eğer ekonomik gerekçeler diyorsanız onun sebebi de sizin başarısızlığınız?
O kadar iş yeri sahibinin bir doğalgaz, elektrik faturasına bile çare bulamadınız, kısa çalışma ödeneğinde hala sizden cevap bekleyen milyonlar var.
İşleri aksadığı için sizden yardım bekleyen yüzbinlerce işletme sahibi var. Biz sizin ekonomik dertlerinize derman olamıyoruz öyleyse açın dükkanlarınızı, kaç kişi hasta olacaksa olsun mu diyorsunuz?
İnanın anlamakta, kabullenmekte zorlanıyoruz.
Bu arada son olarak da içim yanarak Koronavirüs konusunda İstanbul’da yapılmakta olan hastanelere tekrar değinmek istiyorum. Muhtemelen görmüşsünüzdür. Cumhurbaşkanı Erdoğan koronavirüs salgını nedeniyle Atatürk Havalimanının binlerce metrekarelik kapalı alanı bomboş dururken sıfırdan yaptırılan inşaatları gezdi.
Erdoğan virüs kapmasın diye -ki burada önlem almak doğrudur, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanının sağlığı son derece önemlidir- işçi kardeşlerimiz metrelerce uzaktan cumhurbaşkanını selamladılar ama o işçi kardeşlerimiz bunun için omuz omuza yan yana dizilmişlerdir. Allah aşkına o insanların canı can değil mi peki? O işçilerin evladı, bakmaları gereken aileleri, yakınları yok mu?
Yazık ki ne yazık!
Tabii virüs vakaları azalınca bu sefer “bu hastaneler ne olacak?” sorusu çıktı. Cumhurbaşkanı “sağlık turizmini canlandırmakta kullanacağız” diye açıklama yaptı.
Ülke yanıyor, milyonlarla işsiz var, yüzbinlerce işletme kapısına kilit vurmuş, her bir kuruşun hayati değeri var, tam bu sırada kimsenin anlamadığı şekilde hazır binalar dururken sıfırdan bina yapmaya kalkıyorsun, mevcut yatak kapasitesi bile dolmayınca bu sefer bu hastaneleri sağlık turizminde kullanacağız diyorsun?
Hangi sağlık turizminde? En az aylarca kimsenin uçağa binmek istemeyeceği, değil başka ülkeye başka şehre gitmeyeceği küresel bir salgın döneminde. Alın size bir yönetememe, önünü görememe sorunu daha.
Bütün ülke ve dünya durmuşken bu kadar vahim kararlar alan bu iktidar yarın Korona’nın açtığı yaraları tedavi ve telafi etmek için ülkemizin ekonomisini, sokaklarını, dükkanlarını, fabrikalarını, okullarını açtığımızda nasıl ciddi, sorumlu, liyakatli, istikrarlı kararlar alacaktır.
Bugünden maalesef alamadıklarını görüyoruz.
Korona bütün dünyada hayatı durdurdu. Çatışmalar, asla vazgeçilmez olduğu düşünülen meşguliyetler, olmazsa olmaz olduğunu zannettiğimiz şeyler bile bir süreliğine durdu. Milletimizin büyük çoğunluğu haftalardır evlerindeler.
Karar almamız gereken birçok başlık hayatımızdan çıktı. İşlerimiz, mahkemelerimiz hatta trafik kazalarımız bile ortadan kalktı. Hayatımız sadeleşti. Hayatımız kolaylaştı.
Ancak iktidar böylesine rahat bir ortamda bile doğru kararlar almayı başaramıyor. Düz ve bomboş bir yolda trafik kazası yapmayı başarıyor.
Hatta bu durum o kadar vahim bir hal aldı ki bu boş yolda aynı yerde kaza yapıp duruyor.
Bakın işte şu maske meselesi. Hani şu Sağlık bakanına mecburi, Cumhurbaşkanı ve Hazine Bakanına serbest olan maske!
Neredeyse Cumhurbaşkanı ve bütün bakanlar kurulu haftalardır çözemediler.
Daha doğrusu iktidar müdahale etmeden önce ülkenin bir maske sorunu yoktu. Hatta sivil toplum, belediyeler ücretsiz maske dağıtıyordu. İnsanların ihtiyacı olan bir konuda iktidarın dışındaki aktörler rol aldığı için, maskelerin dağıtılmasını yasakladılar. Sadece biz satacağız dediler. Böyle şey olmaz diye itiraz ettik. Satmayacağız dağıtacağız dediler. Ama siz de haftalardır görüyorsunuz, beceremediler.
PTT dediler olmadı. E-devletten göndereceğiz dediler yine beceremediler. Eczaneden alacaksınız dediler. İnsanlara kod gönderemediler. Bu arada koronavirüs yayılıyor, insanlar ölüyor hiç önemli değil.
En son yine serbest piyasada fiyat sınırlaması ile satılması noktasına geldiler. Olmayan sorunu önce kendileri icat ettiler sonra da kendi icat ettikleri sorunu çözemediler.
Üstüne de -ben gördüğümde inanamadım-, dağıtamadıkları, postayla gönderemedikleri, satamadıkları, başkasının dağıtmasına izin vermedikleri maskeyi bulamayan, bulamadığı için de takamayan insanlara para cezası kestiler.
Güler misiniz, ağlar mısınız? Öte yandan halka ücretsiz maske dağıtan parti mensuplarımızı gözaltına aldılar.
Bakın uzaya insan göndermekten, koronavirüse aşı bulmaktan filan bahsetmiyoruz. Maskeden bahsediyoruz. İktidar işe karışana kadar neredeyse 1 liraya bulabildiğimiz, bezden yapılan sıradan, basit bir yüz maskesi.
Ucuz ama virüse karşı korunmak için hayati. İşte bunu dağıtmayı, insanımıza ulaştırmayı beceremediler. Maske meselesi hükümetin düz ve boş yolda arabaya takla attırmasının en mükemmel örneğidir. Bu hafta itibariyle maske sorunundaki son çözüm satılacağı şeklinde.
Ancak belirledikleri fiyatla maskenin ne kadar satılacağı, gerçekten satılıp satılmayacağını bilmiyoruz. Kuvvetle muhtemel bu kadar farklı talep ve üreticinin olduğu yerde bu fiyat işi de iktidar tarafından üç vakte kadar yine değiştirilir. Niçin değiştirmesinler? Korona günlerinde bakandan sınav tarihlerine artık iktidarın takip edemediği değişiklikler pat diye ilan edilmiyor mu?
YÖK BÜROKRASİSİ TAMAMEN İFLAS ETMİŞTİR
Hayatımız sadeleşti. Hayatımız kolaylaştı demiştik. Böylesine bir ortamda bile iktidarın milyonlarca öğrencimizin hayatını ilgilendiren kararları nasıl sorumsuzca aldığını hepimiz görüyoruz.
“Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim” lafının zannedilenin aksine doğru olmadığını görmüş olduk. Yani gerçekten mektepler ortada yok, milyonlarca öğrencimiz okullarında değiller.
Okulların hepsi kapalı ama iktidar yine de maarifi, milli eğitimi yönetmeyi beceremiyor. Bu iktidar için gençler önemli değildir. Bunun en büyük kanıtı, hiçbir hesap kitap yapmadan YKS tarihini önce Temmuz’a ertelemesidir.
YÖK bürokrasisi tamamen iflas etmiştir. YÖK, 2,5 milyon öğrenciyi ve ailelerini ilgilendiren üniversite giriş sınavının tarihini değiştirirken muhtemelen 2,5 dakika dahi düşünmemiştir. YÖK ve iktidar, bekleyip gelişmelere göre karar almak yerine Mart ayında YKS sınavını Temmuz’a alarak öngörüden yoksun olduğunu göstermiştir.
Korona’nın daha ilk günlerinde, doğru projeksiyon yapma imkanı kısıtlıyken sınavı Temmuz’a erteleyen YÖK’ün kararını geçen hafta hükümet neredeyse bir ay erkene alarak yeniden değiştirdi.
Bunu yaparken de ne gençleri düşündüler, ne eğitimi. Birazcık insafı olan, kendini öğrencilerin, velilerin yerine koyan bir iktidar olsa ya ilk kararı almazdı ya da ikincisini.
Öğrencilerimizi, evlatlarımızı, geleceğimizi düşünmek yerine kendilerini otel sahiplerinin yerine koydular ve sırf turizm sektörü için sınavı tekrar Haziran’a geri aldılar.
Bu iktidar ve öğrencilerin hukukunu savunamayan YÖK, gençlerin vicdanında açtıkları yaralarla hatırlanacaklardır. Nasıl ki, 1997 yılında üniversite giriş sınavı şaibeli bir şekilde ertelendi ve milletin zihninde yer etti ise, YKS tarihinin keyfi bir şekilde iki defa değiştirilmesi de milletin zihninde şimdiden yer etmiştir.
İktidar şimdiye kadar bu konuda kafasını kuma gömmeyi tercih etmiştir. 2,5 milyon adayın sesine sağır olmuştur. Biz gençlerin mağduriyetini dile getirmekten çekinmedik ve çekinmiyoruz. Ancak sınava hazırlanan gençlerin daha fazla belirsizlik yaşamasını istemiyoruz.
Gençlerimiz sabır ve metanetle yenilenen takvime uyum sağlayamaya çalışmaktadırlar. Ben de dün liseli gençlerimizle dijital ortamda biraraya geldim. Nasıl bir belirsizlik kıskacına girmiş olduklarını bizzat gördüm.
Bu ülkeyi yönetenler tekrar sesleniyorum: Gençlerimizin ülkeye ve sistem olan güvenlerini yerle bir etmeyin. Her şey telafi edilir ama bu güvensizlik gençlerimizn psikolojisisnde telafisi mümkün olmayan yaralar açar. Kararınızı yeniden gözde geçirin ve sınavı söz verdiğiniz gibi 226 Temmuza alın.
Biz siyaseten iktidarla mücadelemizi sürdüreceğiz ve sandıkta bu keyfiliğin hesabını soracağız.
Salgının etkisinin kısmi olarak azalması ile birlikte salgın sonrası ekonomik hayatta ortaya çıkması muhtemel enkaz tablosu ile ilgili olarak şimdiden iki temel strateji benimsenmiş görünüyor:
Bunlardan birisi sanal bir başarı hikayesi oluşturma; diğeri ise başarısızlıkları komplo teorileri ile yurtdışına operasyonlarına ve hayalet güçlere havale etme.
Bunlar tipik ergen psikolojisine sahip öğrenci taktikleridir. Bütün iyi notları onlar almıştır; kötü notların müsebbibleri ise kendilerine takan hocalardır.
Bu taktikler acemiler nezdinde geçerli olabilir, ama öğrenci performansını ciddiyetle değerlendiren hocalara sökmez. Onlar öğrencilerin performanslarını önlerine koyarlar ve hesap sorarlar.
İlk taktiğin bir gereği olarak, bugünlerde Sayın Erdoğan başta olmak üzere iktidar ortakları ve sözcüleri doların 7 TL'yi aşmış olmasının aşikar kıldığı beceriksizliğe gözleri kapatarak ekonomideki başarılardan bahsediyorlar.... Gelin hep beraber ekonomi yönetiminin karnesini karşılaştırmalı olarak çıkarıp performans değerlendirmesi yapalım.
Üç kritik tarihi eşiği esas alacağız:
Parti-içi bir darbeyle Başbakanlıktan ayrılmak zorunda bırakıldığım Mayıs 2016, Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemine geçtiğimiz ve cari Hazine ve Maliye Bakanı’nın göreve başladığı Temmuz 2018 ve Bugün Mayıs 2020 Önce son günlerin en popüler konusu olan dolar kuru; Mayıs 2016, 2.90 TL Temmuz 2018, 4.91 TL Mayıs 2020, 7.10 TLKimse bu değişimi sadece dış operasyonlara bağlamasın; çünkü Mayıs 2016’da bütün dış baskılara rağmen çetin bir terörle mücadele yürütüyorduk.
Sonra can yakan işsiz vatandaş sayısı (milyon kişi) Mayıs 2016 2.9 milyon Temmuz 2018 3.5 milyon Ocak 2020 4.4. milyon
İşsizlik Oranı
Mayıs 2016 9.4 Temmuz 2018 10.8 Ocak 2020 13.8
Genç İşsizlik Oranı
Mayıs 2016 17.4 Temmuz 2018 19.9 Ocak 2020 24.5
Geleceğimizle ilgili bize kaygı veren en hassas gösterge budur. Sosyal huzursuzluk yaşayan ülkelerin ortak özelliği genç işsizliğin yüksek olmasıdır.
Şimdiden bu ülkenin kaynaklarını sorumsuzca harcadıktan sonra mazeret arayışı içine giren yetkilileri uyarıyorum. Bu oranın yıl sonuna doğru %35-40 lara tırmanması ihtimali söz konusudur. Geride kalan kıt kaynaklarımızı verimlilik artışına dayalı istihdama ayırın. Allah muhafaza böylesi bir tablo ortaya çıktığında suçu başka yerlerde değil kendinizde arayın.
-Gelelim CB’nın her fırsatta karşı çıktığını söylediği 12 aylık birikimli devletin faiz harcamalarına
Mayıs 2016 49.2 milyar TL Temmuz 2018 65.9 milyar TL Mart 2020 104.8 milyar TL
Şimdi sormak hakkımız değil mi? 2016 yılı başında kitlelere BB olarak bendenizi ve başında bulunduğum hükümeti şikayet eden, BB yardımcımız Mehmet Şimşek’i ve Merkez Bankası Başkanımız Erdem Başçı’yı faizci olarak itham eden sayın CB bu vahim faiz tablosu karşısında bugünkü ekonomi yönetiminden niçin hesap sormamaktadır?
Sormaz, soramaz. Neden biliyor musunuz? Sistemin nepotizme yani akraba kayırmacılığına dayandığı sistemlerde hesap sorulmaz, mazeret oluşturulur. Hele hele birinci derece akrabaların ast-üst ilişkisi içinde olduğu durumlarda hesap verilebilirlik söz konusu olamaz.
Onun için biz Gelecek Partisi olarak nepotizmin her türlüsüne karşı çıkıyoruz.
Biz 2016’da rasyonel politikalarla devletin faiz harcamalarını her geçen gün düşürürken bu yönetim bir taraftan faize karşı dini hamaset yaparken diğer taraftan milletin kaynaklarını faizcilere peşkeş çekmektedir.
Şimdi biraz da bütçe göstergelerine bakalım:
Bütçe Dengesi (12 aylık birikimli, milyar TL)
Mayıs 2016 - eksi12,0 milyar TL Temmuz 2018 -eksi 68,0 milyar TL Mart 2020 -eksi 117.1 milyar TL
12 milyar açık verdiğimiz 2016 yılındaki projeksiyonlarda 2018 itibarıyla denk bütçeyi gerçekleştireceğimiz öngörülüyordu. Bu gerçekleşmediği gibi, geçen sene tek seferlik elde edilen imar barışı ve bedelli asker gelirlerine rağmen bu bütçe açığı verilmiş ise sorulacak soru açıktır:
Nereye gitti bu 117.5 milyar TL? Beyler, bu tüyü bitmemiş yetimin hakkıdır.
Rakamları biraz daha berraklaştıralım:
Faiz Dışı Denge (12 Aylık Birikimli, milyar TL)
Mayıs 2016 +37,1 milyar TL Temmuz 2018 - 2.1 milyar TL Mart 2020 -12.3 milyar TL
Yine soralım: Faiz dışı dengede 37, 1 milyar fazla veren bütçe nasıl negatife düştü?
Bu mudur başarılı bulunan tablo?
Program Tanımlı Bütçe dengesi (12 aylık birikimli, Milyar TL)Mayıs 2016 - eksi 44,3 milyar TL Temmuz - eksi 99,5 milyar TL Mart 2020 -eksi 230,1 Milyar TL
Program Tanımlı Faiz Dışı Denge
Mayıs 2016 + 4.9 Milyar TL Temmuz 2018 - 33,6 Milyar TL Mart 2020 -125,3 Milyar TL
Bu karşılaştırmalı bütçe rakamları ülkenin dar kaynaklarını ve milletin vergilerini israf eden müsrif bir yönetimin eseridir. Bunu başarılı görenler ya ekonomi ya da matematik bilgisinden yoksun cahillerdir.
Milletin cebini yakan enflasyon rakamlarına gelince;
Tüketici Enflasyonu (12 Aylık ortalama, %)
- Mayıs 2016 7,7
-Temmuz 2018 12,0
-Nisan 2020 12,7
Bu arada şunu da zikredelim. Mayıs 2016 üretici endeksi enflasyonu sadece 3.2% düzeyindeydi. Bugün dünya enerji fiyatlarının negatiflere doğru seyrettiği ve dünyadaki bizim ölçeğimizdeki ülkelerin enflasyonun 3-4% düzeyine gelişmiş ülkelerde ise negatif düzeyine indiği de göz önüne alınmalıdır.
Dünyada durgunluğu arttığı ve enflasyonun negatiflerde seyrettiği bir konjonktürde bu derece yüksek enflasyon stagflasyon (yani hem durgunluk hem fiyat artışı) işaretidir. Böyle bir durgunluk döneminde çift haneli enflasyon rakamlarına ulaşmak ne kadar beceriksiz olursa olsun hiçbir yönetimin sergileyemeyeceği tersinden bir başarı hikayesidir.
Burada da yine kimse dış faktörlere ve salgına bir mazeret olarak sarılmamalıdır; çünkü bir çok ülke benzer şartlarda çok düşük enflasyon rakamlarına ulaşmıştır.
Biraz da kişi başına düşen milli gelire bakalım.
Kişi başına Düşen Milli gelir
- 2016 2. Çeyrek 10770 USD
- 2018 3. Çeyrek 10220 USD
- 2019 4.Çeyrek 9127 USD
Görüldüğü gibi ekonomik olarak bizi uçuşa geçireceği iddia edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve mevcut ekonomi yönetimi ile milli gelirimiz sert bir düşüş yaşamıştır. Yaşanan durgunluk ile birlikte bu sene sonunda bu rakamım 8000 dolar düzeyine inmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
Son olarak bir de ülkemizin risk primindeki değişime yani bir anlamda ekonomimizin dünyadaki itibarına karşılaştırmalı olarak bakalım:
Ülke Risk Primi (Baz Puan, 5 yıllık CDS) Mayıs 2016 266 (Bu rakam ile 300 ler civarında seyreden Rusya, Brezilya ve Hindistan’dan daha iyi durumdaydık) Temmuz 2018 315 (Brezilya ve Güney Afrika 200 lerde, Rusya ise 150 civarında Mayıs 2020 643 (Brezilya 300, G. Afrika 400 Rusya 150 civarında)
Bu ülke risk primi ile Türkiye artık ayrı bir kümededir. Tabir caizse 2016 Mayıs’ında süper ligde olan Türkiye şimdilerde birinci ligde bile tutunamayıp ikinci ligde kalmaya çalışmaktadır. Bu yönetim bu mantıkla devam ederse klasman dışı kalmamız dahi söz konusudur.
Bu rakamlar ışığında şimdi soru sormak hakkı bizdedir:
“Halk nezdinde her geçen gün popülaritesi artıyor; şimdi durduramazsak bir daha durduramayız” diyerek seçilmiş bir başbakana parti-içi darbe yapmaya değdi mi? “Şeffaflık ve siyasi etik yasası geçerse ilçe başkanı bulamayız” diyerek yolsuzlukları meşrulaştırmak üzerinden kaynak israfı yapılmasına değdi mi? Yüksek profilli başbakanlığın önce profilini düşürüp sonra lağvederek bütün gücü tek bir kişide toplamaya ve örtülü bir ikinci adamlık ile nepotizmin en yıpratıcısını yapmaya değdi mi? 15 Temmuz’da bedel ödemeye hazır bir şekilde harekete geçmiş davaya samimi bir şekilde bağlı teşkilat mensuplarını dışlayıp eski Türkiye’nin aktörleri ile kol kola girmeye değdi mi?
Allah, tarih ve millet şahittir ki ben böylesi bir tablo oluşmaması için başbakanken gece gündüz çalıştım. Kendi arkadaşlarımın talimatla elimi kolumu bağlamaya çalışması üzerine ülkemin zarar görmemesi ve o zamanki partimin birliği için nefsimi ayaklarımın altına alıp başbakanlık makamını bıraktım.
Her türlü trol saldırısına, hakarete, medya ambargolarına ve haksız ithamlara maruz bırakıldığım, konferanslarımın dahi iptal edildiği üç yıl boyunca her fırsatta ve sabırla Sayın CB’nına gördüğüm eksiklikleri önerilerimle birlikte aktardım.
Bunlardan bir netice alamayınca ülkeme olan sorumluluğumun bir gereği olarak 31 Mart seçimleri sonrasında kamuoyuna açık bir manifesto ilan ettim ve kanaatlerimi halkımızla paylaştım.
Yine ağır hakaretlere maruz kalmama rağmen partimden ayrılmadım; arkadaşlarımla birlikte AK Parti’den ihraç talebiyle disipline sevk edildim.
Bunun üzerine benimle irtibatı olduğu iddiasıyla kuruluşuna katkıda bulunduğum Şehir Üniversitesi kapatılmaya çalışıldı, kadim vakıf geleneğimizin en temel ilkeleri çiğnenerek Bilim ve Sanat vakfına kayyum atandı.
Bütün yapılan bu haksızlıklara rağmen şu anda mübarek Ramazan’da bir fecir vakti bu konuşmayı hazırlarken dahi Rabbimden ülkeyi yönetenlere basiret ve samimiyet vermesi niyazında bulunuyorum.
Bu çerçevede sadece haklı gerekçelerle eleştiri yapmak zorunda kaldığım için kara bir propaganda ile bize dönük ihanet suçlamasının etkisinde kalmış olan samimi AK Partili dostlarıma ve kardeşlerime sesleniyorum.
Size genel başkanlık yaptığım dönemde dava dediğimiz kutsal kavrama nasıl sadık isem şimdi de öylesine sadığım. Ancak, “dava dava” diyerek bu davanın temel ilkelerinden yani adaletten, yani özgürlüklerden, yani insan haklarından, yani vakıf kültüründen, yani şeffaflıktan, yani yolsuzlukla mücadeleden sapılmasına karşı sessiz kalmadım, kalmıyorum, kalmayacağım.
Ülkemin ve dava dediğim hayatımı verdiğim ilkelerin böyle bir tablo ile karşı karşıya kalmaması için elimden gelen her şeyi yaptım. Bugün de böylesi bir tablonun sorumluları arasında olmadığım için hamd makamındayım.
Şu anda dahi sürdürülen kara propagandanın tesiriyle hakkımda zan edenlere kızgın değilim. Bazı gerçekleri görmek sadece irade değil aynı zamanda zaman meselesidir. Geçen sene ilk kez kaygılarımı açıkça serdettiğimde beni eleştiren bir çok dostumuz şu anda “haklıymışsınız” diyerek Gelecek Partisi’ne katıldı. Bugün eleştirenlerin de zamanla hak vereceklerine inanıyorum. Zor zamanların tek ilacı sabırdır.
Üretmeye çalışılan başarı tablosunun gerçek yüzü bu. Gelelim başarısızlığın kılıfı olarak sürekli gündemde tutulan dış mihraklar meselesine.
Herşeyden önce şunu söylemek gerekir. Her ülke için her zaman dış mihrak söz konusu olabilir. Önemli olan ülke ekonomisinin ve siyasetinin bu dış operasyonlar karşısında kırılgan hale getirilmemesi.
Bugün bir kırılganlık varsa bu kim tarafından ve nasıl oluşturuldu?
Şubat 2001 krizinden hemen sonra da bu argümanlar havalarda uçuşuyordu. Ama o zaman sayın CB haklı olarak bu argümanları bir başarısızlığı örtme çabası olarak görüyordu.
Sayın CB’nının bugün yapması gereken bu tür kaçamak argümanlara sarılmadan olayın gerçek nedenleriyle yüzleşmek.
Onlar yüzleşmekten kaçıyorsa bizim görevimiz kınayanın kınamasından, tehdit edenin tehdit etmesinden korkmadan gerçeklere ayna tutmak.
Bakınız işte doların ulaştığı seviye. Bu iktidar geçen hafta kendi dolar rekorunu da aşarak bir doların 7.25 TL’ye ulaşmasına yol açtı. Yani TL dolar karşısında tarihinin en düşük noktasına ulaştı.
Hayaller İstanbul’u uluslararası finans merkezi haline getirmekti, maalesef bu iktidarın elinde İstanbul’u boş verin neredeyse Türkiye uluslararası finans sisteminin dışına çıkmak üzere.
Niçin bu noktaya geldik değerli vatandaşlarım?
Bu sorunun iki kelimeden oluşan çok basit bir cevabı var:
Liyakatsizlik ve ciddiyetsizlik.
Bu ekonomi yönetiminin liyakatsizliğini artık belki de konuşmaya gerek yok.
Bu ekonominin ciddiyetsizliğini cebinde, mutfağında, evinde, işyerinde hissetmeyen bir tek vatandaşımız kalmadı.
Hazine ve Maliye bakanlığının ismini “liyakatsizlik ve ciddiyetsizlik bakanlığı” ile değiştirsek hiç kimse garipsemeyecektir.
Zira bu ekonomi yönetimi Türkiye Cumhuriyeti devletinin ekonomi kurumlarının tamamının itibarını sıfırlamıştır.
Doların 7.25’i görmesi ve 7 TL’nin üzerinde seyretmesi normalde liyakati ve ciddiyeti olan bir ekonomi yönetiminin istifa etmesini gerektirirdi.
Ama nerde? Tam tersine akla ziyan, ciddiyetsiz gece yarısı kararlarıyla ekonomiye müdahale etmeye devam ediyorlar.
Bütün müdahalelerin ve kullandıkları söylemin özü milletin ferasetine, basiretine ve aklına açıktan hakaretten ibarettir.
Bu ekonomi yönetimi ve iktidar millete şunu diyor: dolar 7.25 olmuş, işsizlik çift hanede, enflasyon çift hanede, ekonomi küçülüyor ama ben cambaza bak oynamaya devam edeceğim.
Milleti küçümsüyorlar.
Dış mihrak, büyük oyun, küresel darbe, Londra’dan ekonomimize saldırıyorlar, faiz lobisi ülkemize saldırıyor… gibi hamasi, gerçeklikten yoksun retoriklerle milletimizi aldatıyorlar.
Zaten millete söyleyeceği sözü olmayan, meseleleri çözme becerisi kalmayan ve ülkeye verecek bir şeyi kalmayan her iktidarın yaptığı gibi mevcut iktidar da hamasi söylemler, suni gündemler ve sanal yöntemlere sığınmak zorunda kalıyor.
Bundan sonra da topluma sürekli öcüler gösterecekler ve hamasete başvuracaklar, çünkü ülkeyi yönetemiyorlar, sorunları çözemiyorlar. Tam tersine kendileri sorunların kaynağına dönüştüler.
Ben her türlü komployu, hamaseti ve suni gündemi tekrarlarım millet de bunları sineye çeker, diye hesaplıyorlar. Milletimizin aklıyla, muhakemesiyle alay ediyorlar. Milletimizi her söylenene inanan cahil, saf bir kitle gibi algılıyorlar.
Buradan açıkça söyleyeyim;
Her kim dolar yükseldiğinde, işsizlik arttığında, vatandaşın ekmeği küçüldüğünde faiz lobisi, dış mihrak, ekonomimize saldırıyorlar diyorsa açıkça yalan söylüyor.
İşte biraz önce gösterdiğimiz rakamlar bunu söylüyor. Aynı dış mihraklar, dış operasyonlar ve faiz lobisi 2016 Mayısında da vardı. Neden o zaman Türk ekonomisinin rakamları iki seçime, terörle mücadeleye ve her türlü zorluğa rağmen Brezilya, Rusya ve Güney Afrika’dan daha iyiydi? Sebep açık; çünkü ülkenin başında rasyonel, tutarlı, yolsuzluğa ve israfa izin vermeyen bir yönetim anlayışı vardı.
Bugün ise utanmadan istatistiklerle oynayan ve yalan söyleyen bir yönetim anlayışı var. Bu anlayış sahipleri bizlerden de kendimize olan saygımızı yitirip bu yalanlara inanmamızı bekliyorlar.
Ancak milletimiz bu yalanlara elbette inanmıyor.
Görünen o ki iktidar bu yalanlardan vazgeçmeyecek.
Çünkü ancak böylesi bir yalan rüzgârı eserse gemilerinin yürüyeceğine inanıyorlar.
Değerli vatandaşlarım,
Bugün Türk Lirasına güven kaybolmuştur. Hem Türkiye içerisinde hem de yurt dışında. Hem yatırımcıların güveni kaybolmuştur hem de her bir vatandaşımızın.
Kendi vatandaşımız Türk Lirasına güvenemez noktaya gelmiştir. Yabancı yatırımcılar da güvenmesin diye bu iktidar canla başla uğraşmaktadır. Çünkü bu iktidar bağımsız kuruluşların dibine kibrit suyu dökmüştür. Şeffaflık büyük ölçüde son bulmuştur. Hukuk devleti, bankacılık kuralları, temel iktisadi evrensel yaklaşımlar artık vatandaşlarımız ve yatırımcılar için birer hayale dönüşmüştür. Bu güven erozyonu neticesinde, son 1,5 yılda küresel yatırımcıların Türk varlıklarından çıkışı 12 Milyar dolar düzeyine ulaşmıştır. TL’ye güvenini kaybeden yerli yatırımcılarımız ise bankalardaki döviz mevduatlarını 30 Milyar doların üzerinde arttırmıştır. Yani kendi paramıza kendi vatandaşımız güvenmemektedir. Son 2 aydır takip ettiğimiz bazı Merkez Bankası verileri vatandaşın doğrudan fiziksel döviz talebinin arttığına işaret etmektedir. Kısaca, liyakatsiz ve ciddiyetsiz ekonomi yönetimi ve iktidarın ağızlarına sakız ettikleri yerli ve milli yaklaşım milli paramızın değerinin yerlerde sürünmesine yol açmıştır.
Bugün küresel piyasalarda TL'nin işlem hacmi 2016 yılındaki %2,2 seviyesinden %1,2'ye dek gerilemiştir. TL'deki değer kaybını kendi hataları yerine 'küresel piyasalardan gelen döviz saldırılarına' bağlayan iktidar kendi liyakatsizliğini gizleyeceğini düşünmektedir. Bu durum tam bir deve kuşu stratejisidir. Artık tablo bir trajedi de değil tam anlamıyla bir komedidir.
Bugün TL’nin değeri yerlerde sürünüyorsa bunun tartışmasız sorumlusu, bir numaralı sebebi iktidardır, ekonomi yönetimidir.
Bu iktidar 2018 yılından bu yana tüm uluslararası standartlara aykırı bir biçimde “para, rezerv ve kambiyo” politikaları uygulayarak milli paramızın küresel piyasalardaki itiarına zarar vermiştir.
Döviz kurları biraz düştüğünde başarıyı alaycı bir şekilde üstlenen, yükseldiğinde ise Londra merkezli finansal saldırı altında olduğumuz haberlerini yaptıranların, sınavda düşük not alınca “hoca bana taktı” diyen öğrenciden farkı yoktur.
Döviz kurlarındaki ve ülke risk primindeki yükseliş mevcut sorunlarımızın sadece bir göstergesidir.
Sorunların nedeninin farkında olmayıp, baktıkları göstergelerde kabahat arayanların kaza yapma ihtimalleri çok yüksektir. Yapılması gereken gerçeklerle yüzleşip aklın, rasyonalitenin ve Türkiye’nin çıkarlarının gereğini yapmaktır.
Atılan yanlış adımlar neticesinde bugün geldiğimiz noktada rahmetli Özal’dan bu yana kırk yıllık “sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi” serüvenimiz 1980’lerin gerisine doğru yol almaktadır.
Bugün Türkiye ekonomisine katkı sağlayacak, yatırım yapacak, ülkemize fayda sağlayacak uluslararası yatırımcıların tamamında ülkemizin sermaye kontrolleri uygulayan bir ülke olduğu kanaati hakimdir. Bu kanaat yerli yatırımcı açısından da aynen geçerlidir.
Güven sağlanmadan yapılacak her düzenleme, milletin harcanan her kuruş kaynağı sadece israftır. Hükümet yanlış teşhis koymakta ve yanlış tedavi uygulamaktadır.
Enflasyonun neden bu kadar yükseldiğini, bütçenin neden bu kadar kötü yönetildiğini, bankacılık sisteminin aktif kalitesinin neden bu denli bozulduğunu konuşmak istememektedir.
Korona krizi sonrası dünyayı yanlış okumakta, içe kapanan bir Türkiye ekonomisi beklentisiyle politika üretmektedir. Yatırımcılar nezdinde TL'nin itibarına bir zamanlar 'Malezya ve Tayland gibi bazı Asya ülkelerinin yaptığı gibi' zarar verilmekte, uzun vadeli büyüme ve kalkınma gücümüz zayıflatılmaktadır.
Türk ekonomisi hakkettiği şekilde yönetilmiyor. Kendileri güven sağlayamayanların, bugünlerde FED veya diğer Merkez Bankalarından sağlanacak swap hattı gibi hikayelerle güven ithal etme peşinde olduğunu görerek üzülüyoruz.
Nasıl IMF programları güven ithalatının bir çeşidi ise swap hattı da güven ithalatının daha kısa vadeli olanıdır.
Şimdi çelişkiler içinde yüzen ekonomi yönetimine soruyorum.
Ortağı ve üyesi olduğumuz IMF'le asla görüşmüyoruz diyorsunuz. Türkiye tarihinin en ağır IMF programını uygulamış ortağınızla birlikte nezaket görüşmesi yapanları bile vatan hainliği ile suçluyorsunuz. Ama IMF'ten yürümeyle 10dk uzaklıktaki ABD Merkez Bankası ile görüşüyorsunuz. Bunun da büyük bir kahramanlık olarak kabul görmesini istiyorsunuz. Türkiye'nin uluslararası döviz piyasalarından dışlanmasına yol açıp ABD Merkez Bankası kapılarına düşüren bu liyakatsiz akıl ekonomi için bir numaralı sorun halini almış durumdadır.
Yani IMF ile görüşme yapınca vatan haini, Amerikan Merkez Bankası’nın kapısında swap kuyruğuna girince yerli ve milli mi olunuyor? Türkiye’ye komplo kuran dış mihraklar siz onlarla görüşünce Türkiye dostu mu oluyor? Başkaları onlarla konuştuğunda ajan oluyor da siz görüştüğünüzde dünya lideri mi oluyorsunuz?
Artık algı denizinin sonuna gelinmiştir. Ülkeyi yönetenler algı oluşturmaya çalışmaktansa görevlerini yapsınlar. En azından ülke ekonomisine daha fazla zarar vermesinler.
Türkiye’nin kendi içinde ve tüm dünyaya güven sağlayacak sanayisi de ticareti de işgücü de donanımlı insan kaynağı da hazırdır. Yeter ki ekonomi yönetimi dürüst, vatansever, ehliyetli, liyakatli, aklı ve bilimi ön plana çıkaran kadroların elinde olsun.
Ekonomi ile ilgili hasbıhalımızın sonuna gelirken Gelecek partisi olarak aldığımız bir kararı sizlerle paylaşmak istiyorum. Bundan sonra her ayın 15’inde ülke ekonomisi ile ilgili aylık değerlendirme yapmak üzere ekonomi ekibimizle birlikte huzurunuzda olacağım. Bu kararın ilk uygulamasını da önümüzdeki Cuma günü yapacağız inşallah. Ekonomi ekibimizle birlikte dijital ortamda bir basın toplantısı gerçekleştireceğiz.
Ayrıca geçen hafta söz ettiğim AR-GE ve Parti-içi Eğitim başkanlıklarımızın hazırladığı Korona-sonrası dünya düzeni ve Türkiye ile ilgili konuşmalara da bu hafta “Geleceğe Bakış” başlığı altında başlıyoruz. Hepinizi bekleriz.
Ekonomimiz bu halde iken ülke siyaseti “Eski Türkiye’nin bütün alışkanlıklarının geri döndüğü bir fetret dönemi yaşıyor maalesef.
İşte iki haftadır “geleneksel darbe geliyor” haftalarını yaşadık.
Resmen ülkenin iktidar partisi, cumhurbaşkanı, bakanları, milletvekilleri milletimize kendilerine karşı bir darbe girişimi olduğunu söylediler.
Darbe gibi ciddi iddialarda bulunuyorlar ama gereğini yapmıyorlar.
Adalet bakanlığı seyrediyor, savcılar seyrediyor, savunma bakanı seyrediyor, iç işleri bakanı seyrediyor. Bu bakanlıkların seyrettiği bir hikayeye milletimizin inanmasını bekliyorlar.
Çünkü ortada gereği yapılacak bir durum yok.
Darbe iddiaları birer susturucu olarak kullanılıyor.
Beceriksiz ekonomi yönetimini eleştiriyorsunuz, darbecilere destek veriyorsunuz diyorlar.
Bir maske bile dağıtamayan hükümeti eleştiriyorsunuz, darbe girişimi var diye gürültüye getiriyorlar.
Dolar 7 TL’yi geçmiş, tarihi rekora ulaşmış, bu durum konuşulmasın, tartışılmasın, beceriksizlikleri açığa çıkmasın diye “bize darbe yapılıyor” diyorlar.
Cumhurbaşkanının, iktidarın, hükümetin sınırsız koruması ve dokunulmazlığı var ama yetmiyor. Bir de en ufak bir eleştiri getiren herkesi darbeci olmakla suçluyorlar.
Vatandaş her Allah’ın günü dolar darbesinden, adaletsizlik darbesinden, hukuksuzluk darbesinden, liyakatsizlik darbesinden artık bitap düşmüş ama varsa yoksa “birileri iktidara darbe” yapmayı planlıyor iddialarıyla aklı selimi köreltmeye çalışıyorlar.
Türkiye’nin kanlı ve acı siyasi tarihinin en önemli başlığı olan darbe meselesi ancak bu kadar ayağa düşürülebilirdi. Türkiye’de darbe meselesi her onurlu ve haysiyet sahibi vatandaşımız için öncelikle ciddi ve acı bir meseledir.
Ciddidir; zira hiç şakası, spekülasyonu ve üzerinden rant devşirmesi olmayacak bir meseledir.
Acıdır; çünkü bugüne kadar yan etkileriyle ve süreçleriyle birlikte on binlerce insanımızın canına mal olmuştur.
Daha geçen haftaki konuşmamda hatırlarsınız bir uyarıda bulunmuştum. Darbe karşıtlığı gerekçesi ile özellikle iktidara yakın kişilerin vakti geldiğinde kanlı bir hesaplaşma içine gireceklerine dair açıklamalarına karşı aklı başında herkesi uyarmaya çalıştım.
“Darbe olursa” ihtimalini bahane ederek silahlanmanın, bir kalkışmada beline taktığı silah ile ortaya çıkmanın ne büyük riskler içerdiğini anlattım.
Ama ne yazık ki korktuklarımızı tek tek görüyoruz. İşte birileri çıkıyor sülale olarak şu kadar kişiyi hallederiz, benim listem var deyip kendi komşularını tehdit edecek kadar vicdansız, gözü kara, akıl dışı uçlara savrulabiliyor. Ve en acısı bunlara karşı iktidardan tek bir cümle, sadra şifa tek bir itiraz yok. Üstüne destekleyenler var.
Dikkat çekici olan ise, bu tür ucuz kahramanlık sergileyenlerin çoğunun geçmişte FETÖ ekranlarında boy göstermiş olmaları ve FETÖ’nün savunuculuğunu yapmış olmaları.
Tekrar ediyorum. Allah aşkına siz ne yaptığınızın farkında mısınız? Bu yolun nereye çıktığını görmüyor musunuz? Hadi tarih bilmiyorsunuz, geçmişi bilmiyorsunuz aklınız da mı yok, vicdanınız da mı yok? Bu tür sorumsuz adımların çevre ülkelerde nelere yol açtığını görmüyor musunuz?
Bu ülkede bir çok acı yaşadık. Darbe teşebbüsü oldu insanlar çıplak elleri ile tankları durdurdu. Ama bu ülke bu millet asla birbirine düşmedi, birbirine kin beslemedi, kendi komşusuna kem gözle bakmadı.
İnsaf edin. Aklınızı başınıza toplayın. Yapmayın, etmeyin.
Sayın Erdoğan ve iktidar artık şunu anlamalıdır.
Darbe bir sosyal medya kampanyası malzemesi olamaz.
Darbe tartışması bir iktidar kampanyası malzemesi olamaz.
Bu bir oyun değildir. Sizler sosyal medya fenomeni değilsiniz, trol değilsiniz, olmamalısınız. Sizler bu ülkeyi yönetme sorumluluğunu üzerinizde taşımalısınız.
Eğer darbe iddialarınız ciddiyse, toplumun karşısına geçin ve bu iddianızın kaynağının ne olduğunu açıklayın. Kimler darbe yapıyor? Kimlerle bu darbeyi yapıyorlar? Hangi kurumlarla bunu yapıyorlar?
Eğer bu konuda ciddiyseniz, epey bir süredir uğramadığınız Ankara’ya gelin kurumları ve mekanizmaları çalıştırın.
Eğer bu iddianızda samimiyseniz, AVM’leri açacağınıza Meclis’i açın ve Meclis 15 Temmuz’da oynadığı tarihi rolü yeniden oynasın.
Eğer böyle bir tehdit varsa, buyurun iktidarı ve muhalefetiyle Yenikapı ruhunu yeniden diriltelim ve bu tehditle hep beraber mücadele edelim.
Bunları yapmak yerine, eğer sosyal medya ordularınızı devreye sokuyorsanız, milletin sahici gündemini bastırmaya çalışıyorsanız, her eleştiriyi susturmaya çalışıyorsanız, bu yaptığınız siyasal bir ucuzluk, ahlaki bir sorumsuzluktur.
Gelin şimdi bir başka soru soralım?
Gerçekten darbeden bahseden hiç mi kimse yok?
Hiç mi darbe tehdidi yok?
Olmaz olur mu?
Eski Türkiye’nin kirli, kanlı ve darbeci aktörleri, iktidar ve devlet mahfillerinde tekrar iade-i itibar kazanır da darbe tehdidi olmaz mı?
Nerede bir 28 Şubatçı, 27 Nisancı varsa 15 Temmuz’dan sonra iktidar mahfillerinde, devlet kurumlarında, iktidar medyasında arzı endam etmeye başladılar. 15 Temmuz hain darbe teşebbüsünü kahraman milletimiz engelledi ancak eskiden darbe yapma teşebbüsüyle yargılanan kim varsa gelip milletimizin kazanımları üzerinden itibar ve makam sahibi oldular.
Onların en ucuzlarından, iktidar medyasının yeni yıldızlarından, Pekin ve Şam’ın Türkiye temsilcisi, bütün ömrü demokrasi ve İslam düşmanlığıyla geçmiş bir etki ajanı açıkça 28 Şubat darbesinin bugün hala devam ettiğini söylüyor.
Ve ne hikmetse bir tweetten, bir yazıdaki bir cümleden, bir konuşmadaki bir ifadeden, doların yükselmesinden darbe bulup çıkaranlar; açıkça darbenin devam ettiğini söyleyenler karşısında sus puslar.
Koalisyon hükümetinin görünen iki ortağı var diye biliyoruz. AK Parti ve MHP. Anlaşılan bu koalisyon hükümetinin diğer ortakları da var ve onların darbeden bahsetmesi serbest.
Eski Türkiye’nin aktörlerine, kirlerine, cürümlerine, günahlarına ve alışkanlıklarına karşı çıkmayanların bugün herhangi bir darbeye karşı çıkmaları da mümkün değildir.
15 Temmuz birçok farklı yönünün yanında eski Türkiye’ye ve onun aktörlerine karşı kazanılmış kahramanca bir zaferdir.
15 Temmuz’da sokaklara inenler, canlarını ortaya koyanlar eski Türkiye tehdidine karşı durdular.
Bugün iktidar 15 Temmuz ruhuna ihanet ederek ne kadar eski Türkiye’nin demokrasi düşmanı, İslam düşmanı, insan hakları düşmanı, adalet düşmanı ve hukuk devleti düşmanı varsa onlarla koalisyon halindedir.
“Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” bugün açık bir “koalisyon hükümetine” dönüşmüştür. Asıl davul bir tane ve AK Parti’nin boynuna asılmış, tokmak ise birden fazladır. İstedikleri zaman gelip istedikleri gibi çalıp istedikleri sesleri çıkartmaktadırlar.
AK Parti milletten aldığı emaneti normal bir koalisyon hükümetinin paylaşması gerektiği gibi bile paylaşamamaktadır.
Vesayet altında ezilen, liyakatsizlik içerisinde boğulan, ciddiyetsizlikten her tarafı dökülen bir iktidar ve yönetim sistemi ile karşı karşıyayız.
Gelecek Partisi olarak bütün bu darbe tartışmaları bağlamındaki net tavrımızı bir kez daha açıklıyorum: herhangi bir darbe teşebbüsünde yerimiz seçilmiş makamların ve kurumların yanıdır; Cumhurbaşkanlığı makamının, TBMM’nin yanıdır.
15 Temmuz’da tereddüt etmediğimiz gibi şimdi de etmeyiz. O gece bugün bizimle hareket eden il başkanları meydandaydı, biz halkımızı direnişe davet etmek üzere ulusal kanallarda, dünyayı uyarmak üzere uluslararası kanallardaydık. O gece ulusal ve uluslararası kanallarda “kimse yanlış hesap yapmasın; bu gece bizim ve demokrasimiz için zor ve karanlık bir gece olabilir ama yarın bir daha darbe sözünün edilemeyeceği aydınlık bir güne uyanacağız” demiştim.
Şimdi de karamsarlığa sevk edilmeye çalışılan halkımıza söz veriyoruz. Nereden ve hangi mihraktan gelirse gelsin her türlü darbe girişiminin karşısında dimdik duracağız.
Ancak darbe söylentileri üzerinde zaten son derece kırılgan hale gelmiş demokrasimizi daha da zayıflatarak otoriterleşme eğilimine yönelen de kim olursa olsun karşı çıkacağız.
Bir kez daha uyarıyorum. Herhangi bir darbe teşebbüsünde gerekli adımları atma yetkisine ve sorumluluğuna sahip kurumlar ve kişiler görev başındayken böylesi spekülasyonlar üzerinden sosyal gerginliklere sebebiyet vermek ateşle oynamaktır.
Son dönemde yaygınlaşan komşuyu komşudan soğutan ve tedirgin eden videolarla yapılan manipülasyonlar hem ağır bir tahrik hem de hukuk devleti kuralları içinde cezalandırılması gereken bir suçtur.
Demokrasiler rejimi muhafızlar üzerinden değil, kurumlar üzerinden korur.
Milli iradeyle seçilmiş liderler halk tarafından korunmak için değil halkı korumak için görev yürütürler.
Ülkeyi yönetmek için yetkileri ve sorumlulukları yasalarla tanımlanmamış ve kendilerinden menkul gerekçelerle silahlanmış gruplara ihtiyaç hissetmek demokrasimiz ve bugünkü devlet yönetimi açısından tam bir acziyet ve zafiyet görüntüsünü ortaya çıkartır.
Bu tür grupların varlığının nelere yol açabildiği çevremizdeki ülkelerde yaşananlardan açık bir şekilde görülmektedir.
Burada en büyük sorumluluk Sayın Cumhurbaşkanı’na düşmektedir. Gerçekten binde bir bile olsa darbe ihtimali ya da istihbaratı varsa Ankara’ya giderek dizginleri eline almalıdır. Böyle bir ihtimal sözkonusu değilse, çıkıp “herkes huzur içinde olsun, ülkemizde bir darbe ihtimali yoktur, herkes işine gücüne baksın” demeli ve halka güven vermelidir.
Böyle dönemlerde yöneticilerin yol açacağı belirsizlikler güvensizlik ortamının dalga dalga yayılmasına neden olur.
Gün küçük hesaplar yapma değil tutarlı gelecek vizyonu üretme gündür.
Hiç merak etmeyiniz. Birileri puslu havalarda taktik manevralarla uğraşırken böylesi bir gelecek vizyonu üretmek için gece gündüz çalışan Gelecek Partisi kadroları ayaktadır.
Cesurdur, samimidir, yetkindir ve ehliyet sahibidir.
Gelecek bizimdir.
Gelecek hepimizindir.'