Tarih: 14.05.2020 11:51

Veysi Dündar Türk Dili'nin üstadlarından Sırrı Er ile konuştu: 'Kendi yurduna yabancılaşmayı marifet sanıyorlar'

Facebook Twitter Linked-in

Dil, bir milleti oluşturan ve milliliği sağlayan önemli unsurlardan biri olup o milleti oluşturan fertler arasında anlaşmayı sağlar. O milletin atalarının yüzyıllar boyunca elde ettiği tecrübeleri muhafaza eder ve onları nesillerden nesillere aktarır. Kültürün, millet olmanın temel taşıdır dil, milletlerin en aziz ve kıymetli servetidir.  

Türkçe'nin Karamanoğlu Mehmet Bey tarafından 13 Mayıs 1277'deki fermanıyla Anadolu'da ilk kez devlet dili olarak kabul edilmesinin üzerinden 743. yıl geçti. Türk Dil Bayramı'nın 743'üncü yılının yaşandığı bu hafta Türkçe'ye 5 kitap kazandırmış, yüzlerce makale kaleme almış, TRT’de haber, belgesel, şiir, reklam, çeşitli cd ve sinema filmine sesiyle hayat vermiş, Spiker-Sunucu, Eğitimci-Yazar Sırrı Er’e, Türkçenin doğru konuşulmasıyla ilgili yazar Veysi Dündar'ın sorularını yanıtladı. 

Veysi Dündar'ın 31 Mart 2019 tarihinde Ocakmedya için gerçekleştirdiği röportajın tamamı şu şekilde: 

 

'İsabetli tespit, muhteşem yorum, harikulade sesi ve Türkçeye hâkimiyeti ile kendisine hayran oldum. Türkçeye gönül verenlerin muhakkak okuması gereken bir sohbet oldu. İstifade edeceğinizi umuyorum...

Veysi Dündar (VD)- Türkler İslamiyet’i kabul ettikten sonra, Arapça ve Farsçanın Türk diline ve kültürüne etkisi fazlaca olmuştur. Selçuklular zamanında ise Türkçe devlet dili olarak kullanılmasına rağmen 13. yüzyıl ortalarında devlet işlerinde ve sarayda Arapçayı, edebî dil olarak da Farsçayı kullanmışlardır. Karamanoğlu Mehmet Bey Türk dilinin korunmasını sağlamış, Türkçeyi resmî dil ilan ederek bu hususta ferman yayınlamıştır. (13.5.1272) 

Türkçenin kısaca tarihçesini nedir Sayın Er? 

Sırrı Er (SE)- Türk yazı dilinin ele geçen ilk örnekleri Orhun Âbidelerinin metinleridir. Bu metinler şüphesiz Türk yazı dilinin ilk örnekleri değildir. Orhun Âbidelerindeki dil yeni teşekkül etmiş bir yazı dili olarak değil, çok işlenmiş bir yazı dili olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bakımdan, Türk yazı dilinin başlangıcını ele geçen bu ilk metinlerden çok daha öncelere çıkarmak gerekir. Türk yazı dilinin sekizinci asırdan sonraki gelişmesi ile mukayese edilerek bir tahmin yürütülürse, Orhun Âbidelerindeki yazı dilinde hiç değilse bir kaç asırlık bir gelişme mevcut olduğunu söyleyebiliriz. 

Buna göre Türk yazı dilinin başlangıcını Milâdın ilk asırlarına, hiç olmazsa Orhun Âbidelerinden bir kaç asır önceye dayanmaktadır.  Orhun kitâbelerinden daha eski bir metin ele geçmediği için bu yazı dilini ancak sekizinci asırdan itibaren takip edebilmekteyiz. 

Kâşgarlı’nın en çok beğendiği ve şivelerle karşılaştırırken “Türkçe” diye adlandırdığı, Hâkaniye Türkçesi yahut başka eserlerde Kâşgar dili, Kaşgâr Türkçesi adı ile anılan dil hep bu ilk Türk yazı dilidir. Bu yazı dili devresinden gelen eserlerin büyük bir kısmı Uygur yazısı ile yazılmış olduğu için bu devreye Uygur devresi, bu yazı diline de Uygurca denilebilir. 

12. yüzyıla kadar süren döneme Eski Türkçe Dönemi denir. Bu dönem bugünün Türkçesini oluşturan ana dil dönemidir. Daha sonraları Yakutça, Çuvaşça, Moğolca, Mançuca, Tunguzca bu kökten gelişmiştir. 

12. ve 13. yüzyıllarda Türkçe büyük gelişme göstermiştir. Yazı, bilim, edebiyât dili olarak oldukça mesafe almıştır. 

Karamanoğullarının ikinci Beyi Kerimüddîn Karaman’ın oğlu olan Mehmet Bey askerî ve idarî yönden bilgili bir devlet adamı idi. Bilim adamlarını etrafına toplamış ve onlara büyük önem vermiştir.  

İdareciliği sırasında Türkçeyi resmî dil olarak ilan etmiştir. Fermanında “Bu günden sonra divânda, dergâhda ve bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka bir dil kullanılmayacaktır” diyerek sadece siyasî ve askerî bir zafer değil aynı zamanda “sosyal-kültür”  adına da bir zafer kazanmıştır. 

VD- Atatürk “Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” demişti.  

SE- Bir bilge, “Hiç yanlışlık yapmayan kimse aslında hiçbir şey yapmamış demektir” diyor. Atatürk gibi çok şey yapmış, büyük mücadelelerin içinden gelmiş bir insanın hata yapmış olması gayet doğaldır. Yanlışlar, kusurlar insanları küçültmez bilakis olgunlaştırır. Atatürk bazı hatalarını kendisi kabul etmiştir. Sözgelişi “Öz Türkçe” de ısrarın dili çıkmaza sokması nedeniyle Falih Rıfkı Atay’a, “Çocuk, biz bu konuda yanlış yaptık, dili çıkmaza soktuk!”demesi bunun bir örneğidir. 

Falih Rıfkı Atay 1923’den 1938’e kadar Atatürk’ün yanında bulunmuş, onun yaşadıklarını bizzat kendisinden dinlemiş ve hatta birçoğuna şahit olmuş devrin önemli gazetecilerindendir. Aralıksız 27 yıl milletvekilliği yapmış, yeni Türk alfabesinin hazırlanması ve uygulanması sırasında Dil Encümeni’nde ve Türk Dil Kurumu’nun kuruluşunda görev almıştır. Atay bu hadiseyi, Çankaya isimli eserinde de anlatmaktadır.  

Ülkemizde özellikle 1980’den sonra görülen büyük yanlışlardan biri, yabancı dil öğretimi ile yabancı dille öğretimin birbirine karıştırılmasıdır. Günümüz dünyasında yabancı dilin ve yabancı dil öğrenmenin önemi elbette ki tartışılamaz. Her türlü ilişki, iletişim ve gelişme için yabancı dil elbette ki çok gerekli.  Ancak ülkemizde son zamanlarda düşülen önemli bir yanılgı, yabancı dilin araç değil amaç olarak görülmesidir. İşte bu sebeple, yabancı dille öğretim yapan okulların ve üniversitelerin sayısı hızla artmaktadır. Oysa yabancı dil amaç değil araçtır. 

VD- Düşünür Emerson: “Dil, yapılması için herkesin bir taş koyduğu, bir şehirdir.” der. 

“Kelimeler cama benzer; görmeye yardım etmedikleri zaman görüşe engel olurlar” der, Joseph Joubert. 

Dil ile ilgili mülahazanız nedir?  

SE- Konuşma yeteneği; Yaratıcının insanoğluna verdiği en büyük bir nimettir. İletişimin temel aracı olduğu gibi hayata güzellik ve anlam katar. Bu nedenle seçilen kelimelerin önemi büyüktür. Bir ressam fırçayı nasıl ustaca kullanır ve çizdiği resme bir anlam yüklerse; konuşmacı da kelimeleri usta bir sanatçı edasıyla, incelikle, seçerek kullanmalıdır. Güzel düşünce ve hisler uygun bir dille söylenmediğinde, kelimeler fikir dünyasında ifade edilmek istenen asıl manayı cılız bırakabilir. 

Millî Eğitim eski Bakanı Hüseyin Çelik, “…çocuklarımıza Türkçe öğretemiyoruz” diyerek çok samimi, aynı zamanda da çok acı bir itirafta bulunmuştu. Doğru ve güzel konuşabilmek aynı zamanda bir kültür göstergesidir. Bugün maalesef at iziyle, it izi birbirine karışmış halde! Bugün, üniversite sınavlarında bile okuduğu Türkçe metni anlayamayan gençler var. İletişim çağında maalesef iletişimsizliği yaşıyoruz. Yazmayı ve konuşmayı unuttuk.  

Etkili bir ses tonuna sahip olmanın doğuştan gelen bir özelliktir. Güzel konuşmak çok çalışmak ve eğitim almakla mümkün, hatta doğuştan gelen aksanın bile eğitimle değiştirilebilir.  

Elbette, farklı ağızlar bizim için bir zenginliktir ve önemlidir. Fakat şu var ki; kabul edilen, esas alınan Türkçe, İstanbul Türkçesi’dir. Eğer siz milletvekiliyseniz, bakansanız, parti genel başkanıysanız, bir sanatçıysanız, spikerseniz, sunucuysanız, Türkçeyi doğru kullanma zorunluluğunuz var. 

Her insandan İstanbul Türkçesi ile konuşmasını beklemek hata olur, yanlış olur, hatta haksızlık olur. Bizim zenginliğimiz olan bu konuşma farklılıklarını muhafaza etmemiz gerekiyor, ancak İstanbul Türkçesini de koruma altına almamız lâzım. 

Öğretmen ve yöneticilerin özellikle de televizyon sunucularının Türkçeyi iyi konuşması gerekir. Güzel ve etkili konuşmak sanattır. Bu sanat kulakla öğrenilebilir, işi gereği güzel ve etkili konuşması gereken insanların kulağının hassas olması gerekir. Türkçeyi doğru konuşma önce ailede başlamalı. Anne ve baba, hatta mahallenin kasabı, manavı doğru Türkçe konuşmalı ki çocuk da düzgün bir Türkçe ile konuşsun. Çocuklara kaliteli bir Türkçe eğitimi verilmeli. Maalesef insanımız kelimeleri kullanırken pek de dikkatli davranmıyor, vurguda, telaffuzda gereken hassasiyeti göstermiyor. Bu da çocukları ve gençleri kötü yönde etkiliyor.  

Türk Dil Kurumu maalesef halktan kopuk. Türk Dil Kurumu görevlerini yeterince yerine getiremiyor, bedelini Türkçemiz ödüyor. Türkçemize yeni kelimeler kazandırılması, yabancı kelimelere karşılık bulunması konusunda öncü olması gereken, TDK maalesef bu öncülüğü yapamıyor.   

VD- Dil ile gönüller fethetmek hatta savaşmaktan vazgeçmek bile mümkündür. Katılır mısınız? 

 SE- Müsaade ederseniz Yûnus Emre’nin şu şiiriyle karşılık vereyim: 

Söz Ola Kese Savaşı 

Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz 

Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz 

Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı 

Söz ola ağılı aşı bal ile yağ ede bir söz 

Kelecilerin pişirgil yaramazını şeşirgil 

Sözün us ile düşürgil dimegil çağ ede bir söz 

Gel ahî ey şehriyâri sözümüzü dinle bâri 

Hezâr gevher ü dinârı kara taprağ ede bir söz 

Kişi bile söz demini demeye sözün kemini 

Bu cihân cehennemini sekiz uçmağ ede bir söz 

Yürü yürü yolun ile gâfil olma bilin ile 

Key sakın ki dilin ile cânına dağ ede bir söz 

Yûnus imdi söz yatından söyle sözü gayetinden 

Key sakın o şeh katından seni ırağ ede bir söz  

VD- Yarım asırdır, uydurma dil politikası ile insanlarımız mazisi ve eski kültürü ile bağı koparılmaya çalışılıyor ve Türkçede millîleşmiş kelimeler atılmak isteniyor. Bu tespitime iştirak eder misiniz?  

Fazıl Hüsnü Dağlarca “Türkçem benim ses bayrağım.” demiş, Yahya Kemal ise “Bu dil (Türkçe) ağzımda annemin sütüdür.” diyerek kıymetini ne güzel ifade etmişler. 

SE- Konu Türkçe ise, Türkçe’nin doğru kullanımıysa, anaokulundan itibaren başlanmalı eğitime; Batıda olduğu gibi. Batıda önce anaokulunda çocukları şekillendirmeye başlıyorlar. Kabiliyetlerine göre yönlendiriyorlar. Maalesef bu, bizde üniversite çağında başlıyor. Biraz daha iyimser baktığımızda lise çağında çocuklara diksiyon eğitimi vermeye başladık.  Millî Eğitim Bakanlığı daha yeni müfredata aldı. Kolaycılık var. Televizyonların, radyoların, yazılı basının da etkisiyle gençlerde bir konuşma bozukluğu almış başını gidiyor. Bunun da bir şekilde önüne geçilmesi lâzım. Sadece sunucu, spiker olanlara değil, toplumun her kesimine görev düşüyor. Anne-babanın, okuldaki öğretmenin, devlet büyüklerinin yapması gerekenler var. Hepimizin Türkçe konusuna hassasiyet göstermesi gerekiyor.  

“O Belde” isimli şiirinde Ahmet Haşim ne de güzel anlatıyor içinde bulunduğumuz durumu: 

Denizlerden 

Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin. 

Bilsen 

Melâl-i hasret-ü gurbetle ufk-i şâma bakan 

Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin! 

Ne sen, 

Ne ben, 

Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ, 

Ne de âlâm-i fikre bir mersâ 

Olan bu mâi deniz, 

Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz. 

“Melâli anlamayan nesle aşinâ değiliz”Peki, bu gün bunu anlayan var mı? 

VD- Cemil Meriç, Argo başlıklı yazısında: “Argo kanundan kaçanların dili; uydurma dil, tarihten kaçanların.” demiştir. Taklitçilik önemli bir hâl almış durumdadır. Yabancı kelimeler dilimize doluştu. Bunun önüne bu saatten sonra geçmek mümkün müdür? Ne tip tedbirler alınabilir? 

SE- Cemil Meriç: “Münevvere kelimelerde dahi tahammül edemediler. Hakikatte dil davası yok. Türk insanın hafızasının iğdiş edilmesi var” diyerek içinde bulunduğumuz durumu ortaya koymuştur. 

Aynı Cemil Meriç: “Münakaşada zafer mağlup olanındır. Yenilmek zenginleşmektir. Bilmediğinizi öğreneceksiniz ve ego denen köpek havlamayacak. Münakaşa hakikati birlikte aramaktır. Adeta bir ormandasınız ve mesela bir kaynak arıyorsunuz” diyerek noktayı koymuştur. 

Günümüzde Türkçe, neredeyse ana dilimiz olduğunu unutturacak ölçüde yabancı kelimelerle dolduruluyor ve bizden olan kelimeler acımasızca dışlanıyor. Meselenin belki de en önemli tarafı, dilimizin kamuoyu önündeki kullanımında görülen “Türkçeden kaçış” diyebileceğimiz süreçtir. Ülkeyi yönetenler, basın-yayın kuruluşları ve bir kısım aydınlar, çok güzel Türkçe karşılıkları bulunsa da yabancı kelimeleri kullanmaktan sanki olağanüstü bir zevk alıyorlar. Görünen Türkçe konuşmaktan adeta imtina eden bir efkârı umumiye ile karşı karşıya olduğumuz. Bu durum dilimiz için büyük tehlike arz ediyor. Şehirlerimizde caddeler, yabancı adlar nedeniyle işgal altındadır. Sözüm ona “entel” ve aydınlar, kendi yurduna yabancılaşmayı marifet sanıyor.  

Konuşmada veya yazıda aralara yabancı kelime sıkıştırmak, bağımsızlık gururunun nasıl törpülendiğini gösteren acı bir örnek değil midir? Neredeyse, ana dilimizin Türkçe, anavatanımızın Türkiye olduğunu unuttuk.  

Yabancı dil ne kadar önemli olursa olsun, insanın ana dili daha da önemlidir. Temel görevimiz, gençlerimizi düşünen, eleştiren ve düşüncelerini düzgün ifade edebilen bireyler olarak yetiştirmektir. Talebenin kendi dilini ikinci sınıf, yetersiz bir iletişim aracı olarak görmesi çok sakıncalı bir durumdur. Böyle bir öğrenciden kendi diline ve kültürüne, ana diline saygı duyması nasıl beklenebilir? 

Daha acıklı olan, bu konuda duyarlılık gösterenlere takınılan tavırdır. Sanki konuya hassasiyetle yaklaşanlar adeta takıntılı davranıyor kimilerince. Yersiz bir tutuculuk olarak görenler bile var. Oysa kültürünü aşağılık duygularından uzak tutan nice milletler gerek yasalarla, gerekse ferdi bir bilinçle yaklaşıyorlar bu konuya. 

Söz gelimi Fransa’da 1994 yılında hükûmetin önerisi ile Fransızcayı İngilizcenin akınından korumak için “Fransız Dilinin Kullanımına İlişkin Yasa Tasarısı” başlığı altında bir tasarı hazırlanmış ve yasalaşmıştır. Fransızcayı korumaya yönelik yasanın bizim için de büyük önem taşıyan 9. maddesi şöyledir:  

“Eğitim, sınavlar ve yarışmalar ile kamuya ya da özel sektöre ait eğitim kurumlarında yapılan tezler ve bilimsel yazılar için kullanılacak dil Fransızcadır.” 

VD- Zengin dilimizi aşağı yukarı 100 kelimeye hapsetmiş, dilimizi fakirleştirmişiz. 

Balzac: “Millet edebiyatı olan topluluktur. Bir milletin edebiyatını yok ettiniz, edebiyatını okunamaz hâle getirdiniz mi, o millette dirlik, birlik, dillik kalmaz.” 

SE- Veysi Bey sizin Türkçeye verdiğiniz önemi, kaleme aldığınız makalelerde okuyor ve görüyoruz. Sorduğunuz soruyu üç beş cümleyle cevaplamam neredeyse imkânsız. 

Yabancılaşma bakın nasıl başladı: 

Son zamanlarda gündemi meşgul eden konulardan biri de “Osmanlıca”. “Osmanlıca”, derken birçok kişinin zihninde İngilizce, Fransızca, Almanca vs. dillerden bahsediliyormuş gibi bir intiba oluştu. “Osmanlı Devletine”, Osmanlı İmparatorluğu denilmesi gibi.  

Türk Dil Kurumu “Devlet”in açıklamasını şöyle yapıyor: 

Devlet, Arapça kökenli bir kelimedir..  

1-Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık: Türkiye Devleti.  

2- Mecaz: Büyüklük, mevki.  

3- Mecaz: Mutluluk. 

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi  

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi Muhibbi  

4-Mecaz: Talih. 

Dolayısıyla “Devlet“,  halkı mutlu, bahtiyar ve talihli olandır. Oysa bugün bu kavramlara ne kadar muhtacız. Aksi, Devlet-i Âli Osman’a, Büyük Osmanlı Devleti’ne haksızlık olur. İmparatorluğun açıklamasını yapmaya gerek görmüyorum. Merak edenler araştırır ve muhakemesini yaparlar, sadece şu cümleyi söylemekle yetiniyorum. 

Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Anayasa. 

Gelelim,  Osmanlıca mı, Osmanlı Türkçesi mi meselesine… 

Alev Alatlı ve Yazgülü Aldoğan “Osmanlıca başka bir dil değil” derken, bu meseleyle ilgili, Prof. Dr. Turan Karataş şöyle diyor: 

Türkçemiz, maalesef galat-ı meşhurlar cennetidir. Maalesef diyorum, çünkü meşhur da olsa, yanlış yanlıştır. “Osmanlıca” da bu galat-ı meşhurlardan biri. Bana öyle geliyor ki, bu yanlış bilerek yapılmış ve kullanıma sürülmüştür. 

“Osmanlıca” adlandırması, bir dönemin ve zihniyetin tezahürüdür. Bir öteleme, unutturma, yok sayma politikasının gereği. Osmanlı’yı başka bir ulus gibi göstermek isteğinin sonucudur. Bunda bir dereceye kadar başarılı da olunmuştur maalesef. Bu yüzden, ülkemizde Osmanlı’yı başka bir millet, dilini de başka bir dil bilenlerin sayısı hiç de az değildir. 

Dahası, bugün Türk boylarını bizden uzak kılmak için de benzer bir politika uygulanıyor. Azeri Türkçesi yerine “Azerice”, Kırgız Türkçesi yerine “Kırgızca”, Özbek Türkçesi yerine “Özbekçe” gibi bilimin, dilin ve tarihin mantığına uymayan yanlış adlandırmalar kullanılmaktadır. Yıllarca, üniversitelerimizin Türk dili ve edebiyatı bölümlerinde bir dönemin Türkçesi “Osmanlıca” adıyla okutuldu.  

Muharrem Ergin’in bu derslere kaynak olan kitabının adı da “Osmanlıca Dersleri” idi.  

Rahmetli Faruk Kadri Timurtaş “Osmanlı Türkçesi’ne Giriş” ve devamı olan iki kitabıyla yanlışlığa ilk müdahale edenlerden biridir. Şimdilerde söz konusu bölümlerin çoğunda derslerin adı “Osmanlı Türkçesi” oldu; kaynak kitapların adları doğrulandı ve “Osmanlı Türkçesi” diye çıkar oldu çoğunluğu. Bunlar mesleğim ve dilim adına sevindirici gelişmeler. Ama hâlâ birçok okur-yazarımız, aydınımız “Osmanlıca”yı başka bir dil gibi algılıyor ve anlatıyor. Bir an evvel kamu algısını düzeltmek ve meşhur yanlışın şöhretini izale etmek gerekiyor. 

Dönemin Dilini Kötülemek İçin Bir Bahane… 

Küçük bir bilgiyi, burada aktaralım. Türkçe’nin yapım ekleri anlatılırken ca/ -ça ekinin dil adları yaptığına vurgu yapılır. Söz konusu ek, kavim adlarına getirilmek suretiyle o milletin dilini gösteren adlar oluşturulur: İspanyol-ca, İngiliz-ce, Fars-ça, Türk-çe vb. gibi. Ekin belli başlı işlevi budur. 

Nasıl “Azerice”, “Kırgızca”, “Türkmence”, “Özbekçe” gibi kelimelerle başka milletlerin dili imiş gibi gösterilen olgular, Türkçe’nin birer şivesi yahut lehçesi ise, Osmanlı Türkçesi de Türkçe’nin bir döneminin adıdır; o devirde aldığı hâli tanımlar. Başkaca söylersek, Türkçe’nin eski hâlidir. Osmanlı Türkçesi’ni bugüne uzak kılan, daha ziyade yazı değişikliğidir.  

Arapça ve Farsça kelimelerin Osmanlı Türkçesi döneminde biraz daha  Türkçe söz varlığı içinde bulunması, dönemin dilini ötelemek hatta kötülemek için mükemmel bir bahane sayılmıştır. Ve bu alfabe farklılığı sebebiyle “Osmanlıca” diye bir “dil” peyda edilir olmuştur.  

Sonuç; “Osmanlıca” diye Türkçeden ayrı gayrı bir dil yoktur. Bu kelimeyle adlandırılmak istenen olgu, Türkçe’nin bir dönemindeki hâlidir ve adı da Osmanlı Türkçesi’dir. 

Şems-i Tebrizî der ki: “Eğer susarsan konuşman daha aydınlık olur. Çünkü sükûtta hem sessizliğin ışığı, hem de konuşmanın faydası gizlidir.”                                                                           

VD- Tarihte en büyük devletlerden olan Selçuklu ve Osmanlı, kimsenin dilini değiştirme gibi bir maksadı olmamıştır. Özellikle İngiltere, Fransa, Rusya başta olmak üzere Avrupalılar, başka milletlerin kültürel varlıklarını bozarak kendi kültürleri ve dillerini zorla uyguladılar. Fransızlar Afrika da, Ruslar Orta Asya’da, İngilizler her yerde zorla dillerini öğrettiler.   

Kırım atasözünde “Dilini kaybeden milliyetini de kaybeder.” deniliyor. 

SE- Her şeyin dille başladığı gerçeğini bildikleri için bunu yapmışlar, yapıyorlar. Misyonerlik faaliyetlerinin temelini de bu yaklaşım oluşturur. Dil, en az Din kadar önemlidir. Hatta Dil, Dinden daha önemlidir. Neden mi? Dil, beyandır, tebliğdir. 

Yaratıcı, Musâ’ya, Firâvun’a gitmesini ve: “Ona kavl-i leyyinle; Yumuşak bir sözle (tatlı, yumuşak bir tarzda) hitap edin. Olur ki aklını başına alır yahut hiç değilse biraz çekinir.” Buyurmuştur. 

Hazreti İsa: “Hitap ettiğiniz insanların anlayabileceği bir dille konuşun” der. 

“İnsanlara güzel söz söyleyiniz!” Bakara, 83 

Bir başka âyette ise Cenâb-ı Hak güzelden de öte, sözün en güzelini söylemeyi emretmiştir: 

“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler!” İsrâ, 53 

Cenâb-ı Hak, en güzel kıvamda yarattığı kullarından, en güzel işleri yapmalarını ve her şeyi de en güzel şekilde yapmalarını istemektedir. Güzel sözün en çok lâzım olduğu saha ise tebliğdir. Her mü’min; kalbî kıvamı, hâl ve kāl yani söz ve öz âhengi nisbetinde hakikatin sözcüsü olmalıdır. Bu sözcülüğü de kaba-saba bir şekilde ve hantal bir kalple değil en güzel sûrette yerine getirmelidir. Nitekim tebliğin, İslâm’a davetin usûlünü en güzel şekilde şu âyet-i kerîme ifade etmiştir: 

“(Rasûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!” Nahl, 125 

VD- Şair Bahtiyar Vahabzade, Kendimden Şikâyetbaşlıklı şiirinde: 

“Bir zaman Rusçaydı reklam, ışıklar / Şimdi İngilizce dürttüler göze / İtin de diline hürmetimiz var / Yalnız öz dilimiz yaramır bize” diyerek bu hassasiyeti ortaya koymuştur.

SE- 1930’lardan 1980’e kadar yürürlükte olan 5237 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu’nun 21. maddesi, Türkçeyi koruyucu hükümler taşıyordu. Son yıllarda görülen yabancı dil işgali nedeniyle, ilgili Devlet Bakanlığınca 1997’de hazırlanan “Türk Dilinin Kullanılmasına İlişkin Kanun Tasarısı” Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmuştu. Böylece Türkçeyi yozlaşmalardan koruma, yabancı dillerin inanılmaz baskısından kurtarma amaçlanıyordu. 

Bu akılcı yaklaşımla gerçekçi uygulamadan alınacak dersler bulunduğu çok açıktır.  

Ülkemizde özellikle 1980’den sonra görülen büyük yanlışlardan biri, yabancı dil öğretimi ile yabancı dille öğretimin birbirine karıştırılmasıdır. Günümüz dünyasında yabancı dilin ve yabancı dil öğrenmenin önemi elbette ki tartışılamaz. Her türlü ilişki, iletişim ve gelişme için yabancı dil elbette çok gerekli. Ama ülkemizde özellikle son zamanlarda düşülen önemli bir yanılgı, yabancı dilin araç değil amaç olarak görülmesidir. İşte bu sebeple, yabancı dille öğretim yapan okulların ve üniversitelerin sayısı hızla artmaktadır. Oysa yabancı dil amaç değil araçtır.  

İşin en acı ve düşündürücü yanı da, yabancı dille öğretim yapan kurumlarda okuyan Türk çocuklarının Türkçeyi ihmal etmeleri, giderek unutmaları, özellikle yazılı anlatım yetersizlikleri içine düşmeleri ve kendi dillerini küçümseyip hor görmeleridir. İşte en büyük tehlike de burada yatıyor.  

Ana dilinin yetersiz olduğu inancı ile yetiştirilen bir gencin, kendi diline ve kültürüne saygılı olması beklenebilir mi?  

O hâlde öncelikle yapılması gereken şey, yabancı dil öğretimi ile yabancı dille öğretimi birbirine karıştırmamaktır. Çok gerekli olan yabancı dil öğretimini bütün okul kademelerinde en etkili ve verimli bir şekilde gerçekleştirelim ya da bunun yollarını arayalım. Ama çok gereksiz olan ve ülkemizin geleceği, kültürü açısından büyük tehlikeler taşıyan yabancı dille öğretim tuzağından kurtulalım. Bunun için de her şeyden önce ana dili duygusu, duyarlığı ve dil bilinci gerekir.  

Çağımızda gelişmiş ülkelerin hiçbiri yabancı dilde eğitim yapmıyor. Bu durum, sadece az gelişmiş ülkelerde ve sömürgelerde görülüyor.  

Bazı okullarda eğitim yabancı dille yapılırsa Türkiye’nin dış dünya ile daha kolay anlaşacağı yaklaşımı, Türkçenin bilim dili olmadığı, İngilizce ile daha iyi bilim yapılacağı gibi görüşler ileri sürülüyor. Bu görüşler, yayılmacılığın sömürge ülkelere dayattığı anlayışın sonucudur. Her ülkede bilim ancak o ülkenin kendi diliyle yapılabilir. Yabancı dille eğitim, eğitim bilimine de aykırıdır. Çünkü bir insan, dünyayı en sağlıklı biçimde ancak kendi diliyle algılayabilir ve anlatmak istediğini de en güzel kendi diliyle anlatabilir.  

Ülkemizin tanınmış üniversitelerinden biri olan ve eğitimi İngilizce yürüten ODTÜ’de yapılan bir araştırmada, öğrencilerin yabancı dille eğitimden memnun olmadıkları, buna karşı çıktıkları görülmüştür. İngilizce eğitim yapılan Boğaziçi Üniversitesinde de benzer görüşler öne sürülmekte, eğitim dilinin Türkçe olması savunulmaktadır.  

Ülkemizde nitelikli insan yetiştirmek istiyorsak, başkalarının diliyle değil, kendi dilimizle, kendi kültürümüzle yetiştirmeliyiz. Çünkü kendi kültürünü dışlayan bir toplum, varlık sebebini önemsemiyor hattâ inkâr ediyor demektir.

VD- Dil bizim varlık sebebimizdir. Dilimize önem vererek doğru, yerinde ve çok kelime ile konuşmalıyız. Düşünür Heidegger de “Dil varlığın evidir” demiştir.  

İnsanlar üzerinde meydana getirdiğimiz ilk intiba 30 saniye içinde oluşur. Bu süreyi bilinçli kullanmak, karşımızdakiler üzerinde istediğimiz intiba oluşmasına imkân verir. “Kişi kıyafeti ile karşılanır, konuşmalarıyla uğurlanır” der Mevlânâ. 

“Şiir dili” olan Türkçenin günümüzde çok kötü kullanılıyor. Türkçeyi öğrenmek, güzel konuşmak için zaman ayrılmalı. 

SE- Etkili bir konuşma yıkıcı değil, yapıcı olmalı, konuşmanın bir amacı olmalı, “laf olsun, torba dolsun” diye gelişigüzel konuşmak karşı taraf için zaman kaybından başka bir anlam taşımaz. 

Konuşma yerinde, zamanında yapılmalı. Etkili konuşmanın olmazsa olmaz şartlarından biri jest ve mimikleri kullanmaktır. Canlı, günümüz Türkçesine uygun bir telaffuz, yerinde doğru kelimelerin seçimi konuşmayı akıcı kılar. Dakikada 125-175 arası kelime kullanmak, olağan konuşma hızı olarak kabul edilir. 

Türkçe genel olarak soluk verme halinde konuşulan bir dildir. Soluk alırken konuşmayı deneyiniz, çok çabuk yorulup, böyle söz söylemenin mümkün olmayacağını düşünüp hemen öksürmeye başlayacak, söylemek istediğiniz kelimelerin hiçbirini işittirmeyi başaramayacaksınız.  

İyi söz söylemek için tam zamanında yeter ölçüde havayı akciğerlere çekmek ve bir defada çekilen yeter ölçüdeki havayı söz söylerken azar azar, hiç zorlanmadan bırakmayı bilmek gerekir. Ayrıca söz söyleyen kimse, solunum sırasında hiçbir zaman soluk aldığını dinleyicilere belli etmemelidir. İyi solunum için burundan soluk alıp, ağızdan vermek gerekir. Rahat solunum için tam ve belirli birtakım hareketlerle göğüs kafesinin oylumunu çoğaltmaya alıştırmak gerekir.  

Solunumda usta olmadan sözde usta olunmaz. Dudak kaslarını geliştirmek için günde 5 dakika “U” ve “İ” harflerini söylüyormuş gibi dudağın büzülmesi ve gerilmesi gerekir.  Ayrıca yatay şekilde dişlerin arasına kurşun kalem sıkıştırıldıktan sonra tekerleme okumak da ağız-dudak tembelliğine iyi gelecektir. 

Topluluk karşısında konuşurken ellerin cebe sokulmaması gerekir. Konuşma arasında belki ellerinizin fazla olduğunu düşüneceksiniz. Eğer öyle bir hisse kapılırsanız, bu düşünceyi en kısa sürede beyninizden atmaya çalışın. Kelimeleri ya da cümleleri vurgulamak için ellerinizi de kullanın. 

Konuşmada mimikler de önemlidir. Boş zamanlarınızda ayna karşısında çalışmalar yapın. Yüzünüze yerine göre “ciddi”, “şakacı ve içten”, “size yöneltilmiş bir eleştiriyi önemseyen, eleştiri ya da iddia sahiplerine karşı alaycı, kendinin suçsuz olduğundan emin” anlamları vermeye çalışın. Rahatlık ve ciddiyetten kopmamak şartıyla içtenlik sergileyin. 

VD- Güzel ve akıcı konuşma, diksiyon konularında tavsiyeleriniz nelerdir? 

SE- Sosyal bilimcilerin uzun yıllar sürdürdükleri çok sayıda araştırmanın sonucuna göre, insanların birbirleriyle yüz yüze kurdukları ilişkilerde sözsüz hareketlerin etkisinin çok yüksek olduğunu kaydetti. 

Dünyada tekrarlanamayacak tek şey ilk intiba, insanlar üzerinde meydana getirdiğimiz ilk intiba 30 saniye içinde oluşur. Bu süreyi bilinçli kullanmak, karşımızdakiler üzerinde istediğimiz intiba oluşmasına imkân verir. Beden dili, yaşanan şartlar içinde, birbirini takip eden hareketlerle değer ve önem kazanan, ses tonu ile desteklenen ve kelimelerle son şeklini alan bir süreçtir. Esas olan, bilginin niteliği değil, kullanılış şeklidir. 

Çevrede olumlu intiba doğuracak beden dili özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: “Göz ilişkisi önemlidir. İnsanların yüzüne bakanlar, bakmayanlardan daha çok hoşa gider. İnsanlarla 

onları rahatsız etmeyecek ölçüde, ancak mümkün olduğu kadar çok göz ilişkisi kurun. Yüz ifadeniz canlı olsun. Mümkün olduğu kadar sıcak ve dostça tebessüm edin ve gülün. Donuk ve ifadesiz görünmekten kaçının. 

Karşınızdaki konuşurken sık sık başınızı hafifçe aşağı-yukarı hareket ettirerek, onu dinlediğinizi ve anladığınızı hissettirin. Çok aşırıya kaçmadan jestlerinizi kullanın. Ellerinizi ceplerinizde tutmaktan ve kollarınızı kavuşturmaktan, ellerinizle ağzınızı örtmekten kaçının. Ayaktaysanız dik durun, oturuyorsanız sandalye ve koltuğunuzu tam olarak doldurun ve arkanıza yaslanın. İnsanlara, daima onları rahatsız etmeyecek mümkün olan en yakın mesafede durmaya gayret edin. Kıyafetinize itina gösterin, uygun giyinin. Kıyafetinize mümkün olduğunca renk katın. Saç ve el bakımınıza özen gösterin. Çok fazla ve hızlı konuşmayın. 

VD- Medya mensupları ve basın yayın organları, Siyasiler, Sanatçılar, Şairler, Müzisyenler ve Spikerlerin kullandıkları dil nasıl? Güzel kullanıyorlar mı Türkçeyi sizce? Örneklerseniz…  

 

SE- Yaptığımız dil yanlışlıklarının sayısında azalma olması beklenirken, artışların karşımıza çıkması, hepimizi üzüyor. Günlük hayatta kullanılan Türkçeye yeteri kadar özen gösterilmediği bilinen bir gerçektir. Arkadaş arasından tutun da yazılı ve görüntülü basına kadar herkesin hoyratça kullandığı Türkçe’nin sonu ne olacaktır? Bu sorunun cevabının toplumu düşünmeye itmesi gerekirken nedense sadece dil konusunda düşünen kişileri rahatsız etmektedir.   

Politikacı, sanatçı gibi toplumun her an takip ettikleri kişilerin hatta hayatımıza bu denli giren yazılı, sesli, görüntülü basının dili yanlış kullanması toplumu da olumsuz etkilemektedir.   

Bir İngiliz, Şekspir’in yıllar önce yazdığı bir eseri çok rahatlıkla okuyabilmektedir. Bizler ise Yahya Kemâl’in bir şiirini anlamakta güçlük çekmekteyiz. Bu nasıl bir dil bilincidir?   

Televizyon kanallarının sayısının artması yanlış kullanımı yaygınlaştırdı. Reklâmlarda çok ciddi yanlışlar halka dayatılıyor. Spor magazini, çok izlenen bir örnek olarak ve aynı zamanda en ciddi dil hatalarının yapıldığı bir alan olarak kitleler üzerinde çok etkilidir. Gazeteler, radyolar, televizyonlar internet, “kavram kargaşa”ları ile doludur.   

VD- Bu insanların dili gelişigüzel kullanmaları ya da özenerek kullanmaları ne dilimize ne katar, ya da aksi…  

SE- Dil, yanlış kullanmaya gelmez. Bırakın cümleyi veya kelimeyi, bir işareti bile yanlış ve eksik kullanamazsınız. Böyle bir yanlışı yazılı, sesli, görüntülü basında yaparsanız, mahvolursunuz. Bir örnek vereyim:  

Şapka dedikleri inceltme ve uzatma işâretini 1970’li yıllarda Türk Dili Kurumu kaldırmaya uğraşıyordu. Buna ihtiyaç yok diye propaganda yapıyorlardı. O yıllarda üniversitede dil dersleri veren hocaya, bir öğrenci itiraz eder:  

“Bu işârete gerek yok. Ne diye bu işâret üzerinde ısrar ediyorsunuz?”  

Hoca, öğrenciyi uzun bir müddet süzer. Sonra şunu sorar:  

– Evli misin? Bekâr mı?  

– Evliyim.  

– Ne zamandan beri?  

– Bir buçuk yıldır.  

– Peki, şimdi ben kâğıda bir cümle yazacağım. Sen yazdığım cümleyi sınıfın önüne gelip yüksek sesle okuyacaksın.  

Tamam mı?  

– Tamam.  

Hoca kâğıda şunları yazar:  

“Bir buçuk yıllık kârımı, arkadaşıma devrettim.”  

Çocuk kâğıdı eline alır; fakat sınıfın önüne gelip okuyamaz.  

Yüzü kıpkırmızı olur.  

“Hocam, haklısın.” demek zorunda kalır.  

Düşüncelerini, duygularını, derdini, hikâyesini iyi ve güzel anlatmak isteyen herkesin dili güzel kullanmaya ihtiyacı var. Dili etkili ve güzel kullanmanın en kestirme yolu, onu kusursuz kullanan ustaları dinlemek, onların kitaplarını okuyarak öğrenmektir.   

VD- Siyasiler Türkçeye önem veriyor mu? 

SE- Bazı siyasilerin Türkçeye hâkim olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kimi parti genel başkanları,  ses ve beden uyumuna dikkat etmiyorlar. Gereksiz vurgu ve tonlamalarla, bağıra bağıra konuşuyorlar ki, bu başlı başına bir kusurudur. Ayrıca beden dilini çok abartılı kullananlar var.  Gereksiz durakların dışında Mesut Yılmaz’ın sesi çok güzeldi. Deniz Baykal asalakları çok kullanıyordu, sesi mikrofonik.  Hayatta olmayan devlet adamlarımızdan Mustafa Kemâl Atatürk, Adnan Menderes, Bülent Ecevit, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Turgut Özal, Alparslan Türkeş, Osman Bölükbaşı iyi birer hatip idiler.  




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —