Sitemiz Enpolitik yazarı, İletişim Dr., İTÜ TMDK Sanatçı Öğr.Üyesi Göktan Ay’ın, “Bir Dünya Müzik için; şair ve Yyzar, Tıp Profesörü, İlahiyatçı, Bilim İnsanı, Müzisyen, Hattat, Edebiyatçı Sayın Prof.Dr. İsmail Hakkı Aydın ile yaptığı “akademi, sanat, eğitim, müzik, nöroşirurji” konulu söyleşiyi yayımlıyoruz…
AY: Sayın Hocam, nasılsınız? Maşallah, çok yönlü bir kişisiniz. Şimdiki akademisyenler, bir alanda bile bu kadar çalışmıyorlar….Bu enerji nereden geliyor?
AYDIN: Teşekkür ederim. Bizim görevimiz, insan olarak, insan olabilmek için, bizden sonraki kuşaklara ve özellikle de hayata, nefes aldığımız, içinde yaşadığımız, sahip olduğumuz, bulduğumuz ve bulunduğumuz dünyadan çok daha iyi bir dünya bırakmak için sadece elimizden geleni değil, elimizden gelmeyeni de yapabilmektir. Zira, yokluğumuzun hissedilmediği bir dünyanın sırtında, varlığımız yük olur.
Enerji ve Zaman… Her ikisi de izafidir bir anlamda. Nitekim, bilimin bizatihi kendisi enerji ve güçtür. İstenildiği takdirde, insan kendi enerjisini de üretebilir. Günümüzde, maalesef insan enerjisi heder ediliyor. Kendi kendimizin, bu açıdan en büyük düşmanı yine kendimiziz. Zaman en kutsal emanet… Zamanda vakti değil, vakitte zamanı yaşamak maharet... Bunu başarabilirsek, holistik kainatta tayy-ı mekan, tayy-ı zaman, temessül ve tecessüd kavramlarının ne kadar kolay ve cari olduğunu fark ederiz.
AY: Birçok ödül, kitap, uluslararası görevler/yönetim kurulu üyelikleri, üniversitede idari görevler almışsınız? (https://www.biyografya.com/biyografi/10054) Siz, makamda yan gelip yatan bir akademisyen olamamışsınız galiba? Ne dersiniz?
AYDIN: İnşallah dediğiniz gibidir. Aksi takdirde, bu alemdeki görevimi bihakkın yapmamış olurum ve ilmi müktesebatımın ve mülkiyetimin hesabını veremem. Bu Âlemde benim esas gâyem; nefes aldıkça öğrenmek ve öğretmektir. Bildiklerimin ve tecrübelerimin tamamını aktarmaya, ömrümün kâfi gelmeyeceği endişesi ile acele ediyorum. Bütün faaliyetlerimdeki gayretim, bunun içindir.
Hayatımda ben hiç tatil yapmadım. Çocuklarıma da yaptırmadım. Bu belki biraz haksızlık olarak nitelendirilebilir. Lakin, ben hep çalışarak dinlenmeyi tercih ettim ve çocuklarıma da, öğrencilerime de bunu bir hayat tarzı olarak öğretmeye çalıştım. Nitekim, beyin dinlenmekten yorulur, çalıştıkça dinlenir. Benim felsefem budur ve bunun da bilimsel olarak izahını, konferanslarımda, derslerimde, beyanatlarımda ve radyo-televizyon programlarımda her zaman yapmışımdır, yazdığım makale ve kitaplarımda ifade etmişimdir.
İşletim sisteminin bağlantısallık matematiği, her şeyin evrensel bütünlüğünden bir parça, en büyük gücünün bilgi ve fevkalade bir ahenk, armoni, estetik ve balans düzenindeki tek bir beyin olan “Holistik Kainat”, kendisinin de ötesinde çok muhteşem ve muazzam, namütenahi bir akıl, bir güç, bir bilgi ve bir “BEYİN” tarafından yönetilmektedir. Bunu farkında olursak, hayatın ne kadar önemli olduğunu anlarız.
Evet… Dünya yan gelip yatma yeri değildir. Her şeyin bir karşılığı, bir hesabı vardır. Tek bir sesin ne kadar önemli olduğunu, son Korona Salgını bize bir kez daha öğretmedi mi! Bu hayata katkısı olmadan nefes alan her canlı, bu kainata yüktür. Zira, meş’alesini bilimin eline tutuşturmuş olan Kur’an-ı Kerim, hiç bir yerde tatilden, emeklilikten ve rahatlamak hariç, dinlenmekten bahsetmez. Çalışarak rahatlamayı ve dinlenmeyi kendimize şiar edinmeliyiz.
“Korona Salgını”na da “Holistik Tefekkür”le bakıldığında; hakikatte Kainattaki mevcudatın atomaltı düzeyde, hiç bir şeyin bir diğerinden ayrı ve mesuliyetsiz olmadığı, her şeyin kusursuz, canlı, aslında birbiri ile bağlantılı, etkileşim içerisinde, ve birbirine muhtaç olduğu anlaşılmaktadır!
Sadece bu açıdan özetlemek gerekirse;
İnsan; en asil vekalet, mükellefiyet!
Beden; en kutsal emanet!
Ömür; en kısa mühlet!
Hayat; en ağır siklet!
Ölüm; en mübhem izafiyet!
Beyin; en büyük devlet!
Akıl; en mukaddes nimet!
Ruh; en esrarlı, rahmani işaret!
Vicdan; en hassas hikmet!
Zeka; en keskin haslet!
Nefis; en gafil, sefil enaniyet!
Şeytan; en masum illet!
AY: “Akademisyende olması gereken etik kurallara bağlı kaldığınız anlaşılıyor. Son yazınızda (Haber365) Kahrediyorum haksızlıklara da, göğsümü gererek “iyi ki böyle sahte, onursuz ve uyduruk akademik bir payeye sahip değilim” diye seviniyor ve “çok iyi yapmışım” diyorum. Yıllar yılı, uzman, yardımcı doçent ve doçent adaylarını, kılı kırk yararak neden imtihan ettiğimizi, profesör olacakları niçin, ince eleyip sık dokuduğumuzu düşündükçe, kendimi de suçlamıyor değilim(!)” demişsiniz. Açar mısınız?
AYDIN: Maalesef geldiğimiz nokta bu… Yıllardan beri bu üniversite sisteminin reforme ve revize edilmesi, uluslararası standartlara kavuşturulması ve tüketmekten ziyade üretmeyi gaye edinmesi için yazıyorum, çiziyorum, konuşuyorum…
2000 yılında, DPT sekizinci beş yıllık kalkınma planı çerçevesinde, komisyon başkan vekili olarak hazırladığım rapor (http://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2018/11/08_Yuksekogretim.pdf), Yüksek Öğretim Dergisindeki değerlendirmem (http://www.yuksekogretim.org/Port_Doc/YOD_2014002/YOD_2014002002.pdf) ve daha aynı konu ile ilgili onlarca makalem ortada dururken kendimi, yeterli gayret göstermediğim zehabına kapılıyorum.
Musibetlerden ders almak gerek! Salgınlar; her yere üniversite(!) diploması alınabilen bir okul(!), her parasını verene diploma(!), her diploma(!) alana doktora(!), her doktora(!) satın alana doçentlik(!), her doçentlik(!) verilene profesörlük(!) bahşedilmesi, her profesörün(!) “Profesör”, her profesörün de “Bilim İnsanı” olarak kabul edilmesi düşüncelerinin çok yanlış ve tehlikeli olduğunu öğretebilse, hayata büyük fayda sağlamış olur!
Kanaatim, acilen 1933 Üniversite reformu gibi, bir reforma ihtiyaç vardır. Referans vermekten ziyade, referans olabilecek bilim insanlarının önü açılmalı, adalet, liyakat, emanet, maslahat ve meşveret ilkelerinden taviz verilmemeli, tezekkür, tekebbür, teakkul, tefakkuh ve tefekkür hasletlerinden yoksun, kafalarına unvan ve makamlarının büyük geldiği sahte hocalar(!) tavsiye edilmeli ve hayata katkı sağlayabilecek hocalar kervanının önünde onlara kılavuz olabilecek idareciler atanmalıdır! Bilim dünyasına dinamo olamayan kuruluşlara, bir işe yaramayan bir kağıt parçasını “diploma” diye öğrencilerin ellerine tutuşturan ticarethanelere(!) “ÜNİVERSİTE” adı verilmemelidir!
Nitekim, adaletten yoksun eşitliğin, birbirinin sırtına basma ve iftira zeminli pespâye siyaset ve hiyerarşinin, kısırlaştırılmış düşüncenin, inzivaya çekişmiş ilim, ahlak ve bilimin, putlaştırılmış erdem mahrumu hainlerin, devleştirilmiş cücelerin, cübbe giydirilmiş kara cahillerin, kafalarına yüz numara büyük şapka takılmışların, iğdiş ve rezil edilmiş san’at ve kültürün, maskaralaştırılmış inancın, ham bağnazların, yobazların, müteşeyyihlerin ve istismarcıların, erdem ve haysiyetten nasiplenmemişlerin, haram servet sahibi mürtekip ve aç zenginlerin, ve haksızlık karşısında susmayı şiar edinmişlerin hakim olduğu toplum asla iflah olmaz!
AY: Siz, ismini taşıdığınız dedeniz, zamanın büyük âlim, müderris ve mutasavvıflarından Hacı Hafız İsmail Hakkı Efendi’den, yirmi yıl müddetle Kur’an-ı Kerim, Arapça, Farsça, Osmanlı Türkçesi, Kelam, Fıkıh, Tefsir, Hadis, Tasavvuf, Belagat, Hitabet, Felsefe, Mantık, Musıki ve Edebiyat, Babası Müftü Halit Aydın’dan Hat, Tahrir, İslam Hukuku, Usûl, Latince ve Fransızca, Hafız Ali Haydar Özak’tan Kıraat, Abbas Hacıefendioğlu’ndan Kelâm, Hasan Çavuşoğlu’ndan Fıkıh, Mustafa Kaygusuz’dan Tefsir, Ali Kemal Saran’dan Hadis ve Tahir Karagöz’den Mûsıkî dersleri almışsınız. Bu dersler size ne kazandırdı?
AYDIN: Çok şey kazandırdı…
Her biri, bin yıl olan bin ömrüm olsa, hepsini de uğruna aşkla feda edebileceğim bir meslektir, mesleğim Nöroşirurji…
Şunu açık gönüllülükle ifade etmeliyim ki, gerek Beyin Cerrahisi ve gerekse diğer ilgi alanlarımda şayet bir yere gelebilmişsem, bunu bahs ettiğiniz sahalardaki öğretim ve eğitimime borçluyum.
Kendi mesleğim olan ve çok sevdiğim ve her zaman, “Tıbbın Olağanüstü Bir Dalı Olan ‘Nöroşirurji’nin, Beyin Cerrahlarını Mahkum Ettiği ‘Müebbet Meslekî İptilâ’, ‘ Asla Tedâvisi Olmayan ve Hiç Bir Madde Bağımlılığı ile Rekâbet Kabul Etmeyen Bir İptilâdır!’ diye tanımladığım Beyin Cerrahisinde de başarılı olabilmişsem, uluslararası boyutta tanınabilmişsem, araştırma heyecanı, yazma arzusu, anlatma ve aktarma iştiyakı, belagatı ve feraseti kazanabilmişsem, edebiyattan, musıkiden, sanattan aldığım haz ve heyecanı mesleğimle özdeşleştirebiliyorsam, ameliyatlarımdaki estetik balansı, notaların fevkalade ve ilahi armoni, estetik, ahenk ve balansından alabiliyor ve bir sanatkar mahareti ile operasyonumu icra edebiliyorsam, bütün bunların arkasında işte bu büyük hazine yatar.
AY: İstanbul Türk Musıkisi Devlet Konservatuarı kurulunca (1975), ilk öğrenciler olarak, sanatçı hocalarımızın hepsinin, güzel-temiz giysilerle, takım elbiseyle okula geldiğini gördük. Bizler de, takım elbise ve boyalı ayakkabılarla gelmeye başladık. Ne zaman üniversiteye bağlandık, herşey boşaldı. Aynı yazınızda; “Bazı hastanelerde(!), adım başı, saçı sakalı birbirine karışmış, yakası paçası yer değiştirmiş, kazma dişli, yılışık, şiş göbekli, kalın enseli, bastı bacak, ayakları terlikli, tırnaklarını kesmeye vakit bulamamış, kirden rengini fark etmekte zorluk çektiğim, sırtındaki gömleğinin düğmelerini çapraz iliklemiş, kot pantolonlu, Deontolojiden bîhaber, kendilerini “doçent”(!) veya “profesör”(!) olarak tanıtan ucûbe doktorlarla(!) karşılaşıyorum.” diyorsunuz. Neden böyle oldu?
AYDIN: Maalesef…
Hayatım boyunca hiç bir öğrencimin, hiç bir hastamın karşısına tıraşsız ve kıravatsız çıkmadım. Bilim insanı kimliğim, müktesebatım, aldığım ilmi terbiye, eğitim ve öğretim, bu hasletlerin “olmazsa olmaz“ kaideleri olduğunu şiar edindim.
Akademisyenlik bir yana,” insan” olabilmek kavramlarını yitirdik. Aklen divane olamadık. “Aklen Dîvâne” olmak, hikmet arzusu ve iptilâsı ile, akıllı olmanın hiç bir yolunun ve manasının bulunmadığını farkında olarak, zeka parıltılarının aydınlığında, sonsuzluğun heyecan verici enginliğine, yalnızlığın soğukluğuna ve huzuruna, sessizliğin karanlığına ve sükunetine, ufkun derinliğine ve zenginliğine, hayatta insanın insanda da hayatın, kâinatta tanrının tanrıda da kâinatın mevcudiyetini fark ederek, her şeyin canlı, “Hep” ve “Hiç” olduğu bu âlemde, “Benlik İnşâsı ve Mîmarisi” için, “Var” olabilmek gayesiyle yelken açmaktır. Bunu fark edemedikten sonra, kişinin, Tahammülü, Tahassüsü, Tahayyülü, Tahayyürü, Tasavvuru, Teakkulü, Teallümü, Teammülü, Tearrufu, Tebahhuru, Teceddüdü, Tecemmülü, Tecennübü, Tecessüsü, Tedebbürü, Tederrüsü, Tedeyyünü, Teemmülü, Tefaddülü, Tefakkuhu, Tefekkürü, Tefennünü, Tefeyyüzü, Tehayyürü, Tekemmülü, Temeddünü, Temeyyüzü, Tesellüm, Teşekkürü ve Tezekkürü kadar insan olabileceğini fark etmesi beklenmemelidir. Ahlakla aşılanmayan ve San’atın ayak izlerini takip etmeyen, sübjektif ve objektif yaklaşımın yanında, perspektif kabiliyetinden mahrum bilimin ve bilim insanının hayata menfaatten ziyade, zararı olur!
Artık çok iyi biliyoruz ki; “Yeni Dünya Düzeni”nde; Âlemdeki mevcûdâtın canlı bir algoritma olduğu hakikatinden hareketle, kolaylıkla biriktirilip depolanabilen, kopyalanabilen, analiz ve transfer edilebilen bilgilerin mülkiyetine sahip olan “Biyometrik Data Bankerleri”, “Beyin ve Beden Mühendisliği”ni kullanarak, etik ve ahlâkî hiç bir sınır tanımadan her şeye müdahale edip, “Dijital Diktatörlük” ve “Faşizm”e de fırsat verebilecek, “Hayât”ı ve “Kâinât”ı şekillendirecek ve yöneteceklerdir! Bu düzenden ve bu hakikatten bihaber olanların tedbir almak ve geleceği şekillendirmek gibi bir kabiliyeti ve gayesi olabilir mi… Onların hoca olmaya ne hakkı var!
Zannediyorum, sebepler ve çare anlaşılmıştır!
AY: Geliştirdiğiniz kendinize has şiir ve modern rubâi formunu, aruz veznini, hece veznini de kullanarak 100’ü aşkın güfte yapmışsınız ve birçok besteci tarafından kullanılarak musıki dünyasında ve TRT Repertuvarı’nda yerini almış. Bunu açar mısınız? Kimlerle çalıştınız?
AYDIN: Evet… Çocukluğumdan beri şiir, özellikle kendime has üslubla rubai yazmaktayım. Yedi adet şiir kitabım yayınlandı. Bunlardan “Ya Hayy!” ve “Rubaiyyat-ı Bircis” aruz formundadır.
Şiir-Rubai mühendisliktir, şiiriyyet ruhu fikir ihtiva eder ve dil ustalığı söz konusudur..
Bir anlamda, manzum söz yakut, zümrüt ve incilerinin saklandığı ve muhafaza edildiği birer MÜCEVHER KUTUSU olarak telakki ettiğim Rubâî, hikmet ve tefekkür şiiri olarak bilinmekte, kalbin hissettiği yoğun duyguları, zihnin daldığı derin düşünceleri, aklın çözemediği sırları, varlık ve yokluğu, aşkı, hayat ve ölüm temalarını, kendine has iki ârûz formu (Ahrem ve Ahreb) ve kaideleri çerçevesinde, detaylandırıldığında ciltlerce kitabı oluşturacak hissiyatı ve bilgiyi süzüp, rafine ve kristalize ederek, belli bir hayat felsefesinin ışığı ve merceği altında, perdenin her iki tarafını da farklı şekilde yorumlayabilecek ve düşündürebilecek mükemmellikte, ustalıkla dört mısraya sığdırabilme San’atıdır.
Rubai bir edebiyat terimi olarak özel vezinlerle yazılmış dört mısralı bir nazım biçiminin adıdır. Bu nazım biçimi İran edebiyatında doğmuş; Türk edebiyatına da bu edebiyattan geçmiştir.
Rubainin kafiye düzeni iki beyitlik nazımlarda olduğu gibi genellikle 'a a b a'dır. Bunun yanında kıt'a gibi “b a b a' şeklinde kafiyelenmiş ve dört mısraı da birbiriyle kafiyeli 'a a a a' şeklinde Rubailer de vardır. Dört mısraı birbiriyle kafiyeli Rubailere rubâ'-i musarra veya terâne adı verilmiştir.
Rubai, bu nazım biçimine özgü ahreb ve ahrem adları verilmiş iki grup vezinle yazılır. Aslında Rubaiyi nazım ve kıt'adan ayıran da budur. Rubai vezinlerinin sayısı 24'e kadar ulaşır. Bunlardan mefûlü ile başlayan 12 vezin kalıbına ahreb, mefûlün ile başlayan 12 vezin kalıbına da ahrem adı verilmiştir.
Milletlerin bekasında ve Devletlerin pâyidâr olmasında çok mühim rolü olan faktörlerden biri de, San’atın içesinde, olmazsa olmazı, Mûsıkîdir. Hele bizim Türk Mûsıkîmizde Rubâî, bestekârlarımızın güfte anlamında beslendiği tek kaynaktır.
Klasik Doğu Edebiyatı içerisinde, en muhteşem rubâîler, İran edebiyatında, günümüzde de, Dünya edebiyatı klasikleri arasında yer alan Ömer Hayyam ile zirveye ulaşmış ve şöhret bulmuştur. Rudekî’yi de mutlaka zikr etmek gerekmektedir. Arap Edebiyatında ise, Şeyh Ömer İbn’ül Fârid en önde gelenidir. Türk Edebiyatımızda en meşhur Rubâî Şâiri, Azmizâde Hâletî’dir. Ancak, Fuzûlî, Nef’î, Nev’î, Nedîm ve Şeyh Gâlip gibi Dîvan Şairlerimizin de Rubâî yazdıklarını görmekteyiz. Son dönemlerde ise, Yahya Kemal, Arif Nihad Asya ve Yılmaz Karakoyunlu’yu zikr etmek gerekmektedir.
1300 yıldan beri geleneksel olarak zamanımıza kadar, kuşaktan kuşağa meşk usûlü ile aktarılan, yaşatılan ve klasikleşen Türk Mûsıkîmizde, son dönemlerde bestelenen eserlerin, eskiden olduğu gibi, klâsikleşememesi, kalıcı olamaması, temel itibari ile güfte olabilecek Rubâî formunda yazılmış şiirlerin yetersizliğinden de kaynaklanmaktadır.
Mûsıkî ile olan çok yakın münasebetim sebebi ile, Bestekârlarımız, Sâzendelerimiz ve Hânendelerimizin hep bu hususta şikâyetçi olduklarını bildiğimden, ben de bunun eksikliğini hissettiğimden, bir nefes olabilmek amacı ile, yıllardan beri Rubâî yazma gayreti içerisindeyim. İçerisinden, yüzden fazla rubâîmin veya dörtlüğümün, çok değerli bestekârlarımız tarafından bestelenmiş şiirlerimin-güftelerimin yer aldığı, altı şiir kitabı (Sûz-i Dilârâ, Aşk, Vuslat, Nefes, Hicran ve Yâ Hayy!) neşr ettim. Bin’i aşkın Şiirlerimde genellikle heceyi kullansam da, en son çıkan “Yâ Hayy!” (Ötüken Yayınları) adlı eserim, ekseriyetle ârûz formunda olup, Bestekârlarımızca itibar görmektedir. Nitekim, aruz formunda yazılmış rubai-şiirler, “kullanılacak usulden makamına kadar, hemen hemen tesbit edilmiş ve yarısından fazlası bestelenmiş” gibi güftelerdir!
'Tıp fakültelerinden her şey çıkar, arada bir doktor çıkar!' tabirinin, aslında haklı olarak, bir gurur vesilesi, hatta çok ince bir övünme ve kibir ifadesi de olduğunu bir kez daha anladım. Bir de Tıp Fakültesine girip de, benim gibi çıkamayanlar da var! Onlara da “Profesör” deniyor! Yaratılan en yüce sanat harikası olan insan ile ilgilenenlerin, şu ya da bu şekilde, az veya çok, özellikle sanat ve edebiyat ile ilgilenmemeleri asla kabul edilemez. Başımızı çevirip Tıp Tarihi'ne baktığımızda, birçok alanda bunun çeşitli örneklerini görürüz.
Millî kültürümüzün çok önemli bir kısmını oluşturan Türk Musikisine de, bütün medeniyet, reform ve yenilik hareketlerinin de başını çeken hekimlerimizin katkısı asla yadsınamaz. Musikimizin geldiği bu noktada, gerek güftekâr olarak ve gerekse bestekâr olarak, sazende ve hanende hekimlerimizin payı çok büyüktür. Genç meslektaşlarımızın bu hakikati dikkate alarak, hekimlik mesleğini çok iyi bir şekilde icra etmelerinin yanında, sanatsal faaliyetlere de iştirakleri çok ehemmiyet arz etmektedir.
Millî kültürümüz ve geçmişimiz, geleceğimizin hazırlayıcısı, emniyeti, teminatı ve müjdecisidir. Geçmişine dayanmayan gelecekler, dejenerasyona müsait, ömürsüz ve her türlü maceraya açık olur. Bir Rus Atasözü; 'Her şeyini geçmişin üzerine bina edersen bir gözünü kaybedersin. Ancak geleceğini planlarken, geçmişini, tarihini ve kültürünü unutursan, her iki gözünü de kaybedersin.' der. Tarihini, kültürünü iyi bilenler, yaşayanlar, tarihten ve hayat okulundan gereken dersi ve tecrübeyi almış olanlar, yarınlarını büyük yanlışlar yapmadan planlayabilirler. Bu nedenle, milli kültür mirasımıza azami derecede önem vererek sahip çıkmalı, bu düşünce ve idealleri gençlerimize mutlaka aktarmalıyız.
Ülkeleri ve milletleri uzun vadede güçlü, dayanıklı, sözü dinlenir ve sarsılmaz kılan sadece ekonomik üstünlükleri değil, aynı zamanda da kültürleridir. Asaleti ve bütünlüğü oluşturan millî kültür ve geleneklerine sırt çeviren, onları hakir gören toplumlar asla söz sahibi olamazlar, saygınlık kazanamazlar ve uluslararası platformda bellerini doğrultamazlar. Millî kültür, millet olmanın temel şartıdır. Ondan uzaklaştıkça, millet ve devlet olma özelliğimiz zaafa uğrar, yabancı ideolojiler, yabancı kültürler, açık pencere ve kapılardan topluma sızar ve gençleri rahatlıkla etkisi altına alır.
Millî kültürümüzü ayakta tutan en önemli temel taşlardan biri, 'KLASİK TÜRK MUSİKİ' mizdir. Fakat ne yazık ki Türk Musikisi, özellikle Cumhuriyet Döneminde üvey evlat muamelesine maruz kalarak, yeterli ihtimam ve alakayı görmemiştir. Bu çerçevede, Konfüçyüs'ün musiki ile ilgili çok ünlü bir sözünü hatırlatmak istiyorum. 'Bir toplumun müziği bozulmuşsa, o toplumda pek çok şeyin de bozulmuş olduğuna hükmetmek gerekir.'
Tahir Aydoğdu'nun ifadesi ile Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde, 'Enderun' denen saray okulunda çöküntü, çözülme, özelliğini kaybetme, ciddiyetsizlik ve fonksiyonunu yitirme başlamıştı. Yüzyıllardan beri kökleşerek gelişen, sağlam temellere oturan bu kuruluşu restore etmek, eski özelliğini geri vermek kimsenin aklına gelmemiş, körü körüne Batı'ya bağımlılık gösterilerek dağılıp gitmesine göz yumulmuştur. Oysa ki Batılılaşma ve çağdaşlaşma, kendi öz değerlerinin de çağdaş düzeyde korunması ve yaşatılmasıdır. 1908'den sonra da 'Enderun Okulu' kesin olarak kapatılmış, Musiki Bölümünün adı 'Mızıka-i Hümayun' olmuş ve Mızıka-i Hümayun ise, daha çok Batı müziğine önem vermiştir.
'Maarif Nezareti', 1914 yılında İstanbul'da 'Darülelhan' (Nağmelerin evi) adıyla bir Devlet Konservatuarı açmış ve musiki bölümünün başına da Musa Süreyya Bey'i getirmiştir. Bu kişinin ilk işi 1926'da, 'Darülelhan' adının 'İstanbul Konservatuarı'na çevrilip yeni kültürümüz için gereksiz olan (!) ŞARK MUSİKİSİ'nin kaldırılmasını istemek olmuştu. Akabinde de, okullardan musiki dersleri zamanın bakanı tarafından kaldırılmış ve Türk Musikisi eğitim ve öğretimi resmen yasaklanmış, hatta 1927'den beri yapılmakta olan radyolardaki yayınları da 1934'te durdurulmuştur. Bu yasak fazla sürmemiş, Atatürk'ün Savarona yatında bir akşam, yasaktan haberi olmadığını ifade ederek radyodan fasıl dinlemek istemesi üzerine, yayınlar tekrar başlamıştır.
Sırası gelmişken, Atatürk'ün Türk Musikisi hakkındaki sözlerine yer vermek istiyorum. Bu sözleri nakleden, de Riyaset-i Cumhur Fasıl Heyeti'nin 15 sene şefliğini yapmış, Atatürk ile devamlı görüşen Binbaşı Hafız-ı Kur'an Yaşar Okur'a aittir. 'Atatürk, her millî varlığa olduğu gibi, millî musikimize de büyük bir önem vermişlerdi. Özellikle, Klasik Türk Musikisi'ni çok severdi. Atatürk, Türk Musikisi'ne bağlı idi, hatt'a onun aşığı idi. Bugünkü Türk Mûsıkîsi'ni canlandıran, Cumhuriyet'in ilanından sonra Atatürk'ün Türk Mûsıkîsi'ne candan gösterdiği ilgidir ki bu sayede, hâlen Türk Mûsıkîsi her yerde rağbet görmektedir'.
Ancak, 'Bizim Musikimiz'in halen, yeterli düzeyde, gerek toplum ve gerekse devlet organları tarafından desteklenmediği, ilgilenilmediği ve üvey evlat muamelesi gördüğü kanaatinde olduğumu da, açık yüreklilikle ifade etmek isterim.
Hekimlik mesleği ile musiki arasında, diğer sanat dallarından ziyade, çok daha fazla yakın bir ilişkinin olduğunu herkes bilir. Bu durumun, aynı hikmet membaını kullanmalarından mı, yoksa her ikisinin de aynı kaynaktan beslenmelerinden mi meydana geldiğini izah etmek gayreti içerisinde olmayacağım. Zira her iki husus, tarih boyunca o kadar iç içe geçmiş ki, insanın, birisi olmadan diğeri de olmaz diyesi geliyor.
Hekimlerin, herhangi bir sanat dalı ile özellikle de musiki ile az ya da çok, profesyonel veya amatör bir şekilde ilgilenmeleri, çağlar boyu süregelen kadim bir geleneğimizdir. Hekimlerin musikiyi tedavide bir enstruman olarak kullanmalarının yanında, bu sanat dalının gelişmesinde ve çok daha geniş bir alana yayılmasında büyük katkıları olmuştur.
Yeni kitabımız, “Güfteden Besteye”nin hikayesine gelince...
Beynimi, aklımı, fikrimi, zihnimi, azmimi, sebatımı, istikbalimi, istikrarımı, istiklalimi, iz’ânımı, irfanımı, burhanımı, ufkumu ve muhayyilemi elinde yoğuran ve büyüten, kendisinin adı ile adlandırıldığım ve ismini taşımaktan çok büyük onur duyduğum, üç yaşımdan itibaren eğitimi, öğretimi ve terbiyesi altında yetiştiğim, maddî ve manevî boyutta hep arkamda duran, zamanının büyük alim, müderris ve mutasavvıflarından Hocam ve Dedem, H. H. İsmail Hakkı Efendi (Hafız Baba), her gece beni yatırdıktan sonra, irticalen çok güzel sesi ile makamına uygun olarak, başından sonuna kadar okuduğu İmam Busayrî’nin “Kasîde-i Bürde”sinin (Hırka Kasîdesi) her beyti hala kulaklarımda... Orjinal Elyazmalı nüshası halen kütüphanemde bulunan bu kitabı hiç yüzünden okumadığım halde, her beyti nağmeleri ile birlikte ezberimdedir. Bu husus, zannımca Edebiyat, San’at, Şiir ve Mûsıkî konusunda bende merak uyandırmaya ve bazı denemelerime en büyük vesile olmuştu.
Ortaokul yıllarımda hece ile şiir yazıyor, aklımca bazılarına melodi ve nağmeler giydirerek beste(!) yapıyordum. Lise tahsilim esnasında Rahmetli Tahir Karagöz’den de mûsıkî dersleri alma fırsatım oldu. Böylece Edebiyat, San’at ve Mûsıkî hayatımın haz kaynağı ve ayrılamaz bir parçası oldu. Yıllar akıp gidiyor, ben daha fazla hece ağırlıklı şiirler yazıyordum. 1991 de “Sûz-i Dilâra” arkasından peşpeşe, “Aşk”, “Vuslat”, “Nefes” ve “Hicran” isimli şiir kitaplarım yayınlandı.
Zamanın Devlet Bakanı Sayın Dr. Yılmaz Karakoyunlu’nun bir kaç güftemi besteleyerek TRT de icra edilmesi sürprizi, beni çok heyecanlandırmıştı. Gerek Edebiyat ve gerekse Mûsıkî dünyası ile yakın ilişkim sebebi ile, bestekarlarımızın yeni beste çalışmalarının kifayetsiz olduğu hakikatiyle karşılaştım. Bunun sebebini 2014 yılında zamanın Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Mûsıkîsi Topluluğu Korosu Şefi, Kadim Dostum, Sevgili Kardeşim Sayın Ûdî Bestekâr Mustafa Fatih Salgar’a sordum. Kendisi, Türk Mûsıkîsi Makamlarının heceden ziyade, aruz formundaki güftelere çok daha iyi uyum gösterdiğini ve aruzla şiir yazan şair/ güftekar pek bulunmadığını söyleyerek beni bu yola ısrarla teşvik edince, ben şiirlerimde, rubâilerimde iştiyak ve hararetle aruz formuna ağırlık verdim. Bu aruz vezinli güfte ihtiyacın dillendirilmesinde, Amir Ateş, Osman Erol Ünal ve Osman Nuri Özpekel Beyefendi dostlarımın haklarını da teslim etmek gerektir. Akabinde “Ya Hayy!” ve daha sonra da “Rubâiyyat-ı Bircis” isimli rubâi/güfte kitaplarımı yayınladım. Benim rubâi/güftelerimde, Aruz Vezni olarak sık tercih edilen hemen her kalıbı kullansam da, genellikle “Mefûlu, Mefâîlu, Mefâîlu, Feûl/Feûlün” vezinlerinin hakimiydi göze çarpar! Aruz vezni ile yazılan ve mana derinliği bulunan güfteler, daha beste aşamasına gelmeden, gerek makam ve gerekse usül itibari ile yüzde seksen oranında bestelenmiş sayılır ve bestekârına çok büyük kolaylıklar sağlar! Bütün bunlar sebebi ile, aruz vezninin hem edebiyatımıza, hem de mûsıkî kültürümüze faydası gözardı edilmemelidir.
Bu süreçte, bir çok değerli bestekarımız, beni aruzla yazma konusunda teşvik etmekle birlikte, rubâilerimizi bestelemek lütfunda bulundular. Bu vesile ile, Dr. Yılmaz Karakoyunlu, Mustafa Fatih Salgar, Osman Erol Ünal, Amir Ateş, Salih Suphi Soner, Osman Nuri Özpekel, Prof. Dr. Gülçin Yahya Kaçar, Mehmet Kemiksiz, Yeşim Altınel Çoban, Dr. Adnan Çoban, Bekir Ünlüataer, İbrahim Suat Erbay, Bora Uymaz, Sebahattin Çevik, Murat Türkmen, Nurullah Ejder, Ahmet Ünal, Hüseyin Erbay, Dilber Kılıçaslan, Hüseyin Samet Talaş, Prof. Dr. Kubilay Kolukırık, Şaban Keşkeş, Cüneyt Bayraktar ve Salih Bora’ya münhasıran kalbî şükranlarımı sunarım. Bu arada, unutmadan lise yıllarında musıki dersleri aldığım merhum Tahir Karagöz’e ve edebiyat ve şiir zevkimi teşvik eden manevi ağabeyim merhum Ahmet Hilmi İmamoğlu’na Allah’tan rahmet diliyorum.
AY: “Müzik ile beyin ilişkisi” desem, neler söylersiniz?
AYDIN: Musıki, insanlığın ve tüm canlıların lisanıdır! Hatta cansız zannettiğimiz tüm varlıkların da…Ben hep musıki ile beyin arasında bir iletişim, bir armoni, bir ahenk, bir balans ve bir feed-back olduğuna inandım. Böyledir de…
Musıki, beyinde mutluluk ve saadet hormonlarının salgılanmasını tetikler. Yapılan bilimsel deneylerde ve klinik çalışmalarda bunun hakikat ve beyindeki limbik sitem üzerinden etki ederek, sağlıklı bir hayat düzeni ve gayret mottosunda teşvik amacına yönelik çok etkin olduğu tespit edilmiştir. Kaldı ki, gerek hafızlarda, şairlerde, kompozitörlerde, muharrirlerde, güftekarlarda, bestekarlarda ve gerekse sazende ve hanendelerde, Alzhaimer, Bunama, Unutkanlık ve Kortikal Atrof gibi nörolojik rahatsızlıkların çok daha az görüldüğü bir hakikattır. Musıki, beynimizdeki nöronlar arası iletişim çok daha ahenkli ve düzgün çalışmasını sağlar, yeni yeni fikir ve projelerin hayata kazandırılmasına kapılar açar. Tefekkür dünyamızı zenginleştirir, ruhi enginliğimizi ve dinginliğimizi sağlar.
AY: Çok fazla kitap, makale, yazı, deneme, şiir, eleştiri, TV programı, yorum, konferans v.b. yapmışsınız. İçinizde yapmak istediğiniz bir konu kaldı mı?
AYDIN: Daha yapılacak çok işimiz, yazılacak çok kitabımız ve söylenecek çok sözümüz vardır!
Bu Âlemde benim esas gâyem; nefes aldıkça öğrenmek ve öğretmektir. Bildiklerimin ve tecrübelerimin tamamını aktarmaya, ömrümün kâfi gelmeyeceği endişesi ile, acele ediyorum. Bütün faaliyetlerimdeki gayretim, bunun içindir.
lmi müktesebatımı ve tecrübelerimi, şükrümün ifadesi olarak, benden sonraki kuşaklara, gerektiği mükemmellik ve miktarda, aktarmaya muvaffak olamazsam, bütün bunları bana lütfuyla bahşeden Yaradan’dan affımı istirham ediyorum!
AY: Günümüz ‘Z’ kuşağına ve Güzel Sanatlar’da/Konservatuarlar’da okuyan gençlere tavsiyeleriniz var mı?
AYDIN: Tabii ki… Olmaz olur mu!
Konsantre olarak kulaklarına küpe olası için ifade etmeliyim ki;
İnsanı; Din ruhî, Felsefe fikrî, Bilim zihnî ve San’at hissî olarak, erdemli ve münevver kılar.
San’at, rafine duygu ve hissiyatın, asırlarca canlı tutulabilmesinin bir tezahürüdür. Ancak, unutulmamalıdır ki, ahlaksız bilim ve San’at, felakettir! Bir bakışın kalpte doğurduğu ihtilalin, Bir kıvılcımın vicdanda ateşlediği isyanın, Bir tebessümün gönülde yarattığı devrimin, Bir dokunuşun beyinde başlattığı ayaklanmanın, Bir sözün fikirde tetiklediği direnişin sırrı, sabırda gizlidir!
Ahlakla aşılanmayan ve San’atın ayak izlerini takip etmeyen, sübjektif ve objektif yaklaşımın yanında, perspektif kabiliyetinden mahrum bilimin, San’atın, bilim insanının ve San’atkarın hayata menfaatten ziyade, zararı olur!
Medeniyet, haklarında yazılanların ebediyyen taze kalması ve ibret alınması için, kurumaya mahkûm mürekkeple değil de, dökülen kanları ile yazılmasını isteyen, hakikatten ve doğrudan asla taviz vermeyen bilim ive San’at insanlarına olan borcunu ödeyemez!
En büyük zenginlik; hiç bir gücün dokunamayacağı ve hiç bir hırsızın çalamayacağı yegâne hazîne olan, ahlâk, zekâ, akıl, San’at ve bilgi hazinesine sahip olmaktır!
Tarihi değiştirebilecek insanlar, mensubu olduğu milletlerin kuvvet ve özelliklerini, bir mercek gibi şahsiyetlerinde teksif ederek, milyonların ruhunu tutuşturacak bir kıvılcım arar.
Yine asla unutmamak gerekir ki;
Belirsizlik, beynin hayal gücünü arttırır!
Akıl oyunları ve illüzyon, toplumsal şuuru etkiler!
Aranan ve çözüm üreten olmak, bağımlılık yapar!
Tevazu göstermek, muhatabın gönlünü feth eder!
Toplumsal zevkleri dikkate almak, davranışları düzenler!
Üstünlükten ziyade dostluk göstermek, saygınlık kazandırır!
Fikrini, muhatabın fikri olarak telkin etmek, kontrolü ele almaktır!
Muhatabın zevk ve ilgi alanlarının konu edilmesi, sempati yaratır!
Düşünceler sabırla tekrar edilirse, toplumun şuuraltına yerleşirler!
Muhatabın duygularına hitap etmek, güven ve hayranlık uyandırır!
ÖZETLEMEK GEREKİRSE;
Hayal kurmaktan asla geri kalmayın!
“Çakıl Taşı gibi olun!” Özünüzü kaybetmeyin. Parçalanıp kaybolmayı değil, çıkıntılarınızı törpüleyip etrafla uyum içinde olun!
Okuyun!
Not alın! Kendi kitabınızı kendiniz yazın!
Okunabilen her şeyi okuyun!
Her kitapta sana yarayan bir bilgi vardır!
Kendinizi iyi tanıyın!
Konforunuzu terk edip, Dış Dünyaya açılın!
Harekete geçin!
Şemsi Tebrizi; “Her insan ölecek yaştadır!” der!
Mevlana; “Şayet Yürümeye başlarsan, yollar sana açılır!” der.
Bilim insanlığı, bir yaşam tarzıdır.
Yolumu aydınlatan Bilimdir!
Dürüst olun
Güler yüzlü olun
Rakamlara eziyet etmeyin
Bildiğinizi öğretin
Hep öğrenci ve hep öğretmen olun!
Öğretmekten haz alın
Bilgi ve tecrübenizi paylaşın
Sıradışı olun
Alamet-i farikanız olsun, farklı olun, hayalci bir tırtıl olun!
Etik davranın (Rakiplerinizle gizli iş çevirmeyin)
Sözünüze ve Randevunuza sadık kalın
Not alın, hafızanıza güvenmeyin
Öğrendiğinizi en basit şekilde anlatmaya çalışın
İşe en zorundan başlayın
Pes etmeyin
Başarısızlığa doymayın
Saygılı ve hürmetkar olun
Kadirşinas ve kıymet bilir olun
Her zaman Şükürbaz olun, teşekkür edin
Balık gibi olmayın. İçinde bulunduğunuz ortamın kadrini bilin.
İçinde bulunduğumuz umman, ZİHİNDİR! Farkında olun zihninizi.
Ön yargılı olmayın (George Bernard Dantzig (8 Kasım 1914 - 13 Mayıs 2005), Amerikalı matematikçi ve bilgisayar bilimcisi)
Meraklı olun
Şüpheci olun
Detaycı olun
Ütopya sahibi olun
Yaratıcı olmak çalışkanlıktan önemlidir.
Meşaleniz bilim olsun
Bilim, bir ummandır. Sakın “bu iş tamam” demeyin!
İyi bir gözlemci olun ve ders çıkartın
Bir çok saha ile ilgilenin, çok yönlü olun
Hayalci olun (Okumak ve Seyahat etmek en iyi hayali kurmada yardımcıdır)
*Kendimizi devamlı yenilemeli ve esnek bir zihne sahip olmalıyız.
İtiraz et, Hayal kur, ilerle!
Hobi sahibi olun
Çok yönlü olun
Çok soru sorun
İlim önce, iman sonra gelir!
İnanmadan önce, anlamanın peşinde olun!
Connectomunuzu oluşturma için, Tecrübelilerle istişare edin!
Nöronu örnek alın!
Hayat, en iyi öğretmendir
Eleştirileri dikkate alın
Mutluluğu küçük şeylerde arayın
Kanaatkâr olun
Para ile alınabilecek şey için zaman harcamayın. Para ile alınamayacak şeyler için zaman harcayın!
Kafanıza takılan sorunun cevabını bulmadan uyumayın
Okumak ve Çalışmak için zaman, kitap, mekan ve imkan aramayın. İçinde bulunduğunuz an en müsait zaman ve elindeki kitap en uygun kitaptır.
Planlı ve programlı olun
Her işinizi kendiniz takip edin
Kumar değil ama, “Paskal Kumarı” işe yarar!
Ailenize zaman ayırın
Hep iyimser düşünün. Kötü düşünmeyin
Başarısızlıklardan yılmayın
Fırsat kollamayın, fırsatı kendiniz yaratın
Bir Rakibiniz hatta düşmanınız olsun
Kendinizi kendinize rakip yapın
Hep değişim içinde olun, metamorfozu yaşayın!
Zeki ve çalışmaktan ziyade, daha iyi ve daha yaratıcı olun!
Lider olun
Vagon değil, lokomotif olun
Ölümsüz olun!
AY: Bu aydınlatıcı bilgiler için gönülden teşekkürler….
AYDIN: Ben teşekkür ederim…