Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, gündeme ilişkin görüş ve önerilerini paylaştı. Konuşmasına geçmiş Ramazan Bayramı tebriği ile başlayan Davutoğlu, hükümetin ekonomi politikalarını sert bir şekilde eleştirdi. Demokrasi ve adalet olgularının yok olması ile Türkiye'nin toplumsal ayrışmaya götürüldüğünü ve 'öteki' kavramının yeniden gündeme geldiğini kaydeden Davutoğlu, 90'lı, 80'lı hatta ve hatta 70'li yıllar Türkiye'sinin sloganlarının ortaya çıktığını kaydetti.
İşte Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu'nun konuşmasından satır başları:
Geçtiğimiz hafta ayrıca tarihimizin biri aydınlık diğeri karanlık yüzünü temsil eden iki yıldönümünü andık. Bir tarafta demokrasimiz adına derin bir hüzün ve utançla hatırladığımız 27 Mayıs darbesinin 60. Yıldönümünü yaşarken, diğer tarafta sadece bizim tarihimizi değil insanlık tarihini de derinden etkileyen İstanbul’un Fethinin 567. yılını idrak ettik.
27 Mayıs. Üç demokrasi şehidimizi idam sehpasına götüren, milli egemenlik anlayışımıza, demokrasi kültürümüze ve hukuk sistemimize ağır bir darbe vuran cuntacılığın milletimize yaşattığı kara bir gün.
Demokrasi şehitlerimiz Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın mübarek naaşlarının bulunduğu Anıt Mezarı ziyaretimizde vurguladığımız ve söz verdiğimiz gibi Gelecek Partisi olarak nereden ve hangi mihraktan gelirse gelsin, her türlü darbeci, vesayetçi ve cuntacı anlayış karşısında bütün varlığımızla dimdik duracak ve bir daha böylesi bir karanlık günün yaşanmaması için sonuna kadar mücadele edeceğiz.
Öte yandan 27 Mayıs ile açılan darbeci çığırın izinde yaşanan ve farklı yöntemlerle demokrasimize darbe vurma amacı güden 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz muhtıra, darbe, post-modern darbe ve darbe girişimlerinin bütün izlerini silecek bir demokrasi vizyonunu egemen kılmak için gece gündüz çalışacağız.
Buradan TBMM’ne ve grubu bulunan bütün partilere bir kez daha çağrıda bulunuyorum: 27 Mayıs sonrası kurulan ve hukuk tarihimizin yüz karası olan Yassıada Mahkemelerinin aldığı tüm kararları geçersiz kılan ve bu süreci keenlemyekun ilan eden bir Meclis kararı derhal alınmalıdır. Demokrasi şehitlerimize borcumuzu nutuk atarak değil böyle bir kararla iade-i itibar yaparak ödeyebiliriz.
29 Mayıs. Fatih Sultan Mehmet’in erdemli, bilgili, hoşgörülü ve hikmetli liderlik ve yönetim anlayışı ile gerçekleştirilen Büyük Fethin dayandığı kültürü ve anlayışı ise kendimize rehber edineceğiz.
Bilgiye dayalı siyaseti, farklı kültürel unsurları korumaya dayalı erdemli çoğulculuğu ve ortak akla dayalı hikmetli yönetim anlayışını 21. Yüzyılın çağdaş normları içinde hayata geçireceğiz.
KORONA SÜRECİ
Bugün itibariyle korona salgını ile mücadelede normalleşme dönemine giriyoruz.
Öncelikle hayatını kaybeden her bir vatandaşımıza tekrar Rabbimden rahmet diliyorum. Kederli yakınlarına sabırlar diliyorum. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Allah hepsinin yardımcısı olsun.
Yine aynı şekilde ülkemizin, milletimizin ikinci bir salgın dalgasına maruz kalmamasını temenni ediyorum. Ümidimiz gerekli önlemlerin alınmasıyla, ülkemizin Korona salgınını atlatması yönündedir. Ancak bunun için Sağlık Bakanlığının yaptığı uyarıların ciddiyetle sürdürülmesi gerekiyor. Hepimiz bu süreçte salgın hastalık ve sebep olduğu sorunlara dair ciddi bir tecrübe kazandık. İnşallah bu tecrübe ile milletimiz bu salgını atlatacak, sebep olduğu maliyetleri telafi edecektir. Ümidimiz iktidarın da bu salgından ciddi dersler çıkarması yönündedir.
İktidar Korona süreci boyunca onlarca tutarsız ve fırsatçı karara imza atmış olmasına rağmen, milletimizin sabrı ve feraseti sayesinde görece daha az bir hasarla bu süreci geçirdik.
Ancak bilim insanları açık bir şekilde yeni dalgalar için bizleri uyarıyorlar.
Hükümetin alacağı tedbirler ve her birimizin göstereceği kişisel hassasiyet normalleşme döneminin nasıl geçeceği üzerinde doğrudan etkili olacaktır.
Normalleşme çerçevesinde, kaldırılacak kısıtlamaların belli bir rasyonalite ve sağduyu çerçevesinde olmasını ümit ediyoruz.
Sağlık çalışanlarımız bağlamında İdari izinli sayılan personel içerisinde gebelerin bulunmaması doğru olmamıştır. Dün gece kaybettiğimiz Dilek hemşireyi rahmetle anarken, gebelerin de idari izinli sayılması gerekliliğini bir kez daha vurgulamak istiyoruz.
Sıcak yaz ayları da düşünülerek binalarda iklimlendirme ve klimalar konusuna özen gösterilmeli ve bu yolla oluşabilecek riskler minimize edilmelidir.
Henüz salgın tehdidinin sürdüğü ülkelere seyahat kısıtlamasının kaldırılmaması gerektiğini hatırlatmak istiyorum. ABD, Rusya gibi ülkelere yönelik seyahat kararları alınırken milletimizin sağlığının göz önünde bulundurulması gerekir.
Ayrıca tüm normalleşme adımlarına rağmen 65 yaş üstü ve 18 yaş altı vatandaşlarımızın evlerinden çıkamamaları durumu bizleri endişelendirmektedir.
Elbette insanımızın sağlığı için gerekli önlemler alınır ancak özellikle 65 yaş üstü insanlarımızın sağlıklarını koruyucu önlemler almadan gerekli düzenlemeler yapmadan sadece evde kalın demek kolaycılıktır.
Yetkililere düşen 65 yaş üstü için gerekli önlemleri almak, sosyal mesafe ve koruyucu sağlık hizmetleri konusunda gerekli adımları atmak, 65 yaş üstüne özel toplu taşıma ve mekan düzenlemeleri yapmaktır.
Yoksa sadece “siz evde kalın” demek ne temel insan hak ve hürriyetleriyle ne de sosyal devlet anlayışıyla uyuşmamaktadır.
1990'LARI GERİDE BIRAKARAK 80'LERİN, 70'LERİN UYGULAMALARI KONUŞULUR HALE GELDİ
İktidar 1 Haziran itibariyle normalleşme sürecini başlattığını ilan etti. Uzun yıllar sonra iktidarın, bir salgın hastalık sebebiyle bile olsa, ilk kez normalleşmeden bahsetmesi bizleri memnun etti. Çünkü, maalesef, ülkemiz son yıllarını hiç hak etmediği anormallikleri yaşayarak geçiriyor. Özellikle demokrasi ve hukuk devleti standartları açısından 4-5 sene önceyle bile mukayese edilemeyen bir ülke haline geldik.
Bir anda 20-30 yıl öncesiyle bugünler yoğun bir şekilde mukayese edilir hale geldi. 2010’larda birileri çıkıp 1990’lardan bahsetse kimse ciddiye almazdı. Bugün maalesef hemen her gün yaşanan olaylar, ortaya çıkan aktörler, işlenen hukuksuzluklar ve kötü yönetim örnekleri yaygın bir şekilde 1990’larla kıyaslanır hale geldi.
Hatta 1990’ları da geride bırakarak 1980’lerin, 1970’lerin uygulamaları konuşulur hale geldi. Hem de bizzat iktidarın sözcüleri tarafından.
Hal böyle olunca, iktidarın normalleşmesiyle ülkenin acilen ihtiyaç duyduğu normalleşme arasında büyük bir uçurum oluşmuş durumdadır. Biz elbette ülkemizin hızla normalleşmesini istiyoruz. Ancak iktidarın normalleşmeden anladığıyla milletimizin normalleşmeden bekledikleri arasında büyük bir uçurum bulunuyor. Bu büyük uçurumun ismi demokrasidir, adalettir, özgürlüktür, hukuk devletidir, şeffaflıktır, yolsuzlukların durmasıdır, adam kayırmacılığın bitmesidir, refahın adil bir şekilde bölüşülmesidir, ekonomide işlerin rayına oturtulmasıdır ve hepsinden önemlisi her bir insanımızın haklarına, onuruna saygı duyulmasıdır.
EKONOMİK KRİZ YAŞADIĞIMIZ İÇİN SİYASAL KRİZ YAŞAMIYORUZ, TAM TERSİ...
Bugün, Türkiye’de bir ekonomik kriz yaşadığımız için siyasal kriz yaşamıyoruz. Tam tersine, bir siyasal kriz, hukuk krizi, adalet krizi ve en önemlisi yönetim krizi yaşadığımız için ekonomik kriz yaşıyoruz.
Hukukun keyfileştiği, adaletin olmadığı, özgürlüklerin baskı altına alındığı ve demokrasinin işlemediği ülkelerde ekonomik ve sosyal krizler de mukadder oluyor. Ne yazık ki Türkiye’de de yaşadığımız budur. Siyasal krizimiz ekonomik krizimizi tetikliyor ve derinleştiriyor.
Bu nedenle, normalleşme kavramını ülkenin nefes borularının açılması, dinamizminin önündeki engellerinin kaldırılması ve gençlerimizin yaratıcılığını körelten uygulamaların ortadan kaldırılmasına yol açacak şekilde daha geniş bir çerçevede ele almalıyız.
Yoksa normalleşme iktidarın anladığı gibi berber dükkanlarının, AVM’lerin, sinemaların, parkların açılması değildir.
Normalleşme ancak siyasetin normalleşmesi olursa değerlidir.
Normalleşme ekonominin yolsuzluklardan kurtulmasıdır. Normalleşme ötekileştirilmenin bitirilmesidir. Normalleşme sabah akşam birilerinin hain ilan edilmesine son verilmesidir.
Normalleşme medyanın tamamına yakınının papağan gibi aynı sloganları tekrarlamamasıdır.
Normalleşme bir tek insanımızın bile devletine dair aidiyet sorunu yaşamamasıdır.
Normalleşme tam demokratik bir hukuk devletinin inşa edilmesidir.
Koalisyon hükümeti büyük ve küçük ortaklarıyla bırakın bu başlıkların herhangi birini zikretmeyi, milletin derdini teşkil eden bütün bu kavramları unutmuş durumdadır.
Artık iktidar demokrasi deyince ortağıyla beraber açılışını yaptığı bir adanın inşaatlarını anlamaktadır. Demokrasi müzelik bir mesele değil, yaşayan canlı toplumlarla alakalı bir hadisedir.
Hukuk devleti deyince adaletin a’sını bile unutmuş adalet sarayları inşaatlarını anlamaktadır.
Ekonomi ve refah deyince yolsuzluk düzeninin, belli sınıfların çıkarlarının, kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı ilişkilerinin devamını anlamaktadır.
Kalkınma deyince kamu kaynakları dışında neredeyse hiçbir ciddi iş yapamamış bir grup iş adamını anlamaktadır.
Hatırlayın Korona krizinin tam ortasında, millet can derdindeyken bile bu iktidar bir grup müteahhittin derdine düşmedi mi?
Hala milletimize nasıl kullanılacağını ve hangi bilim kurulu tavsiyesi gereği yapıldığını açıklayamadıkları İstanbul’daki iki hastaneyi hatırlayın. Bu hastaneleri yapan müteahhit birisini bedava yapmış!
Bakın kıymetli kardeşlerim, tüccarların, esnafların ve alnının teriyle kazananların bildiği bir söz vardır. Derler ki: “Bir şey bedava ise çok pahalı demektir.” Bu devletin neredeyse bütün işlerini verdiği bir müteahhittin yapacağı bedava hastaneye ihtiyacı yoktur. Olmamalıdır.
Yıllarca kamu kaynaklarıyla büyüyenlerin lütuflarıyla değil milletimizin vergileriyle hastanelerimiz yapılmalıdır. Bu şeffaflıktan uzak ilişki tarzı tam demokratik hukuk devletlerinde değil ancak hukukun ayaklar altına alındığı, rüşvetin ve suiistimalin diz boyu olduğu ülkelerde olur.
MİLLETİMİZ HER ŞEYİ SESİZCE BİR KENARA NOT ETMEKTEDİR
İşte şeffaflık kaybolduğunda, ülkeyi yönetenler salgın ortamında bile milletimizin derdinden tamamen kopmuş işlere imza atar ve toz bulutunun içinde görülmeyeceğini düşünür.
Ama milletimiz her şeyi sessizce bir kenara not etmektedir. Bugüne kadar da milletimizin hafızasından daha güçlü bir kayıt görülmemiştir.
İktidar milletimizin naifliğini ve nezaketini yanlış yorumlamış, bu dönemde cürüm üstüne cürüm işlemiştir.
28 Şubat aklıyla üniversite kapatmıştır. İfade hürriyetini daha da geriye götürecek adımlar atmıştır. STK’ları neredeyse tamamen yarı resmi organlara dönüştürecek adımlar atmıştır. Milletin oylarıyla seçilen belediyelere umursamazca kayyımlar atamıştır.
Dağa taşa eski Türkiye’nin sloganları yazılmaya başlanmıştır. Ders kitaplarında yeniden eski Türkiye hastalıkları hortlayarak milleti bölen adımlar atılmıştır.
Polis ve bekçi gibi güvenlik unsurları vatandaşlara hizmet etmek için maaş aldıklarını unutmaya başlamış, her gün bir yerde milleti tahrik edecek hukuk dışı adımlar atarak mağduriyetler yaratmış durumdalar.
Vatandaşın kendisini görünce güvende hissetmesi gereken güvenlik güçleri tedirginlik yaratmamaları gerekir. Ülkede demokratik atmosfer zehirlendikçe vatandaşın hayatına her alanda yansır hale gelmiştir.
Adalet mekanizması felç oldukça güvenlik güçlerinin hukuki denetim standartları da bozulmuştur. Çünkü tuz kokmuştur. İktidar hukuk devletine saygısı olmadığını her adımıyla göstermektedir.
Elbette terörle mücadelede ve asayişin korunmasında cansiperane görev yapan güvenlik güçlerimiz başımızın tacıdır. Gerektiğinde ülke güvenliği için canını vermekten çekinmeyen şehitlerimizi rahmetle anıyorum.
Ancak belindeki silah nedeniyle kendini hukuk yerine koyan, kanun benim mantığıyla hareket eden, hukuk devletini polis devleti ile ikame eden anlayış hem yapılan fedakarlıklara hem de demokrasi kültürümüze gölge düşürmektedir.
Koalisyon hükümetinin farklı iki partideki sözcüleri birilerine racon kesmek için, tehdit etmek için birbirleriyle yarışmaktadır. Bu ortam çok ciddi bir kaotik atmosferin öncüleri gibi algılanmaktadır.
BİR GÜN CAMİYE, BİR GÜN KİLİSEYE, BİR GÜN BİR VAKFA... ESKİ TÜRKİYE TEHLİKELERİNE İŞARET ETMEKTE
Vatandaş yaşanan provokasyonlardan, şiddet eylemlerinden, hukuksuz tutuklanmalardan, geçmişte olduğu gibi devletin içine sızmaya çalışan mafya mantığından ciddi şekilde endişe duymaktadır.
Bir gün Cami’ye diğer gün Kilise’ye, ertesi gün bir vakfa yapılan provokasyonlar eski Türkiye tehlikelerine işaret etmektedir.
İşte bunların tamamı, insanların ihtiyaç duyduğu normalleşme ile iktidarın sunduğu normalleşme arasındaki makasın ne kadar açık olduğunu gösteriyor.
Kaldı ki, koalisyon hükümeti bir dizi yeni anti-demokratik düzenlemeyi de telaffuz etmeye başlamıştır. Henüz ne planladıklarını bilmiyoruz.
Ancak demokratik değerlerle bir türlü barışamayan ortakları siyasi partilerden sivil toplum kuruluşlarına, meclis iç tüzüğünden milletvekillerinin statüsüne kadar bir dizi değişikliğin işaretlerini vermişlerdir.
Öyle görünüyor ki önümüzü kesmek için oyunun ortasında kuralları değiştirmeye ve hile yapmaya niyetliler. Allah’ın izniyle Gelecek Partisi olarak kendi gücümüzle ve teşkilatlanmamızla koalisyon hükümetinin her türlü ayak oyununun ve hilesinin üstesinden geleceğiz.
Bir yerde iktidar sürekli ayak oyunlarına, hilelere başvurma ihtiyacı hissetmişse, bilin ki milletin gündeminden kopmuş ve gönlünden çıkmıştır. Korkuyordur. Onlar korku ve hileye, biz ise ilke ve ümide sarılacağız. Onlar toplumu korkutmaya talip, biz ise umutlandırmaya.
Haklı olduğumuz için ümitliyiz, milletle beraber yol yürümeye kararlı olduğumuz için güçlüyüz.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet sisteminin çerçevesini oluşturan ve adını da koyarak AK Parti’ye neredeyse dikte eden iktidarın diğer ortağı bugünlerde üzerinden daha iki yıl geçmeden yeni sistemin reforme edilmesi gerektiğini ifade etmektedir.
ÜLKEYİ UÇURACAĞI İDDİA EDİLEN SİSTEM MİLLETİN İHTİYAÇLARINA GÖRE DEĞİL KİŞİSEL İHTİRASA GÖRE DİZAYN EDİLMİŞTİR
Türkiye’yi uçuracağı iddia edilen bir sistemin iki yıl içinde eskiyerek reforma ihtiyaç hissetmesinin bu sistemin mimarları tarafından ifade edilmesi çok açık ve acı bir itiraftır. Evet, bu sistem iki yıl içinde eskimiştir, çünkü o zamanki bütün uyarılarımıza rağmen bir sistem mantığıyla değil 12 Eylül otoriter anayasa anlayışına bir yama mantığıyla gerçekleştirilmiştir.
Evet bu sistem iki yıl içinde kendisini tüketmiştir, çünkü milletin ihtiyaçlarına göre değil kişisel ihtiraslara göre dizayn edilmiştir. Evet bu sistem iki yıl içinde yıpranmıştır, çünkü modern dönem siyasi tecrübemizi ve demokrasi anlayışımızı göz ardı eden bir tekil zihniyetin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
MİLLETİMİZİN KADERİNİ ALTERNATİFSİZ BİR SAVRULMAYA ASLA TESLİM ETMEYCEĞİZ!
Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin mimarı ve isim babası Sayın Bahçeli’nin bu sistemi reforme etme zaruretini vurgulaması, başka marjinal bir partinin liderinin dört yıldır ülkeyi AK Parti’nin değil kendilerinin idare ettiğini ve bu sayede 28 Şubat’ın altın çağlarını yaşadığını söylemesi ile Sayın Bahçeli’nin övdüğü Hazine ve Maliye Bakanı’nın “demokrasi olmadan da ekonomik kalkınma gerçekleştirilebileceği” yönünde Çin’i örnek gösteren açıklaması yanyana getirildiğinde demokrasimiz adına “nereye gidiyoruz?” sorusunu sormak biz zaruret halini almış bulunmaktadır.
Yirmi yıla yakın AK Parti’nin başarısı için ter döktüğüne bizzat şahit olduğum demokrat nitelikli siyasetçilerin ve ülkenin 28 Şubat karanlığından çıkması için emekleriyle ve dualarıyla destek olmuş geniş kitlelerin bu tablo karşısında ciddi bir muhasebe yapmakta olduklarına inanıyorum.
Son dört yıl içinde AK Parti’nin demokratik eksenini zayıflatan ve tasfiye noktasına getiren bu ilişkiler ağının bir sonraki hedefi AK Parti’yi 28 Şubat sonrasında iktidara taşıyan geniş kitlelerin sivil direncini de kırarak iktidarın küçük ortağının hala kanal kanal dolaşarak dillendirmekte beis görmediği 28 Şubat zihniyetini hortlatacak bir dönemi başlatmaktır.
Bugün kazanımlarımızı kaybedeceğiz kaygısıyla yanlışlıklara göz yumanları ve onyıllara dayalı fedakarlıklara dayalı birikime ve kurumlara dönük baskılara sessiz kalanları böyle bir dönemin ayak sesleri konusunda uyarmayı sadece bir siyasi parti genel başkanı olarak değil, aynı zamanda ve öncelikle de hayatını bu milli ve sivil birikimin oluşumuna adamış bir ilim adamı olarak da vazife addediyorum.
Şahıslarımıza, yakınlarımıza ve geçmişte oluşumuna emek verdiğimiz kurumlara yapılan bütün baskılara ve hiçbir nezaket ve edep kuralına sığmayan kaba saldırılara rağmen bugün tekrar çileli ama onurlu bir siyasi mücadele içime girmemizin de en temel saiki gelecek nesillerimizi karanlığa boğacak böylesi bir tehlikeyi görmüş olmamızdır.
Gerekirse daha da fazla bedeller ödemek pahasına gelecek nesillere başı dik dolaşabilecekleri onurlu ve demokratik bir ülke bırakmaya kararlıyız. FETÖ terör örgütüne karşı nasıl mücadele ettiysek 28 Şubat zihniyetinin hortlatılması çabalarına da aynı şekilde direneceğiz.
Karşı karşıya kaldığımız soru açıktır: Siyasal kazanımlarımızı kaybedersek daha önceki darbe süreçleri sonrasında görüldüğü gibi tekrar kazanabiliriz ama ya her gün güç yozlaşması ile kaybetmekte olduğumuz değerleri tekrar nasıl kazanacağız? Son bir televizyon programında canlı bir şekilde gördüğünüz kabalığın, nobronluğun ve nezaketsizliğin yerine bize yakışan edep, nezaket ve saygıyı nasıl tekrar ihya edeceğiz?
Şu hususun altını bir kez daha kalın çizgilerle çiziyorum: Bir kişinin ya da partinin değil en az dört neslin mücadelesinin ürünü olan kazanımları korumak için milletimizin kaderini alternatifsiz bir savrulmaya asla teslim etmeyeceğiz. Bu böyle biline!
NE YAZIK Kİ BÜTÜN YATIRIMCILAR NEZDİNDE TÜRKİYE 'SERMAYE KONTROLLERİ UYGULAYAN BİR ÜLKEDİR'
İktidarın gizli ve açık, büyük ve küçük ortakları hükümet sistemini daha da otoriter kılacak reformlardan bahsederken, iktidar partisinin en güçlü bakanının ve gelecek planlaması yapan müstakbel liderinin “demokrasi olmadan da ekonomik kalkınma olabileceğini” ilan etmiş olması normalde siyasi gündemin ana konusu olması gerekir. Ancak, maalesef ciddi ve meslek ilkeleriyle hareket eden basın tamamen baskı altına alınıp dışlandığı için iktidarın ortaklarıyla birlikte açıkça demokrasiden vazgeçme mesajı haber bile olmamıştır.
Benzer şekilde hukuk devletine olan inanç o kadar azalmıştır ki, demokratik bir ülkede bir bakanın kendi ülkesinde “demokrasi olmasa ne olur” açıklaması iktidar götürürken, Türkiye’de haber bile olamamıştır.
Sizlere son dönemlerde iktidarın liyakatsiz ve ciddiyetsiz ekonomi yönetiminin kendi beceriksizliklerini örtmek için ülkemizdeki ekonomik krizi 'küresel piyasalardan gelen döviz ataklarına, sözde dış mihraklara' bağladığını aktarmaya gayret ediyorum.
İktidar “ekonominin sorunlarını, kadroların acizliğini, politikaların yetersizliğini, akıl-dışı/tek merkezli yönetim tarzının yol açtığı sıkıntıları” ülkeyi adım adım dünyadan kopararak çözmeye çalışmaktadır.
İktidar ve ekonomi yönetimi koyduğu yanlış teşhisler nedeniyle ülke her geçen gün daha kapalı bir ekonomi haline dönüşmektedir.
Tekrar altını net bir biçimde çizmek istiyorum, ne yazık ki bugün yatırımcılar nezdinde Türkiye “sermaye kontrolleri uygulayan bir ülkedir”. Bu
Bakın kıymetli kardeşlerim, yaşı 50’nin altında olanlar hatırlamayabilirler. Ama 1970’leri çocukken bile görmüş olanlar sermaye kontrolü, ithalat kontrolü, döviz kontrolünün nasıl bir ülke ortaya çıkardığını çok iyi bilirler. 1978 yılında bir aylığına yabancı dil kursuna katılmak üzere ilk kez yurtdışına gittiğimde rahmetli babamın ihtiyaç olan birkaç yüz dolarlık dövizi bulabilmek için nasıl çaba sarf ettiğini bugün gibi hatırlarım.
Ülkenin ekonomi bakanı, ciddi ciddi kendi iktidarını ülkeyi ithalat cennetine çevirmekle suçlamaktadır.
Bu bağlamda bir parantez açarak siyasi ahlak bağlamında bir hususu daha vurgulamak gerekir. Ülkenin Hazine ve Maliye Bakanı kendi Cumhurbaşkanı’nın Başbakan olduğu dönem ile ilgili açık bir redd-i miras yapmakta ve kendisinden önceki AK parti dönemlerini eleştirmektedir. Bize kalırsa, bu meseleyi kamuoyu önünde değil bir aile meclisinde çözseler daha iyi olur.
AK Parti yönetimi dış politikadan sonra şimdi de ekonomi ile ilgili olarak kendi dönemini reddeden bir sorumsuzluk sergilemektedir. Başarı olarak algılanan politika ve süreçlerle ilgili “başbakan olmasa bakan ne yapabilirdi ki?” diyen, her hangi bir olumsuz algı oluştuğunda ise kendi geçmiş bakanlarını sanık sandalyesine oturtan ve bir taraftan büyük ve küçük ortaklarının diğer taraftan trol çetelerinin hedefi haline getiren bir anlayışın siyasi ahlaktan bahsetmesi mümkün değildir.
Sayın Cumhurbaşkanı Yassıada’nın o meşum yargılama salonunu ziyaret ettiğinde oraya bir siyasi ahlak ve erdem nazarıyla baksaydı gerek Cumhurbaşkanı olarak Celal Bayar’ın gerekse idam sehpasına yürüyen mazlum Başbakan Adnan Menderes’in hiçbir arkadaşını bırakın geçmiş siyasi hasımlarına ve darbe yanlısı basın çevrelerine süngü gücünü arkasına almış Yassıada savcı ve hakimlerine yem etmediğini görürdü.
Tekrar ekonomiye dönersek, bu ekonomi yönetiminin son açıklamalarından anladığımız, Türkiye’yi önümüzdeki günlerde bekleyen en önemli tehdit 1990’lara dönüş değildir. Aksine doğrudan bu kafayla ülkemizin 1970’lere götürüleceği ilan edilmiştir. Rahmetli Özal bu zihniyetle mücadele için bir ömür uğraştı. Benzer şekilde AK Parti, uzun yıllar boyunca ülkeyi dışarıya kapatan içe kapanmacı zihniyetle mücadele etti. Ne yazık ki bugün bütün o emeklerin, mücadelenin heba edilmesine şahit oluyoruz.
Ülkemize yazık ediliyor. Milletimize yazık ediliyor. Gençlerimizin ve çocuklarımızın geleceği ipotek altına alınıyor. İktidar suyu tersine akıtmaya çalışıyor. Ancak Milletimiz müsterih olsun bu mantıkla mücadele edecek ve Türkiye’yi tekrardan hak ettiği istikamete sokacağız. Aklı başındaki herkes bu köhne kafanın ülkeye maliyetini iyi bilir.
Bu ülke cebinde döviz olanın suçlandığı günleri gördü. Amerikan pazarı denilen yerlerde normal temin edilemeyen ithal ürünler satılır insanlar oralarda kuyruğa girerdi.
Gurbetçilerin yurtdışından yanlarında getirdikleri ev ev anlatılırdı. Şimdi iktidar, Türk ekonomisinin dünya ile entegre olmasını istemeyi ülkeyi ithalat cennetine çevirmek olarak görüyor. İhracatla büyüyen Türkiye’nin ürünleri dünyaya vergisiz serbest satılsın ama ülkeye giren her şeye vergi koyun.
Ben size söyleyeyim bu kafa ülkeyi üzerinde “Türkiye’de üretilmiştir” yazan ürünlerin ihraç edilemediği, fabrikaların kapandığı, dünyanın ulaştığı teknoloji ve bilim seviyesini de sadece filmlerde gördüğümüz bir yere götürür.
Bunların yedikleri, giydikleri, içtikleri, banka hesapları, okudukları okullar; hepsi yurt dışında hepsi yabancı. Onların tuzu kuru tabii. Ama kalkıp kahve muhabbeti düzeyinde ithalat ve ihracat analizleri yaparlar.
Bu ekonomi yönetimi ne yazık ki liyakatsizliği ve ciddiyetsizliğiyle Türk iktisat tarihine geçecektir. Bundan zerre şüpheniz olmasın.
Ancak memleketimizin geleceğinin bu liyakatsizlerin elinde harcanmasına müsaade edemeyiz.
İktidar milletin gündeminden çoktan kopmuş durumda. Çarşı ve Pazar’dan haberi yok. Bu liyakatsiz yönetim, bayramın birinci günü sabahı, yangından mal kaçırır gibi döviz işlemleri için banka ve sigorta muameleleri vergisi oranını %1 gibi çok yüksek bir seviyeye çıkardı.
Böyle yüksek oranlı işlem vergileri herkesi “arka yollara” yönlendirir. İşlemlerin kayıt dışına çıkmasına yol açar. Bunlar bir yana, kambiyo vergisini getirenlerin “Zenginlerin elindeki döviz... vatandaşın elindeki döviz” şeklinde ayırması vatandaşa açık bir tehdittir.
Her ne olursa olsun, Türkiye’ye hâlâ güvenen, birikimlerini bankacılık sisteminde tutan vatandaşları adeta suçlayan ve hedef gösteren bu söylem, sektöre duyulan güvene zarar verir. Birileri de kalkıp “İnsanlar Türkiye’ye güvenip paralarını Türk bankalarında ve kayıt içinde tutacaklarına Man Adası veya Malta gibi yurt dışı vergi cennetlerindeki gizli hesaplarda mı tutsaydı?” diye sorarsa ne cevap vereceksiniz?
Kambiyo rejimiyle, ithalat rejimiyle çocuk oyuncağı gibi oynamanın nasıl bir ekonomi ortaya çıkaracağı bir tartışma konusu değildir. Türkiye bütün bunları elli yıl önce oldukça acı bir şekilde yaşamıştır. Bu yaklaşımların sebep olacağı tek şey ülkede refahın, yaşam standardının ve dünyaya ulaşımın ciddi şekilde azalmasıdır.
Yurt dışına gitmenin ancak belirli bir zümrenin hakkı olmasıdır. Basit dayanıklı tüketim malzemelerinin birer lükse dönüşmesidir.
Binlerce sıradan ürünün lüks birer ürüne dönüşmesidir. Dünyayı komplo teorilerinden, ekonomiyi uyduruk analizlerden, piyasayı dedikodulardan öğrenen cahil bir aklın ne Türkiye ekonomisinde olup bitenleri ne de dünyada olup bitenleri idrak etmesi mümkün değildir.
Edemediği için de açıkça demokrasinin ülkemiz için bir yük olduğu, demokrasi olmamasının yatırımlar için bir sorun teşkil etmediği söylenebilmiştir. Hazine ve Maliye Bakanı’nın geçtiğimiz hafta içinde yaptığı açıklamalar son derece dikkat çekici, talihsiz ve tehlikelidir.
Bakan, yaptığı açıklamada Çin’i işaret ederek “dünyada en çok yatırım çeken ülke ve demokrasi, aynı cümlede kullanabiliyor muyuz?” gibi niyetini açıkça ortaya koyan çok tehlikeli bir yaklaşıma sahip olduğunu göstermiştir.
Halbuki Bakan’ın zannettiği gibi uluslararası yatırımcı Çin’e doğrudan yatırım yapmamaktadır. Yatırımcı demokrasinin, hukukun, açıklığın ve serbest kambiyo rejiminin olduğu, kurumsal kapasitesine güvendiği Hong Kong’u, Çin’e yatırım yapmak için bir “aracı” olarak kullanmaktadır.
Birleşmiş Milletler tarafından yayınlanan son rapora göre dünyada 1,3 trilyon dolarlık FDI gerçekleşirken Çin 139 milyar dolar ile ABD’den sonra en fazla doğrudan yabancı yatırım çeken 2. ülkedir. Dünyada en fazla doğrudan yabancı yatırım yapan ülkeler sırasıyla Japonya, ABD ve AB ülkeleri iken Çin’e gelen yatırımların %72,1’i Hong Kong’dan gelmektedir. Çünkü yatırımcılar Çin’in demokrasisine, hukuk sistemine ve kurumsal kapasitesine güvenmezken, Hong Kong’u bir tür “finansal güvenlik duvarı” biçiminde kullanmaktadır.
Türkiye’nin 64 puanla 71., Çin’in ise 59 puanla 103. olduğu ekonomik özgürlük endeksinde Hong Kong 89,1 puanla dünyanın ekonomik olarak en özgür 2. ülkesi konumundadır. Detaylı bir biçimde incelendiğinde Hong Kong; hukukun üstünlüğü, mülkiyet hakkı, yargı etkinliği ve dürüst devlet kriterleri bakımından dünyanın en güçlü ülkeleri arasındadır. Bu açıkça kahve düzeyindeki iktisat bilgisiyle yapılabilecek bir saçmalamadır. Bugünkü ekonomi yönetiminde cehalet diz boyudur.
Demokratik bir ülkenin bakanının hem demokrasiden hem de demokrasi-yatırım ilişkisinden bu kadar uzak olması ancak nepotizmle, yani akraba kayırmacılığı ile mümkündür. O da bizim ülkemizin son yıllardaki en ağır salgınıdır.
BURADAN AÇIKÇA SORMAK İSTİYORUM; BU İKTİDARIN DEMOKRASİYLE NE SORUNU VARDIR?
Kısacası olgusal gerçeklik, yönetimin zihnindeki kurgulara uymamaktadır. Bilgiye ve akla dayanarak değil, “cehaletle ve kulaktan dolma spekülasyonlarla” oluşmuş temelsiz kanaatlerle hareket edenler adım adım sona yaklaşırken, milletimiz büyük maliyetler yaşamaktadır.
Buradan açıkça sormak istiyorum; bu iktidarın demokrasiyle ne sorunu vardır?
Sayın Cumhurbaşkanı, Bakanının açıkça dile getirdiği Çin özentisine ne demektedir? Doğu Türkistan’da kardeşlerimizi toplama kamplarında toplayıp 21. Yüzyılın en aşağılık zulümlerini yapan Çin modelini bu bakan niçin örnek göstermektedir?
2009 yılında baskılar daha bu düzeyde değilken bile Doğu Türkistan’daki Çin politikasını “soykırım” olarak tanımlayan sayın Cumhurbaşkanı şimdi niçin suskundur? Bu fikirleri, size Çin zulmünün Türkiye mümessili yeni iktidar ortağınız mı aşılıyor? 28 Şubatçı, demokrasi düşmanı bu kıymetli yol arkadaşınız mı veriyor bu akılları?
Büyük bir ülke olarak Çin ile ilişkilerimizi geliştirme zarureti yapılan zulümler karşısında sessiz kalmayı mazur kılmayacağı gibi Çin modelini Türkiye’ye taşıma gibi arkaik bir Maoculuğu da meşru kılamaz. 2009’da hem soydaşlarımıza sahip çıkmış hem de Çin ile ilişkilerimiz rasyonel bir zeminde geliştirmiştik. Çünkü o dönemde bütüncül bir strateji içinde AB, ABD, Rusya ve Çin gibi büyük güçlerle dengeli bir ilişki modeli uyguluyorduk. Şimdi ise, bu ülkelerle geçici ve dönemsel bağımlılığa dayalı edilgen bir dış politika uygulaması söz konusu.
Birkaç ay ABD baş düşman edilerek bütün olumsuzluklar onunla ilişkilendiriliyor, birkaç ay sonra Trump en yakın dost ilan ediliyor. Trump’dan alınan tarihimizin en onur kırıcı mektubundan kısa bir süre sonra Washington’da bir teslimiyet tablosu çiziliyor.
Büyük iddialarla ve milyarlarca dolarla S-400 ler alınıp Rusya ile stratejik müttefiklik görüntüsü vererek Batı ittifakı içinde tartışmalar yaşadıktan sonra bu sistemin Nisan ayında devreye girmesi erteleniyor ve Mayıs ayında Karadeniz’de ABD ve Ukrayna ile birlikte bir hava tatbikatına katılınarak Rusya’ya mesaj niteliğe taşıyan bir adım atılıyor.
Dinamik uluslararası konjonktürde mesele-bazlı işbirliği öncelikleri geliştirmek doğrudur; ancak bunları konjonktürel bağımlılık ilişkisine dönüştürmek telafisi güç stratejik kayıplara yol açabilecek vahim bir hatadır.
Ülkemizin saygınlığına ciddi darbeler vuran bütün bu çelişkili ve savruk adımlar konusunda gelecek hafta daha detaylı açıklamalarda bulunacağım. Ancak bu aşamada vurgulamak istediğim husus şudur. Türkiye gibi bir ülke büyük güçlere konjonktürel bağımlılıklara dayalı bir dış politika anlayışı ve uygulaması ile itibarını da, çıkarlarını da koruyamaz.
Demokratik ve milli karakterden kopuşu yansıtan bu siyasi ve diplomatik savrulmalar içinde bocalayan iktidarın sözcüleri, bir taraftan da sürekli “milli ekonomi” nitelemesine başvurarak hamasetle durumu idare etmeye çalışmaktadırlar.
Şimdi açık ve net olarak bir kez daha vurgulamak istiyorum: Millilik hamaset değil yürek, akıl ve eylem işidir.
Mili ekonomi, bundan 4 yıl önce;
2.9 olan döviz kurunu 7 liraya çıkartmamaktır.Mili ekonomi, bundan 4 yıl önce;
11 bin dolar olan kişi başına geliri 9 bin dolara düşürmemektir.Mili ekonomi, bundan 4 yıl önce;
49 milyar TL olan faiz harcamalarını 104 milyar TL’ye yükseltmemektir.Mili ekonomi, bundan 4 yıl önce;
%6-7 bandında olan enflasyonu %12’ye çıkarıp milletin belini bükmemektir.Mili ekonomi,
İsraf ve kötü yönetimle Merkez Bankasının 40 milyarlık yedek akçesine göz dikmemektir.Mili ekonomi
Arka kapı operasyonlarıyla ülkenin 77 milyar dolarlık rezervlerini satmamaktır.
Bu çerçevede hamaset ile gerçeklik arasındaki farkı göstermek üzere geçtiğimiz hafta açıklanan 2020 yılı ilk çeyrek büyüme rakamlarına değinmek istiyorum. İktidar açıklanan büyüme sonuçları üzerinden her zaman yaptığı gibi bir “İLLÜZYON” oluşturmak peşinde.
AB, G20 ve OECD ülkelerinin büyüme rakamları tek tek sıralanıyor ve sözde “bizi kıskanan” tüm yabancılara karşı yeni bir kahramanlık destanı yazıldığı ifade ediliyor.
2019 yılının ilk çeyreğinde %2,3'lik küçülme olduğunu, baz etkisiyle 2020 yılı ilk çeyrek büyümesinin %4,5 olarak gerçekleştiğini söylemiyor elbette.
2018 yılının ilk çeyreğinden 2020 yılının ilk çeyreğine 2 yıl boyunca toplam büyüme yalnızca %2,1 olmuştur.
Yıllık potansiyel büyüme oranı %4-5 olan Türkiye, ekonomi yönetiminin beceriksizliği ve liyakatsizliği nedeniyle 2 yıl boyunca toplam %2,1 büyüyebilmiştir.
Aynı dönemde ülkemizin Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemine geçiş ile birlikte uçacağı iddiaları da hafızalardadır.
Bırakın uçmayı, rakamların da açıkça gösterdiği ülke ekonomisi serbest düşüş halindedir.
İktidar ne kadar gizlemeye çalışsa da Türkiye yakın tarihinin en yakıcı iktisadi krizini yaşıyor.
Bugün kişi başına düşen milli gelirimiz 2007 yılının gerisine düşmüştür. Türkiye bugün kişi başına gelirde 2007’den daha fakirdir.
Reel olarak yatırımlar iki buçuk yıl önceki, vatandaşın tüketimi iki yıl önceki seviyelerindedir. Şubat 2020 rakamlarına göre işsizlik %13,6 seviyesindedir. Yani her 7 kişiden biri işsizdir. Tarım dışı işsizlik %15,6 düzeyindedir. Başka bir deyişle şehirlerde yaşayan nüfusta her 6 kişiden biri işsizdir.
En vahimi ise %24,4 düzeyine ulaşmış olan genç işsizliktir. Her 4 gencimizden biri işsizdir. Geçtiğimiz yıla göre 2,1 milyon vatandaşımız iş bulma ümidim yok diyerek işgücünden çıkmıştır.
Demokrasiyi, hukuku, özgürlükleri, şeffaflığı ve dünyaya açıklığı bu ülkenin yolu olmaktan çıkaranlara inat geçtiğimiz yıl manifesto olarak bilinen açıklamamdaki şu hususların altını tekrar çizmek isterim;
“-Güçlü bir yatırım ortamı için ön şart demokrasi ve hukukun üstünlüğüdür.
-Rekabetçi bir ekonomi ve girişimci dostu bir yatırım ortamı öngörülebilirliğin sağlandığı, kuralların herkese eşit uygulandığı, mülkiyet hakkının güvence altına alındığı bir ortamda kurulabilir.
Hızla, sorunların kaynağını kendinden başka her yerde arayan, yaptığı tutarsız müdahalelerle Türk ekonomisine zarar veren yaklaşım terk edilmeli, ulusal ve uluslararası yatırımcıların güveni yeniden tesis edilmelidir.”
Burada bir kez daha tekrar vurgulamak istiyorum. Türkiye’de bir ekonomik kriz olduğu için siyasal kriz yaşamıyoruz. Aksine, Türkiye’de bir siyasal kriz başka bir ifadeyle bir yönetim krizi yaşadığımız için ekonomik kriz yaşıyoruz.
Daha zengin ve bereketli bir sofranın yolu daha adil bir yargı sistemi, daha hakkaniyetli bir hukuk düzeni ve daha demokratik bir siyasal sistemden geçer. Ekmek sorunumuz temelde bir adalet sorunudur.
DÜNÜN KAVGALARINA DEĞİL, YARININ SİYASETİNE VE TÜRKİYE'SİNE TALİBİZ
Türkiye’nin enerjisini dünün kavgalarıyla heba etmeye değil, yarının siyasetini kurmak için harcayacağız. Dünün kavgalarına değil yarının siyasetine ve Türkiye’sine talibiz.
Bu bağlamda konuşmamın son bölümünde partimizin önümüzdeki dönemde yapacağı çalışmalarla ilgili de bilgi vermek istiyorum. Kısıtlı da olsa başlayan normalleşme ile birlikte önümüzdeki dönem çalışmalarımız hem muhteva hem etkinlik bakımından büyük bir ivme kazanacaktır.
Son Parti Başkanlık Kurulu toplantısında aldığımız kararları sizlerle paylaşmak istiyorum.
Öncelikle, bundan sonraki kamuoyu açıklamalarımızı evden değil, bugün İstanbul İl Başkanlığımızdan olduğu gibi sosyal mesafe kurallarına dikkat ederek kurumsal mekanlarımızdan yapacağız. Ancak, riskin hala devam ettiğini de göz önünde bulundurarak kurallarına kurul ve birim toplantılarını dijital ortamda yapmayı sürdüreceğiz.
İkinci olarak, tadilat çalışmaları tamamlanmakta olan Genel Merkezimizin açılışını da bu ay içinde gerçekleştirerek kurumsallaşma yönünde güçlü bir adım daha atmış olacağız. Genel Merkezimizdeki çalışmalarımız Sağlık Politikaları Kurulumuzun tavsiyeleri doğrultusunda planlanacak ve uygulanacaktır.
Üçüncü olarak, karantina sürecinde her türlü olumsuz şarta rağmen ivmesini kaybetmeyen teşkilatlanma çalışmalarını ivmesi artarak devam ettireceğiz. Şu anda 53 il başkanımız 172 ilçe başkanımız atanmış bulunmaktadır. Ayrıca Ankara’da 200, İstanbul’da 150, Konya’da 50, İzmir’de 40 mahalle başkanımız da görevlendirilmiş durumdadır. Bütün illerimizde bu çalışmalar hızla devam etmektedir.
Size bir müjde olarak ifade etmek isterim ki, Büyük Kongre yapma şartı olan 41 ilimizde il kongrelerimizi yapma noktasına gelmiş bulunuyoruz. 81 ilimize atamalarımızı da en kısa sürede tamamlayacağız.
Bu yaz içinde bütün illerimizde örgütlenmemizi tamamlayarak hangi tarihte yapılırsa yapılsın her seçime kendi irademizle ve kendi gücümüzle katılmaya kararlıyız.
Dördüncüsü, daha önce duyurduğumuz aylık ekonomi değerlendirmelerinin ilkini ekonomi kurul üyelerimizle birlikte basın toplantısı şeklinde yine sosyal mesafe kurallarına dikkat ederek 15 Haziran’da gerçekleştireceğiz.
Bu toplantılarda hem ekonomide gelecek vizyonumuzun ana esaslarını hem de her bir sektör ve sorun alanı ile ilgili kısa, orta ve uzun vadeli çözüm planlarımızı sizlerle paylaşacağız.
Beşincisi, AR-GE birimimiz tarafından sürdürülen Koronavirüs sonrası Dünya ve Türkiye ile ilgili olarak yürütmekte olduğumuz çalışmasını tamamlayarak bir vizyon dökümanı olarak kamuoyumuza sunacağız.
Altıncısı, iki hafta önce Part-içi Eğitim Birimimiz tarafından başlatılan Geleceğe-Bakışlar programı haftalık vizyon konuşmaları şeklinde sürdürülecektir.
Yedincisi, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı vesilesi ile başlattığımız “Gençlerle Geleceğe Doğru” başlıklı interaktif sohbet programımız ülkemizin her kesiminden ve her bölgesinden gençlerimize açık bir şekilde aylık peryotta sürdürülecektir.
Ve nihayet gelecek vizyonumuz açısından son derece önemli bir adım daha atıyoruz. Önümüzdeki günlerde uzmanların da katıldığı “Yeni Anayasa ve Yönetim Sistemi” çalışma grubunu oluşturacağız.
Bu çalışma grubunun hazırladığı ilkesel nitelikli yeni anayasa ve yönetim sistemi taslağını yaz ayları içinde yapmayı planladığımız Büyük Kongremize sunmayı planlıyoruz.
Bu çalışma ile sayın Bahçeli’nin reform çağrısı çerçevesinde daha da otoriterleştirilmeye çalışılan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine karşı alternatif demokratik sistem teklifimizi ortaya koyacağız.
Gördüğünüz gibi, bir taraftan yapıcı eleştirilerimiz yanında gelecek vizyonumuz ortaya koyan çalışmalar yapıyor, diğer taraftan Genel Merkez’den mahallelere kadar inen bir teşkilatlanma ile toplumumuzun kılcal damarlarına nüfuz etmeye başlıyoruz.
Gelecek partisi şu ya da bu partilerle geçici seçim ittifakı yapmaya değil, milletimizin her kesimiyle kalıcı gönül ittifakı yapmaya gelmektedir. Gelecek Partisi bir kişiye, bir aileye, dar bir gruba, sınırlı bir bölgeye, içine kapanık bir toplumsal kesime değil, bütün bir millete aittir. Çok yakın bir zamanda toplumsal dokumuzdan beslenen bu hareketin dalgalar halinde Anadolu’nun ve Trakya’nın her bir köşesine yayıldığını göreceksiniz.
Gelecek Partisi, konjonktürel parlamalara dayalı bir seçimlik bir hareketlenmenin ürünü değil, demokrasi tarihimizin köklerinden beslenen bir dinamizmin ürünüdür. Bu hareketin geleceğini, medya ambargoları, anket manipülasyonları ya da algı operasyonları değil, milletin iradesi belirleyecektir.
Gelecek Partisi millet iradesinin sözcüsü ve geleceğe taşıyıcısı olacaktır. Gelecek Partisi geçmiş hesaplaşmaların değil, gelecek inşasının partisidir. Tepkici değil vizyonerdir. Taklitçi değil özgündür. Kompleksli değil özgüvenlidir. Fırsatçı değil, ilkeseldir. Bu topraklara ait olmak bakımından milli, dünyaya açık olma perspektifinden evrenseldir.
Evlerimizden çıkmaya başladığımız bugünlerde dar ve kalıpçı mahallelerimizden de çıkalım. Komşular arasında fitne çıkarmaya çalışanlara inat hangi görüşten olursa olsun komşularımızla selamlaşalım. Omlar ortak bir geleceğe el ele yürüyeceğimiz kader arkadaşlarımızdır. Biz Gelecek Partisi’ni bu kader arkadaşlığı üzerine kurduk.
Gelecek Partisi sizin geleceğiniz içindir.
Özetle Gelecek Partisi sizindir.
Gelecek ise hepimizin...