'Efsanelerin Gölgesindeki İstanbul Sözleşmesi' başlığıyla yayınlanan yazısında Öztürk, İstanbul Sözleşmesi'nin LGBTİ'ye alan açıp açmadığı sorusuna da açıklık getirdi.
İşte Öztürk'ün Fikir Coğrafyası'nda yayınlanan yazısının tamamı:
'Bu yazının amacı gerçeğin üstüne çöken katmanları temizlemektir. Ortaya çıkan hakikat okuyucunun takdirindedir.
İstanbul Sözleşmesi temelinde toplumda bir ayrışma yaşanıyor. İmza ve onay sürecinin şaibeli olduğunu, Türkiye’nin iradi davran(a)madığını ileri süren toplumsal bir kesim var. Onlara göre yetkililer eksik bilgilendirilerek, yanıltılarak bu tuzağa düştüler. Bu iddiayı destekleyenler arasında, yakın zamanda “Neyi onayladığımızı bilmeden el kaldırdık” sözleriyle nedamet getiren iktidar milletvekili de var.
Bu suçlamaların sahipleri oldukça huzursuz ve kaygılı. Sözleşmenin kadın-erkek eşitliği görüntüsüyle cinsiyetsiz bir toplum kurguladığını, eşcinsellere alan açarak sapkınlığa çanak tuttuğunu, bireyi aileden kopartarak aileyi parçaladığını, ahlak ve namus gibi değerleri yok saydığını iddia ederek sözleşmenin feshedilmesini istiyorlar.
Sözleşmeyi savunanların kaygısı da daha düşük seviyede değil. Kadına yönelik ve aile içi şiddetle mücadelede vazgeçilemeyecek bir metin olduğunu, sözleşmeyi feshetmenin şiddetle mücadelede ilmek ilmek edinilen kazanımların kaybı olacağını, sözleşmenin devlete yüklediği ödevlerin hala yerine getirilmediğini, bu nedenle şiddetin ve kadın cinayetlerinin aynı hızla devam ettiğini, sözleşmenin kesinlikle ithal bir metin olmadığını, hazırlanmasında Türkiye’nin de yoğun katkısının bulunduğunu, imza ve onay sürecinin oldukça bilinçli ve şeffaf yürütüldüğünü belirtiyorlar.
Bu süreç birbirini anlamaya çalışmaktan çok karşılıklı suçlamalarla devam ediyor ve sözleşme taraflarca masaya yatırılarak aslında ne olduğu veya ne olmadığı sakince, rasyonel bir dille tartışılabileceğe de benzemiyor. Bu yazıda sözleşme hakkında kısaca nesnel bilgi verilecek; imza/onay sürecinin şaibeli olduğuna, lgbt bireylere alan açtığına, Türkiye’nin hiçbir çekince koymadan imzalanmasına ilişkin bazı itirazlar değerlendirilecektir.
Geçmiş bilinmeden bugün anlaşılamaz. Bu nedenle Sözleşmenin imzalanmasından evvel yaşanan mağduriyetleri, Türkiye’nin aile içi şiddetle mücadeledeki eksikliklerini, dönemsel konjonktürü kısaca hatırlamanın yararlı olacağı kanaatindeyiz.
***
4320 sayılı Kanun
Türkiye’nin aile içi şiddetle mücadelesine dair ilk Kanun olan “4320 sayılı Ailenin Korunması Hakkında Kanun” 1998 yılında yürürlüğe girmiştir.
Bu Kanun yapılana kadar şiddet failini mağdurdan derhal uzaklaştıracak bir mekanizma bulunmuyordu. Şiddet gören kadınlar sadece Türk Ceza Kanununa dayanarak şiddet failini şikayet edebiliyorlardı. Ancak uzun ve meşakkatli yargılamalar sonucu verilen kararlar şiddet failleri için caydırıcı olmuyordu. Şiddetten korunmak isteyen kadın, yakınlarına veya sığınma evine kaçmaya mecbur kalıyordu.
Temel amacı şiddet uygulayan bireyi derhal aileden uzaklaştırmak ve bazı tedbirler uygulayarak aile içi şiddeti önlemek olan 4320 sayılı Kanun şiddetle mücadelede bir dönüm noktası olmuştur. Ancak Kanundan kaynaklanan sınırlılıklar nedeniyle uygulama yaygınlaşamamış, şiddetle mücadelede ihtiyacı karşılayamamıştır. Kabul edelim ki tüm eksiklik ve sınırlılıklarına rağmen devletin aile içi şiddeti özel alandan çıkartıp kamusal alana taşıması bakımından 4320 saylı Kanun bir kilometre taşıdır.
Kadın sivil toplum örgütlerinin ve hukuk uygulamacılarının yoğun eleştirileri üzerine 2007 yılında 4320 sayılı Kanunda önemli değişiklikler yapılmış olsa da bazı engeller aşılamamıştır. Daha kapsayıcı ve daha etkin bir kanun ihtiyacı giderek daha fazla hissedilmiştir. Kabul edelim ki kanun koyucu (TBMM) bu ihtiyacı görmezden gelmiş, soruna hak ettiği önemi ve özeni göstermemiştir.
İşte bu tartışmalar devam ederken 2009 yılında Türkiye’yi sarsan hatta silkeleyen bir gelişme yaşanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde görülen Nahide Opuz-Türkiye davasında Türkiye, yedi sene boyunca defalarca savcılığa başvurduğu halde aile içi şiddet gören başvurucuyu korumadığı gerekçesiyle tazminat ödemeye mahkum edilmiştir. Bu kararın en önemli özelliği, AİHM’nin tarihinde ilk defa bir devleti böyle bir gerekçeyle mahkum etmesidir.
Başvurucu Nahide Opuz, Diyarbakır’da yaşayan üç çocuklu bir kadındır. Dava, Nahide Opuz ve annesinin 1995 yılından, başvurucunun annesinin öldürüldüğü 2002 yılına kadar yaşanan aile içi şiddet olaylarına dayanmaktadır. (Opuz-Türkiye Kararının linki yazının sonundadır.)
Böylelikle hukuk uygulamacılarının ve sivil toplumun taleplerine omuz silken kanun koyucu, AİHM kararı ile aynada kendisiyle yüzleşmiştir.
İşte İstanbul Sözleşmesi böyle bir iklimde imzalanmıştır.
İstanbul Sözleşmesi
Türkiye’de bu gelişmeler yaşanırken Avrupa Konseyi kadına yönelik şiddetle mücadelede önceki uluslararası metinleri kodifiye eden kapsamlı yeni bir belgenin (İstanbul Sözleşmesi’nin) hazırlığını yapıyordu.
Bu belge 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açıldığı için İstanbul Sözleşmesi ismini alan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”dir. 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Sözleşme iç hukukumuzun parçası haline gelmeden evvel gerek Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nda, gerekse Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in katılımıyla Dışişleri Komisyonu’nda etraflıca değerlendirilmiştir. Genel Kurul görüşmelerinde iktidardan ve muhalefetten söz alan tüm temsilciler lehte görüş bildirmiş, aleyhte hiçbir beyan olmadan Genel Kurulda 246 olumlu 1 çekimser oyla Sözleşme kabul edilmiştir. Kısacası imza ve onay süreci iddia edildiği gibi iyi yönetilmeden eksik bilgilendirmeyle değil, gayet bilinçli bir şekilde ve şeffaf olarak yürütülmüştür.
İstanbul Sözleşmesi kadınları hem kamusal alanda hem özel alanda koruyan, ev içi şiddeti hiçbir ayrımcılık yapılmadan önleme konusunda standartlar belirleyen, bağlayıcılığı ve yaptırım gücü olan uluslararası ilk sözleşmedir.
Image
Sözleşmeye göre kadınlara yönelik şiddet, “Bir insan hakları ihlali ve kadınlara yönelik ayrımcılığın bir biçimi olarak anlaşılmaktadır ve ister kamusal ister özel alanda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar veya ıstırap veren veya verebilecek olan toplumsal cinsiyete dayalı her türlü eylem ve bu eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma” şeklinde tanımlanmıştır.
Yine Sözleşmeye göre kadına yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddetise; “Kadına kadın olmasından dolayı uygulanan veya kadınları orantısızbiçimde etkileyen şiddet” olarak tanımlanmıştır.
Burada orantısız biçimde etkileyen şiddet ifadesinde bir noktayı vurgulamakta yarar vardır. Madde hükmünde bahsedilen “orantısız şiddet” olmayıp, şiddetin kadınları orantısız şekilde etkilediği durumlardır. Bir başka deyişle mağdurun yaşadığı olaylardan orantısız biçimde etkilenmesidir.
Sözleşmeye göre kadına yönelen şiddet, kadın erkek eşitsizliğinin ve kadınlara karşı yapılan ayrımcılığın sonucudur. Bu kapsamda Sözleşme Taraf devletlerden kadınlara yönelik ayrımcılığın gerektiğinde yaptırım uygulayarak yasaklanmasını, kadına yönelik eşitsizlik ve ayrımcılık içeren hükümlerin yürürlükten kaldırılmasını ister.
Sözleşme fiziksel şiddeti, psikolojik şiddeti, taciz amaçlı ısrarlı takibi, tecavüz dahil her tür cinsel şiddeti, cinsel tacizi, zorla evlendirmeyi, zorla kürtaj-zorla kısırlaştırmayı, kadın sünnetini yasaklar.
Sözleşmeye göre Taraf devletlerin yükümlülükleri
Sözleşme sadece şiddet failini cezalandırmaya odaklanmaz. Kadına yönelik şiddet ev içi şiddeti önleme, koruma, destekleme ve şiddeti kovuşturmayla ilgili taraf devletlerin yapması gerekenleri detaylı düzenlemiştir. Şiddeti önleme ve korumaya yönelik toplumsal cinsiyete duyarlı bütüncül ve eşgüdümlü politikalar geliştirilmesini ister. Bu amaçla yeterince beşeri ve kaynak ayırmak, resmi bir koordinasyon birimi kurmak, istatistiksel veri toplayarak bunları düzenli aralıklarla yayınlamak, şiddetin önlenmesi için farkındalık ve zihniyet değişikliği sağlayacak çalışmalar yapmak, tecavüz mağdurları için kriz istasyonları kurmak gibi Taraf devletlere pek çok yükümlülük getirmiştir.
Bu amaçla kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetle mücadelede sonuç alınabilmesini şiddetle çok yönlü mücadele edilmesine bağlayarak Taraf devletlere bir yol haritası belirlemiştir.
Sözleşme LGBTİ bireylere özel statü sağlıyor mu?
İstanbul Sözleşmesine yönelik en sert eleştirilerden biri, eşcinsel beraberliklerin önünü açtığı hatta yasal statü tanıdığı yönündedir. 'Cinsel yönelim' ibaresi sözleşmenin 4.madde 3.fıkra hükmünde geçmektedir. Buna göre taraf devletler mağdurları şiddetten korurken cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapamayacaktır.
İşin aslı Sözleşmede LGBTİ bireylere yönelik özel bir vurgu yoktur. Eşcinsel birliktelikleri teminat altına alan ya da bu bireylere özel bir statü sağlayan herhangi bir hüküm de bulunmamaktadır. Sadece Taraf devletlerin mağdurları ev içi şiddetten korurken, cinsel yönelim ve cinsel kimliği ayrımcılık nedeni yapmamasını ister (Madde 4/3).
Daha özet bir anlatımla Sözleşmenin Taraf devletlerden, iç hukuklarında LGBTİ bireylere özel/yasal statü sağlanması, onlara alan açılması, evliliklerinin tanınması gibi beklentisi yoktur.
Çekince efsanesi
Bir diğer eleştiri konusu ise; birçok Avrupa ülkesi çekince koyduğu halde, sanki en fazla şiddet Türkiye’deymiş gibi çekincesiz imzalandığına yönelik oldukça sert itirazlardır. Bu itirazların hukuki bir karşılığı bulunmamaktadır. Şöyle ki;
Çekince konulabilecek maddeler tartışma konusu edilen ve sıkça eleştirilen (cinsel yönelim) konulara ilişkin maddeler değildir. Oldukça sınırlı alanlara çekince konulabilmektedir. Bunlar ise 30, 33, 34, 44, 55, 58, 59 uncu maddelerin çeşitli fıkralarından ibaret olup; devlet tazminatı, suçun işlendiği yer, zaman aşımı, göç ve sığınma gibi konularla ilgilidir. Bunların dışında bir çekinceye zaten sözleşme izin vermemektedir. Ağır eleştirilen ve kamuoyu oluşturan cinsel yönelimle ilgili 4.madde 3.fıkraya ise çekince konulamamaktadır.
Geçtiğimiz günlerde Macaristan Parlamentosu İstanbul Sözleşmesini onaylamamış, bu gelişmeyle Türkiye’yi çekincesiz imzaladığı için eleştirenlerin sesi daha da yükselmiştir. Maalesef bu çevrelerde Macar Parlamentosu’nun neden Sözleşmeyi onaylamadığı merak uyandırmamıştır. Parlamentonun onaylamama nedeni*, sözleşmenin kadınlara cinsiyet üzerinden iltica hakkı tanıması ve bunun da Macaristan’ın göç politikasını olumsuz etkilemesi endişesidir. Çünkü Sözleşme, kadın mağdurlara cinsiyete dayalı sığınma hakkının tanınmasının güvence altına alınmasını istemektedir. Gerçi Sözleşme bununla ilgili olarak çekince koyma imkanı getirmektedir. Ancak çekincelerin geçerlilik süreleri olup, Sözleşmenin 79.maddesinde detaylı düzenlenmiştir. Muhtemeldir ki Macaristan Parlamentosu da bu nedenle çekinceli olarak kabul etmektense onaylamamayı tercih etmiştir. Bu bilgiler ışığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, çekince koyan ülkelerin asıl motivasyonu Sözleşmenin göç politikalarını etkileyecek olmasıdır.
Sonuç olarak Avrupa ülkeleri dahi çekince koyduğu halde Türkiye’nin cinsel kimlik ve cinsel yönelimle ilgili hiçbir çekince koymadığına ilişkin eleştiriler spekülasyondan ibaret olup hukuki bir dayanağının olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Sözleşmeye itiraz edenlerin giderek yükselen talepleri “Sözleşmenin feshedilmesi” yönündedir. Peki Sözleşme feshedilebilir mi ya da değişiklik yapılabilir mi?
Taraf devletlerin Sözleşmeye ilişkin değişiklik önermesi hukuken mümkün olmakla birlikte, Sözleşmenin 72.maddesinde belirtilen değişiklik prosedürünün zorluğu nedeniyle değişiklik gerçekleştirilmesi fiilen çok zor görünmektedir. Ancak tüm Taraf devletler istedikleri zaman Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne yapacağı bir bildirimle sözleşmeyi feshedebilecektir.'