Canboray Soykan'dan kadın cinayetleri üzerine: İstanbul Sözleşmesi yaşamak zorunda !

Canboray Soykan

Sitemiz genel yayın yönetmeni Canboray Soykan bugün ''Her öykü duyulmak ister'' başlıklı yazısında kadına yönelik şiddete dikkat çekti.

Sitemiz Genel Yayın Yönetmeni Canboray Soykan bugün ''Her öykü duyulmak ister'' başlıklı yazısında kadına yönelik şiddete dikkat çekti ve Siirt'te Musa Orhan tarafından taciz edildikten sonra intihar eden İpek Er'i andı.

Musa Orhan'ın tahliye edilmesi hakkında Soykan, ''Musa Orhan kaçış şüphesi olmadığı gerekçesiyle dün tahliye edildi. Dün o yaratık tahliye edildi ama bu devletin adaleti infaz edildi. Hem de vatanseverliği, feraseti kimseye bırakmayan bir iktidar tarafından infaz edildi bu devletin adaleti !'' ifadelerini kullandı.

Her öykü duyulmak ister başlıklı yazısının tamamıysa şöyle:

Ölen kadınların öyküsü

27 Ağustos 2019’da Bundan tam bir sene önce yine yayınlanan yazıma baktım, uzun süre sonra bir kez daha okudum. Geçen sene bugün ‘’Ölen Kadınların Öyküsü’’ başlıklı yazımda kadına karşı şiddeti, kadın haklarını ve İstanbul Sözleşmesi’nin layığıyla uygulanması gerektiğini yazmışım. Geçen sene bugünlerde içimizdeki panayırın pamuk şekerlerini zifte bulayan Emine Bulut hadisesi gündemdeydi, herkes Emine Bulut’u ve ‘’Anne lütfen ölme !’’ çığlığını konuşuyordu her yerde. O Yazıyı şöyle bitirmişim:

‘’Emine Bulut ilk değildi, son da olmayacak.

Lakin umut ediyorum bu dünyadan gidişi, giderken söylediği o cümle, o son çığlık, boynundan yerlere kan boşalırken evladına bakışı ve ona son sarılışı anlatacak hepimize bir perdenin kısık yeri kadarı incelip ölen kadınların öyküsünü.’’

 

Bir varilin içine sığar mıydı bir kadının hayatı ?

O günden bugüne bir sene geçti, geride bıraktığımız bir senede hep birlikte gördük ki Emine Bulut da yetmedi ölen kadınların öyküsünü anlatmaya. Hiçbir dehşete düşürücü manzara, hiçbir usta kalem, hiçbir panel ve hiçbir organizasyon yetmedi ölen kadınların öyküsünü anlatmaya. Emine Bulut’tan bugüne kadar biz 400’den fazla kadını cinayete kurban verdik, binlerce kadın taciz edildi, binlerce kadının kanadı kırıldı. Yitirdiğimiz, koruyamadığımız, toprağa verdiğimiz her bir kadın zifir bir geceyi aydınlatan yıldızdı, söndüler. Onlar söndükçe tepemizdeki gece körleşti, körleştik hep birlikte. Pınar Gültekin’i, Nadide Şahin’i, Türkan Balcı’yı, Asya Yavuz’u ve iki üç satıra sığdıramayacağımız kadar kadını kaybettik biz. Kim bilir ne hayalleri vardı, kim bilir kimler bekliyordu onları ? Bir varilin içine, bir dipsiz çukura, bir çöp konteynırına sığar mıydı bir kadının hayatı ?

 

İstanbul Sözleşmesi hakkındaki tartışmalar tehlikeli

Tüm Türkiye’yi ayağa kaldıran Pınar Gültekin vakasından sonra TKDF Başkanı Canan Güllü’yle tanışma ve kadına şiddetle mücadelenin detaylarına vakıf olma şansını yakaladım. Yine Pınar Gültekin vakasından sonra sosyal medya üzerinden seneler önce uğradığı tacizi, şiddeti, işkenceyi kamuoyuyla paylaşmaya karar veren kadınlarla sohbet etme şansını yakaladım. Bu sohbetlerin neticesinde ortaya çıkan düşünceler geçen sene yazımda sunduğum çözüm önerilerini destekledi. Kadına şiddet olgusu vahim bir sorun, bu sorunun çözümü için toplumun tüm kesimlerinin içinde temsil edileceği geniş katılımlı bir toplumsal mücadele gerekiyor. Çocukları yetiştirme tarzımızdan eğitim müfredatımıza, eğitim müfredatımızdan hukuk kurallarımıza kadar kayda değer değişiklikler gerekiyor. İktidarda bulunan AKP’nin Türkiye’ye kattığı sayılı kazanımlardan biri olarak kabul edebileceğimiz İstanbul Sözleşmesi’nin de hiç şüphesiz yaşatılması gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi hakkındaki tartışmalar, yersiz, lüzumsuz ve bir o kadar da tehlikeli.

 

 

 

İstanbul Sözleşmesiyle alıp veremediğiniz nedir ?

Biz kadına yönelik şiddete karşı bir toplumsal mücadeleyi gözlerken, birileri kısır döngünün içine girmiş gidiyor. Kancayı İstanbul Sözleşmesi’ne takan bir güruh var ki ne siz sorun ne de ben söyleyeyim. İstanbul Sözleşmesi adından da anlaşıldığı üzere (Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi) kadınlara yönelik şiddeti ve aile içi şiddeti hedef alır. Bu sözleşme uluslararası arenada kadına şiddete karşı durduğumuzu belli eden, kadına karşı şiddeti devlet politikalarıyla azaltmayı hedeflediğimizi açıklayan bir metindir. Bu sözleşmenin ülkelerde hukuki olarak bir yaptırım gücü olamaz, ülkeler sözleşmeleri imzaladıktan sonra kanunlar yaparak bir sözleşmede taraf olduğu değerleri kanunlaştırır. Türkiye’de de ilgili kanun 6284 numaralı kanundur. Bugün iktidarın tetikçiliğini üstlenen kimi kalemşorların ve hayata kökten fundamentalist yaklaşan kimi çevrelerin bu sözleşmeyle ne alıp veremediğini idrak etmekte hakikaten zorlanıyorum. Sözleşmede LGBT+ bireylerin dezavantajlı grup olarak kabul edilmesine dair bir emare yok, sözleşmede şiddete uğrayan mağdurların din, dil, ırk ve cinsiyet ayrımı yapılmaksızın korunması gerektiğinin altı çiziliyor; 4.maddenin 3.fıkrasında geçen bu ibare işte bu hengameye neden oluyor.

 

Bitmişsiniz siz, bitmişsiniz !

Bu fıkra için ortalığı velveleye verenlere göre şiddete, işkenceye maruz kalanlar eşcinsel bireyler olursa işkence görmek onlara reva öyle mi ? Bu nasıl bir bakış açısıdır, bu nasıl bir mantıktır ? Bu sözleşmeyi okuyarak ‘’Hadi eşcinsel olalım, devlet bize imtiyaz tanıyor !’’ diyen çıkmaz ama ele geçirilmiş adaletin mahuf bir sonucu olarak; ‘’İstediğin yere şikayet et. Benim daha önceden tecrübem var, bir şey yapamazlar, arkam var !’’ diyerek bir kadının hayatını mahvetmeye cüret edenler çıkar. Bu cümleler size tanıdık geldi mi ? Musa Orhan’ın telefonundan çıkan mesajlar bunlar. İpek Er’i hürriyetinden yoksun kılan, zorla uyuşturucu haplar içiren ve zorla cinsel ilişkiye zorlayan Musa Orhan’dan dökülen cümleler bunlar. İpek sadece 18 yaşındaydı, İpek’in düşlediği pembeli morlu yarınlar vardı, İpek’in bir yaz akşamında sarmaşıkların arasında bir salıncağa kurulup uçuşan saçlarıyla birlikte söyleyeceği şarkıları vardı, İpek’in gıdılarını okşayacağı kedileri ve cıvıltılarına ortak olacağı kuşları vardı. Olmadı, söylenmedi o şarkılar. İpek’in ruhundaki yara öylesine derin, öylesine dayanılmazdı ki kendi canını kendisi aldı. Belki de bir varilin içine istiflenmek istemedi, belki de bir kuytu köşede yakılmaktan, yakılırken haykıracağı çığlıkları kimselere duyuramamaktan korktu ve hayatına kendisi son verdi işte.

İpek kendi canını aldı, uçtu gitti buralardan ve tüm bunlara sebep olan yaratık dün tahliye edildi. Tahliye edilmeden önce devlet erkanından gelen açıklamalar tahliyenin ayak seslerini duyurmuştu ama yine de bunun olacağına inanmak istemedim. Bu kadar rezil olmayız, bu kadar da ayağa düşmeyiz diye düşündüm ama yanılmışım. Bu yaratık uzman çavuş olduğu için sözde bu yaşananlar HDP’li vekilin taciz hadisesini örtmek için ortaya atılmış, ortada büyütülecek bir şey de yokmuş. Ortada büyütülmeyecek bir şey varsa o da sizin kalibreniz, kaliteniz, devlet insanlığınız ve insanlığınız ! Biraz olsun utanmanızı dileyeceğim ama bunu beceremeyeceğinizi bildiğimden bunu bile dilemiyorum ! Utanabilmek de bir erdemdir, erdem de ancak göğüs kafesinin içinde bir yerlerde vicdan taşıyan insanlarda görülebilir! Sizlerde ne vicdan, ne kalp, ne duygu, ne de iyi niyet kalmış. İktidar hırsı, kibir ve güç zehirlenmesi mahvetmiş sizleri. Bitmişsiniz siz, bitmişsiniz !

 

 

Musa Orhan tahliye edildi, adalet infaz edildi !

İpek hayatına son vermeden önce yazdığı mektupta şunları anlatmış:

“Musa Orhan bana tecavüz etti. Ben çok ağladım, bana kendini diktirirsin dedi. Saçımı çekip yerlerde sürükledi. ‘Kimse sana inanmaz, bana bir şey olmaz, sen sahipsizsin’ dedi.”

Ve Musa Orhan kaçış şüphesi olmadığı gerekçesiyle dün tahliye edildi. Dün o yaratık tahliye edildi ama bu devletin adaleti infaz edildi. Hem de vatanseverliği, feraseti kimseye bırakmayan bir iktidar tarafından infaz edildi bu devletin adaleti. Fatih der ki: ‘’Kadıyı satın aldığın gün adalet ölür, adaleti öldürdüğün gün devlet de ölür.’’ Avukatlara, hakimlere, savcılara düğmeli cüppe diktirenler bugün bu devletin adaletini infaz ettiler. Düğmeli cüppelerin terzileri için yolun sonu görünüyor, bugün değilse yarın ne iktidar, ne güç, ne de makam mevki kalacak ortada. O gün bizler Türkiye’nin aydınlık geleceği için çalışan, bu ideal uğurunda yanmayı göze alan ve Türkiye’yi cumhuriyetimizin kurucu değerleriyle müreffeh yarınlara taşımak için durmadan mücadele edenler olarak yakıp yıkılan her şeyi onaracağız.

Talan edilen, yerle yeksan edilen tüm değerleri yeniden yükselteceğiz.

Peki ya İpek ne olacak ?

Hangi koltuk, hangi kudret, hangi ferman, hangi irade onu geri getirebilir ?

Hangi karar, hangi hüküm, hangi ceza, hangi hesap onun bir deniz kenarında gülüşmesini sağlayabilir ki ?

Musa Orhan denen yaratık tutuklanmalı ve en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Devleti yönetenler bunu tüm kadınlara, tüm Türk ulusuna borçludur.

İstanbul Sözleşmeleri tartışmaları son bulmalı ve 6284 zerre taviz verilmeden uygulanmalıdır. Devleti yönetenler bunu tüm kadınlara, tüm Türk ulusuna borçludur.

Ve hepimiz bir ilkbahar sabahında baharın doğuşunda papatyalara bakıp gülümserken, hepimiz bir sonbahar akşamında sararmış yaprakların arasında dolanan kirpileri izleyip huzur bulurken hatırlamak zorundayız.

Hepimiz bir kış gecesinde yeri göğü örtmüş karların arasında kahvemizi yudumlarken ve hepimiz bir yaz akşamüstünde sarmaşıkların içindeki o salıncağa kurulmuş savrulan saçlarımızla şarkı söylerken hatırlamak zorundayız ölen kadınların öyküsünü.

Bunu onlara borçluyuz, bunu ölen kadınlara, bunu tüm kadınlara borçluyuz.

Onların öykülerini hatırlayalım, anlatalım ve bu mücadeleden asla ama asla vazgeçmeyelim.

Zira her ölü hatırlanmak, her anı yaşatılmak ve her öykü de duyulmak ister.

Her öykü duyulmak ister, her öykü…