24,25 ve 26. Dönem Manisa Milletvekili, Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Selçuk Özdağ, Gazeteci -Yazar Mustafa Balbay’ın sorularını cevapladı.
24,25 ve 26. Dönem Manisa Milletvekili, Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Selçuk Özdağ’ın Gazeteci - Yazar Mustafa Balbay’la yaptığı röportajın birinci bölümünü yayınlıyoruz:
BALBAY: BUGÜN SİYASAL VE TOPLUMSAL ALANDA ÖNEMLİ BİR ZEMİNE SAHİP OLAN MİLLİYETÇİLİK KAVRAMINI NASIL TARİF EDİYORSUNUZ?
ÖZDAĞ: Bu sorunun hem çok uzun hem de derin manalar içeren yönleri var. Bununla beraber tarihi, ideolojik ve popüler yaklaşımların, tanımlamaların dışında konuya farklı bir yaklaşım getirmekte bir sakınca olmadığı kanaatindeyim. Kısaca ifade etmek gerekirse insanın doğuştan sahip olduğu en önemli sıfatlarındandır hangi milletten (ırktan-soydan) olduğu. Bu konuda kişi bir seçeneğe sahip değildir. Mesela kişiler dinini, inancını, fikrini, vatandaşlık statüsünü ve hatta cinsiyetini bile kendi tercihi ile değiştirebilirken doğumla birlikte elde ettiği milliyetini (ırk-soy) değiştiremez. Buradan yola çıkarak kişilerin ait oldukları başta “milliyet” gibi kavramların onların hayatlarında önemli bir yer tutması kaçınılmazdır. Kendisini bir guruba bir klana bir aileye, bir cemaate kısaca herhangi bir çevreye ait hisseden kişiler, doğal olarak bu konuda çalışmak üretmek ve gurubunu yüceltmek ileriye taşımak isteyeceklerdir. İdeolojik yaklaşımlardan bağımsız olarak milliyetçilik kavramının temelinde insani, hissi ve aidiyet duygusuyla beraber kendi milletinin değerlerini kültürünü, tarihini, ürettiklerini ve sahip olduğu her bir hususu öncelemek vardır. Bu durumun milliyetçilik kavramının soyut ama belki de en temel muharrik etkenlerinden biri olduğu kanaatindeyim. Bu kavramın teorisyenliğini yaparak ideolojik altyapısını oluşturanların konuya bakış açılarında farklılıklar olabilir. İdeolojik temellendirmeler bir tarafa, bu his ve düşüncelerle başlayan kendi milletini önceleyen duygular zamanla siyasi, tarihi ve kültürel birikimlerin tecrübesi ile milliyetçilik kavramının bugün geldiği tartışmaların konusunu oluşturur. Tüm bu tecrübeler bir milletin ya salt kültürel (din, dil, folklorik temalar vs.) bir kimlikle herhangi bir egemen devletin içinde yaşamasını ya da inşa ettikleri ulus-devlet sistematiğinde hayat bulmasını sağlar. İlkinde bir devlete sahip olmak ya da kurmak şeklinde tezahür etmesi doğal olan bu süreç diğerinde kurduğu devleti yaşatmak ve güçlendirmek şekline devam edecektir.
BALBAY:TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN TARİHSEL SÜREÇ İÇİNDE GEÇİRDİĞİ EVRELERİ SIRALAR MISINIZ?
ÖZDAĞ:Türk milliyetçiliğinin tarihsel sürecinin temelinde esasen 19. YY. da Avrupa’da başlayan ve Osmanlı topraklarına sirayet eden farklı milliyetçilik akımlarının büyük etkisi vardır. Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde farklı milletlerin başkaldırısına ve parçalanmaya bir tepki olarak Türk Milliyetçiliğinin temellerinin atıldığı söylenebilir. Devlet-i Ebed-i Müddet diye ifade edilen Osmanlı imparatorluğunun çökmek ve yıkılmakta olduğunu gören Osmanlı (Türk) aydınlarının bir çıkış ve kurtuluş kapısıdır milliyetçilik düşüncesi (Türkçülük) düşüncesi. Bu düşünce köklerini keşfetme ve gerçek kimliğini bulma çabaları ile birlikte sonraki yüzyılda ulus devlet olma yolunda bir mihenk ve farkındalık oluşturmuştur. Fransız devrimi ile vücut bulmaya başlayan milliyetçilik kavramının temelinde dillendirilen milli egemenlik, bağımsızlık, eşitlik ve laiklik kavramları aslında, milliyetçiliğin evrensel değerleri esas alan bir kavram olduğunu gözler önüne sermektedir. Bugün kimi zaman sadece kendi milletine öncelik veren içe kapanmacı, yer yer ırkçılığa dayanan ve başka uluslara yaşam hakkı tanımayan milliyetçilik anlayışının bu manada özüne ihanet ettiği açıktır.
Osmanlı imparatorluğu yöneticileri, başta imparatorluğu rahatlatacak bir süreç olarak gördüğü milliyetçilik akımlarının kendilerine yansımayacağını düşündüler. Ancak çok uluslu imparatorluk yapısı ile bu durumun mümkün olmadığı kısa zamanda anlaşıldı. Gayrimüslim tebaa içinde hızla yayılmaya başlayan milliyetçilik cereyanı iç isyanlarla devam etmiştir. Tanzimat’la birlikte Genç Osmanlılar tarafından (Osmanlıcılık) bir ideoloji etrafında çeşitli din ve milliyetlere mensup Osmanlı tebaasını bazı haklar vererek ortak bir vatan etrafında bir arada tutma çabası, gayrimüslimlerin isyanlarına devam etmesi ile işlevsiz kalmıştır. Osmanlıcılık bu manada farklı milliyetleri bir arada tutmaya yaramayınca Müslüman unsurları bir arada tutmanın daha doğru olacağı düşünüldü. 1870'lerden itibaren ve de özellikle II. Abdülhâmid Dönemi'nde İslamcılık ön plana çıkmış, bu manada 'Osmanlı milleti' kavramı ile birlikte 'İslam milleti', 'İslam ümmeti' tanımlamalarıyla millet kavramına yeni bir içerik kazandırılmaya çalışılmıştır. Osmanlı vatanı anlayışı, İslamî vatan kavramına evrilmiştir. O dönem itibariyle Osmanlı aydınları arasında vatan savunması ile İslâm'ın savunulması eşdeğer görülmeye başlamıştır. Fakat bu da sorunu çözmemiş ve Türklerin dışındaki Müslüman unsurlar da İmparatorluktan ayrılma sürecine girmişlerdir. Zira tüm etnik ve milli unsurlar milliyetçilik kavramının, yeni ama etkili bir varoluş mücadelesinde en geçerli anlayış ve yol olduğuna inanıyordu.
O döneme kadar Türklük kavramına bakış çok da hoş görülen bir kavram değildi. 'Cahil Anadolu köylüsü' anlamında horlayıcı bir üslûpla tanımlanan yakıştırmalara konu edildiğini de özellikle ifade etmek gerekir. Ayrıca Osmanlı imparatorluğunda, Türk kavramı İslam dışında düşünülmemiş ve dini pota içinde eritilmiştir. Türk ve Müslüman aynı manaya gelmekteydi. Çok ilginçtir ki Türkler Müslüman olan diğer milletlere nazaran kendi millî kimliğini İslâm ümmeti içinde çok daha fazla yitirmişlerdir. Ahmet Ağaoğlu: 'İslamiyet Türk'ün dinidir, din-i millîsidir, kavmîsidir. Türk İslamiyet'i cebren, mahkûm, mağlup olarak değil, hakim galip olarak kabul etmiştir. Bin seneden beridir ki İslamiyet'in en ağır yüklerini, omuzlarına alarak taşımaktadır. İslamiyet yolunda Türk her şeyini unutmuştur. Lisanını, edebiyatını, iktisadiyatını ve hatta bazen mevcudiyet-i kavmiyesini bile.' diyerek bu gerçeğe vurgu yapmıştır. Müslümanlık Türk Milletinin ruhudur diyen Yahya Kemal Beyatlı, İslamiyet'i 'millî din' olarak nitelemiştir.
Türklerin geçmişiyle ve tarih içindeki yerleri itibariyle farklı bir millet olduklarının farkına varmaları yine 19. yüzyılda Batının etkisi altında ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Belki de bu yüzden Türk milliyetçiliği, çağdaşlaşma hareketinden bağımsız düşünülemez. 19. yüzyıldan itibaren Türk kaynakları üzerinde çalışan batılı şarkiyatçı ve Türkologlardan Joseph de Guignes'in Hunların Türklerin Moğolların ve Tatarların Tarihi, Arthur LumleyDavids'in Türk Dili Grameri, Polonya asıllı Mustafa Celaleddin Paşa'nın Eski ve Modern Türkler, LeonCahun'un Asya Tarihine Giriş adlı eserleri yıkılışa karşı çıkış arayan Osmanlı(Türk) aydınları arasında Türklük şuurunun yeşermesinde önemli etkileri olmuştur. Tanzimat Dönemi'nde İbrahim Şinasi, Ziya Paşa ile başlayan Türkçülük batıdaki Türkoloji eserlerinin etkisi ile büyük bir gelişme göstermiştir.
Süleyman Paşa 1876'da yayınlanan Tarih-i Alem adlı eserinde İslamiyet'ten önceki Türk tarihinden bahseder. Davids ve Guignes'in eserlerinden etkilenerek yazılan bu eser modern Türk tarihçiliğinde İslâmiyet'ten önceki Türklere dair ilk yazıdır. Ayrıca Süleyman Paşa'nın en büyük hizmeti askeri okullarda ders programına millî tarih dersini koymuş olmasıdır. Genç Osmanlılar içinde yer alan Ali Suavi, Özbekler tekkesi şeyhi Süleyman Efendi Azerbaycanlı Mirza FethAhunzâde de dil ve kültür gibi ilmi Türkçülük çalışmalarında önemli kişiliklerdir. Bunların yanında vatan ve hürriyet fikirlerini dillendiren Namık Kemal, eserlerinde her ne kadar vatan, millet ve Türkistan gibi kavramları kullanmış ise de Osmanlıcılık fikrinin en önde gelen savunucularındandır ve başta Atatürk olmak üzere birçok Türk aydınının fikrî manada yetişmesinde etkisi olmuştur.
Osmanlı imparatorluğunda milliyetçilik (Türkçülük) akımının bu ilk evresi daha çok batıdaki Türkoloji çalışmalarının tesiri altında ilmi bir çerçevede neşet etmiştir. Bu manada genel olarak aydınların kültürel çabaları 'Osmanlı milliyeti' ve 'İslam Birliği' amacına yönelikti. 1. Meşrutiyet ile resmi dilin Türkçe olması Sabah, Tercüman-ı Hakikat ve İkdam gibi gazetelerde milli kimlik vurgulu konuların tartışılmasına imkân vermiş, dolaysıyla takip eden süreçte milliyetçilik hareketine ciddi manada katkı sağlamıştır. Bu süreçte Şemseddin Sami’nin Kamus-u Türkî adlı eseri ve tarihte ilk defa 'Türk Gazetesidir' başlığıyla çıkan İkdam gazetesinin kültürel manada yeşerttiği Türkçülük düşüncesi ülkede milliyet fikriyatının tanıtılmasında önemli bir yere sahip olmuştur. Türkçülüğün edebî manada neşet ettiği olayın 1897 Türk-Yunan savaşı ile vuku bulduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu dönemin kutup ismi Mehmet Emin'in (Yurdakul), coşkun vatanseverlik ve milliyetçilik duyguları ile kaleme aldığı Türkçe şiirleri bunun ilk örnekleridir.
Milliyetçilik (Türkçülük) kavramının bir diğer evresinin 20. YY. başlarında Rusya Türkleri arasında yaygınlık kazanmaya başladığını söyleyebiliriz. Kültürel milliyetçilik ile başlayan ve giderek Pan-Slavizme tepki olarak gelişen ve Pan-Türkizim olarak nitelendirilen bir yapıya büründüğünü ifade edebiliriz. Dilde, fikirde, işte birlik' parolası ile ortak bir edebî dilin temellerini atan İsmail Gaspıralı’dan Hüseyin-zâde Ali (Turan) ve Ziya Gökalp’e Türkçülüğün, ideolojik temellerine oturmaya başladığını söyleyebiliriz. Ama bütün bunların ötesinde Rusya'dan Türkiye'ye gelen Yusuf Akçura’nın Üç Tarzı-Siyaset adlı makalesinde “Osmanlı Milleti vücuda getirmekle uğraşmak beyhude bir yorgunluktur' diyerek konuya farlı bir pencere açmıştır. C. W. Hoster'e göre, 1848 'Komünist Manifestosu' komünistler için nasıl bir rol oynamışsa, Akçura'nın makalesi de Türkçüler için benzer bir rol oynamıştır demektedir.
25 Aralık 1908 tarihinde Yusuf Akçura, Necip Asım ve Veled Çelebi'nin öncülüğünde, Ahmed Mithat, Emrullah Efendi, Bursalı Mehmed Tahir, Ahmed Hikmet Bey, Korkmazoğlu Celal, Akyiğitzâde Musa, Fuad Raif Bey tarafından kurulan “Türk Derneği” Türkçülük fikrine dayanan ilk teşkilât olma özelliğine sahiptir. Bununla beraber Genç Kalemler Hareketi, Türk Yurdu dernekleri, Türk Yurdu Cemiyeti, ve nihayet bu manada en etkililerinden olan ve 25 Mart 1912 tarihinde resmen kurulan Türk Ocakları, Türkçülük fikriyatının ve ideolojinin yapı taşlarını oluşturmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti ile beraber Milliyetçilik kavramını, Milli Mücadeleyi yürüten kadrolara atfedilen 'milliyetçiler' tanımlamasından ayrı düşünemeyiz. Tamamen milliyetçi saiklerle hareket bu kadrolara o günlerde özellikle batılıların bakış açısı bu şekilde idi. Mustafa Kemal ve arkadaşları, soyut, idealize özlem ve güzellemelerin odağında bir milliyetçilik anlayışı yerine yakın ve gerçekçi hedeflerin merkezinde bir ulus–vatan kavramına yönelmiştir. Sonuç odaklı, vatandaşlarının refah ve zenginliğini amaçlayan, çağdaş medeniyet idealini gerçekleştirmeye yönelik somut adımlar atmıştır. Bu manada milliyetçilik anlayışının vatandaşlık bilinci ile güç kazanan tarafına işaret ederek ırk temelli yaklaşımları dışlamıştır. Türk milletinin beka ve gerçekçi hedeflerinin İslamcılık ve Turancılık gibi uzak hayaller yerine tüm milletler ile medeni ilişkiler kurabilen gerçekçi ve modern bir milliyetçilik modelini ortaya koymuştur.
Son olarak, neşet ettiği Osmanlının son döneminden cumhuriyete giden yolda işlevlik kazanan Türk milliyetçiliğinin, modern dünyada ne ifade ettiğini, yakın geçmişten günümüze hangi evrelerden geçtiğini de ayrı bir başlıkta anlatmak ve yorumlamak gerektiğini düşünüyorum.
BALBAY: GEÇEN YÜZYILIN BAŞINDAKİ “ÜÇ TARZ-I SİYASET: TÜRKÇÜLÜK, İSLAMCILIK, OSMANLICILIK” TEZİ, 1980 SONRASI “TÜRK-İSLAM SENTEZİ” DÖNEMLERİ İÇİN CİDDİ TARTIŞMALAR YARATTI. BUGÜN DE CUMHUR İTTİFAKI İLE BİR BAŞKA SENTEZ DENEMESİ SÖZ KONUSU. AKP-MHP İTTİFAKI BU BAĞLAMDA TARİHSEL BİR SENTEZ Mİ DÖNEMSEL BİR İŞBİRLİĞİ Mİ?
ÖZDAĞ: Yusuf Akçura, 1904 yılında yani Osmanlının her yönüyle çöküş yaşadığı bir dönemde kaleme aldığı Üç Tarz-ı Siyaset makalesiyle Osmanlıcığı, İslamcılığı ve nihayet Türkçülüğü kritize ederek o zamana kadar bu fikirlerin hangisinin Osmanlıyı (Türklüğü) yeniden ayağa kaldırmada daha isabetli bir yaklaşım olduğunu masaya yatırmıştır. Osmanlıcılık fikrinin siyaseten başarısız olduğundan hareketle (ki bu fikrinde bidayette batılıların yol göstermesi ve Neo Osmanlıcılar eliyle olduğu ifade edilmektedir) yine Avrupalıların 'Panislâmizm' adı altında İslamcılık politikasını ortaya çıkardıklarını ifade eder. Temelinde ümmetçilik fikri olan bu yaklaşım, tüm dünyadaki Müslüman unsurları, aralarındaki soy farklarına bakmaksızın aynı dine mensup olmanın verdiği birliktelik duygusu ile birleştirip modern anlamda yeni bir millet inşa etmeyi amaçlamakta idi. İslamcılık politikası da yine Osmanlıcılık akımı gibi Genç Osmanlılar’ınAvrupa’dan, memleketin kurtuluşu için ürettikleri bir fikirler manzumesi idi. Bu görüş kısa zaman içinde II. Abdülhamid’le birlikte devletin resmî siyaseti haline gelmiş ve sonuçta bu da sadra şifa olmamıştır. Neticede Akçura her üç siyaset fikrini nesnel olarak ele almış ve özellikle bir fikre yönelik taraf seçmemiş görünse de Osmanlıcılık ve İslamcılık siyasetinin başarısızlığına vurgu yaparak buradan Türkçülük fikrini ön plana çıkardığı görülmektedir.
Aslında yaygın bir görüşe göre Osmanlıcılık siyaseti bir yana özellikle İslamcılık siyasetinin popüler tabirle yerli ve milli olmadığı konusunda o günlerde de birçok tartışmaların yapıldığını görüyoruz. İslamcılık, II. Abdülhamit’in sahip çıkmasıyla o dönem devletin resmi politikası haline gelmişti. Abdülhamit’in İstibdat yönetimine karşı direnç gösteren bazı aydınların Türkçülük fikriyatına sarılmalarının altında bu sebebin de etkili olduğu kanaatindeyim.
1980 sonrası milliyetçilik kavramının daha çok aksiyoner tarafında yer alan ülkücü kesimlerin birçoğu malum olduğu üzere sancılı bir süreç geçirdi. Bu kesim (ki içinde benim de olduğum ve 1 senesi hücrede 7 yıl cezaevinde kaldım) Cezaevi sürecinde, inandıkları ve yanında durdukları devletin kendilerine bu kadar acımasız davranması karşısında ciddi travmanlar yaşadı. Sancılı ve bir o kadar da beraber mücadele ettikleri ülküdaşlarının ve de devletlerinin görece vefasızlığı ile yalnız ve sahipsiz kalmalarının verdiği ruh hali, bazı arkadaşlarımızı farklı oluşumlara itti. Bunlardan bazılarının manevi boşluklarını gidermek istemeleri neticesinde İslami okumalar yapmaları ile ilerde radikal denebilecek tarzda fikirleri benimsemeleri söz konusu oldu. Belki de dini argümanlarla milliyetçilik kavramına karşı çıkanların bu uzak duruşuna bir tepki olarak İslami fikirlere yönelim olduğu söylenebilir. İslami hassasiyetlerin ve öğretilerin kavmiyetçi bir yapıya karşı çıkması, toplumun bir kesiminin milliyetçilik kavramına muhalif bakmalarına sebep olduğu açıktır. Sanırım bu bakış açısını değiştirmek adına Türk-İslam birlikteliğinin bir çıkış olarak ortaya konulduğu söylenebilir. Bir başka deyişle İslam dininin Türk milliyetçiliği ile ayrılmaz bir bütün olduğu, hatta birinin diğeri olmadan kaim olamayacağı empoze edilmeye başlandı.
Bu süreçte 80 askeri darbesi ile güçlenen “Türk-İslam sentezi” fikriyatının darbeciler eliyle bir devlet politikası haline gelmesi de ayrıca manidardır. Kenan Evren ve arkadaşlarının görünürde Atatürk söylemleri ve zorlamaları ile halka Atatürkçülük pompalarken, alttan alta “ılımlı İslam- Türk-İslam sentezini” dikte etmeye çalışması hep kuşu yarattı. Bu kuşkunun gerçek olduğu, geçmişten bu yana ciddi bir birikime sahip olan milliyetçilik kavramının içinin boşaltılması ile yerini gerçeğe bıraktı.
Hayatı Türk milliyetçiliğinin savunuculuğu ve bu anlamda verdiği mücadeleler ile geçmiş benim gibi ülkücülerin, Kenan Evren gibi bir darbecinin eliyle oluşturulmaya çalışılanı kendinden menkul “milliyetçilik-İslamcılık” kavramının arkasında durmasını beklemesin. Benim ve arkadaşlarımın bahsettiği konu bir Türkçülük veya bir İslam eleştirisi değildir. Bu değerler üzerinden milliyetçilik gibi bir kavramın içini boşaltıp, ithal ve dikte ettirilmiş emperyalist düşüncelere yol aldırma gayretine bir itirazdır.
80 askeri darbesi ile zirveye taşınan her fikrin devlet eliyle dizayn edilme projesinden milliyetçilik kavramı ile birlikte belli başlı tüm ideolojiler payını almıştır. Fakat burada milliyetçilik (özelde ülkücülük) daha fazla etkilenmiş ve farklı angajmanlara konu edilmiştir. Zira kavram olarak kendisini devlet ve millet ile özdeşleştiren bu fikrin maalesef teorisyenlik boyutu iğdiş edilmiş, büyük bir külliyata sahip, tarihi perspektifi olan milliyetçilik kavramı, bile isteye nerdeyse çek-senet argümanlarına kadar indirgenmiştir. Bu dönem milliyetçilik fikriyatı açısından o kadar kısır ve bereketsizdir ki yüz yıl öncesinin fikir tartışmalarının bile uzağında kalmıştır. Bunun sebeplerini, askeri darbenin bilinçli depolitizasyon, neo liberal ve ılımlı İslam uygulamalarının pratiğinde aramamız gerçekçi olacaktır.
Bugüne gelecek olursak koalisyon iktidarının paydaşı olan ve adına kendilerinin (Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminden hareketle ) cumhur ittifakı dedikleri yapı, tarihi ve ilmi perspektiften vareste, “ortaya karışık” bir oluşum görüntüsü vermektedir. Başından beri milliyetçilik ve İslamcılık tartışmalarını izah ederken hep bir fikir ve ideallerin kesişim kümesinden bahsettik. Öyle veya böyle bir beyin fırtınası, fikir sancısı ile bezenmiş ruhların vatan gibi millet gibi bağımsızlık gibi milli onur ve haysiyet gibi dertleri olan aydın ve devlet adamlarının çabalarını gördük.
Elbette fikirler ölmez ve elbette o günden bugüne bu fikirler ve idealler yaşıyor ve yaşatılıyor. Ancak bunun mirasçılarının, bugünün her altı ayda bir fikri ve amaçları değişen cumhur ittifakı temsilcilerinin olduğunu iddia etmek aklımız ile alay etmektir. Aslında Cumhur ittifakı ile oluşturulan sözde birlik, aynen 80 darbesi sonrası devlet eliyle oluşturulan yapay Türk İslam sentezci içi boşaltılmış milliyetçilik ve İslam anlayışının bir benzeridir. O zaman resmi bir görüş olarak uygulanan bu pratik bugün de Cumhur ittifakı ile kendine yeni bir mecra bulmuştur. Bu yapının da öncekinden bir farkı yoktur. Belki tek farkı öncekine göre daha bir çıkarcı ve oportünist olmasıdır. Tabi bir de “parti devlet” olmanın verdiği güç ve imkan ile toplumu istedikleri gibi dönüştürme konusunda daha bir başarılı olmaları. Esasen birçok benzemez yapının belli menfaatlerde buluşması memleket için ciddi bir beka sorunu da oluşturmaktadır. Son zamanlarda sağlıktan ekonomiye, eğitimden dış politikaya yaşadığımız savrulmaların kaynağında bu benzemez yapıların dönemsel menfaat birlikteliği vardır. Birbirlerini denetlemek ve yanlış uygulamalara geçit vermemek adına hareket etmekten ziyade yanlışlarının ve hukuksuzluklarının üstünü örten bir birliktelik tarihsel bir sentezden ziyade dönemsel bir çıkar işbirliğine dayanmaktadır.
Yukarıda Kenan Evren için ifade ettiğim sözü bir kez de cumhur ittifakının mevcut durumu için söylemem gerekirse; içi boş, menfaatçi ve hangi değere inandığı bile belli olmayan bir yapıyla bizden kendilerinin peşinden gelmemizi beklemesinler. Cihanşümul bir kavram olan milliyetçilik (ülkücülük) fikriyatını inhisarına alan ve sahibi gibi davranan MHP sözcülerinin bu hareketleri maalesef çok sakil bir görüntü vermektedir. Yine ifade etmek isterim ki hayatı Türk milliyetçiliğinin savunuculuğu ve bu anlamda verdiği mücadeleler ile geçmiş benim gibi ülkücülerden sakil ve belirsiz bir menfaat birlikteliğini benimsememiz beklenmesin. Benim ve arkadaşlarımın bahsettiği konu bir Türkçülük veya bir İslam eleştirisi olmadığı gibi bir vatan eleştirisi hiç değildir. Tam aksine bu değerler üzerinden milliyetçilik gibi bir kavramın içini boşaltıp ithal ve dikte ettirilmiş emperyalist düşüncelere yol aldırma gayretine bir itirazdır.
BALBAY: KÜRSELLEŞME TARTIŞMALARI MİLLİYETÇİLİK KAVRAMINI NASIL ETKİLEDİ?
ÖZDAĞ: Yaşlı dünyamızın daha çok acılarla yoğrulmuş tarihi, insanlığa verdiği mutsuzlukların yanında tüm bu süreçte ona birçok şeyi de öğretti. Zamanın yükselen değer ölçülerine göre hareket eden, pozitif bilim ile insanlığın kazanım ve değerlerini bütünleştirmiş olan toplum ve devletlerin zamanın ruhuna uygun bir çizgi izlediklerine şahit olmaktayız. Her daim diğerlerinden farklı ve özellikli olmasını bilen bu tür toplumlar aynı zamanda yükselen söz konusu değerleri yaratan medeniyetlerin de temsilcisidirler.
Bugün dünyamız geçmişe oranla çok daha hızlı ve baş döndürücü gelişmelerin yaşandığı küresel bir köy haline gelmiş, bilgi teknolojileri ise bu konuda lokomotif rolü oynayan ciddi bir aktör konumuna oturmuştur. Bu denli hızlı gelişen olayların yeni değerler ve ölçüler ortaya koyması, yaşadığımız bu çağda ismine değişim dediğimiz olguyu çok daha önemli bir hale getirmiştir. Değişimin ve gelişmenin önünde durmayarak ona yön veren ve kendi medeniyet değerlerini bir ölçü olarak yaygınlaştıran toplumların yenidünyanın lider ülkeleri olması kaçınılmazdır.
Eski dünyanın güç merkezi olan ve genelde batı ülkeleri olarak ifade edilen gelişmiş ülkelerin, yeniçağda sıklet merkezi olmaktan hızla uzaklaştığı, bu gücün yavaş yavaş gelişmeye ve değişime yelken açan yeni devletlerin eline geçtiği görülmektedir. Yenidünyanın lider ülkeleri, demokratik standartları yükselten, ekonomik kalkınmayı sağlıklı bir şekilde sürdüren, aktif dış siyaset anlayışını uzun vadeli bir bakış açısı ile yürüten, kendisine düşman değil dost ve müttefik üreten ülkeler arasından çıkacaktır. Tüm bu gelişmeler ışığında milliyetçilik gibi bir kavramın statik kalması elbette düşünülemez. Belirtmek isterim ki son yıllarda ülkemizde milliyetçilik kavramının içinin iyice boşaltılması, slogan ve şekilcilik gösterilerine konu edilmesi, milliyetçilik fikriyatının aslında ne olmadığının bir göstergesidir.
Devamlı surette yerli–milli söylemlerine konu edilen milliyetçilik kavramından bu kadar çok bahsedilmesi, her platformda propagandasının yapılması, bu söylemlere ortak olmayanlara vatan hainliği damgasının vurulması esasen marazlı bir ruh halini yansıtmaktadır. Milliyetçilik kavramını bizdeki gibi propaganda malzemesi yapmayan ama milletinin ve ülkesinin menfaatlerini önceleyen, onun refahı ve gelişmesi için canla başla çalışan, üreten ve yaşam tarzı ile herkese örnek olan Almanya’nın milliyetçi olmadığından bahsedebilir miyiz? Ya da tüm bu özelliklerden uzak, üretmeyen, çalışmayan, ülkesinin menfaatlerini öncelemeyen ama çok laf ve slogan üreten bizim gibi ülke yöneticilerinin milliyetçilik söylemleri ne kadar gerçekçidir. Tasa ve kıvançta birlik ve ülke menfaatini benimseyen milliyetçilik anlayışı aynı zamanda tüm dünyanın da sempatisini kazanmaya namzettir. Ait olduğu milletin refah düzeyini artırmak, adaletli bir yönetim oluşturmak, paylaşmayı bilmek, diğer milletlere karşı dostane ilişkiler kurup dünya medeniyetine katkı sağlamak, milliyetçilik fikrinin küreselleşen dünya düzeninde yerini sağlamlaştıran bir pratiğe evirilmesini sağlayacaktır. Aksi takdirde adı ister milliyetçi olsun ister sermayeci veya liberal olsun isterse sosyalist olsun, yöneticilerinin otoriter, içe kapamacı ve bağnaz fikirleri ile yönetilen ülkelerin, küreselleşen yeni dünya düzeninde yerinin olmayacağı açıktır.
BALBAY: “ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ” KAVRAMINA BAKIŞINIZ NEDİR?
ÖZDAĞ: Mustafa Kemal Atatürk 1921 yılında: “Ne İslâm Birliği ne de Türk Birliği bizim için bir doktrin veya mantıklı bir politika meydana getirebilir. Bundan böyle yeni Türkiye’nin, hükümet politikası kendi millî sınırlan içerisinde Türkiye’nin kendi öz egemenliğine dayanma ve bağımsız yaşamadan meydana gelmektedir.' diyerek en baştan ulus devlet özelinde gerçekçi ve ayakları yere basan bir milliyetçilik anlayışını benimsediğini ifade etmiştir.
“Mustafa Kemal ve arkadaşları, soyut, idealize özlem ve güzellemelerin odağında bir milliyetçilik anlayışı yerine, yakın ve gerçekçi hedeflerin merkezinde bir ulus–vatan kavramına yönelmiştir. Sonuç odaklı, vatandaşlarının refah ve zenginliğini amaçlayan, muasır medeniyet idealini gerçekleştirmeye yönelik somut adımlar atmıştır. Bu manada milliyetçilik anlayışının vatandaşlık bilinci ile güç kazanan tarafına işaret ederek ırk temelli yaklaşımları dışlamıştır. Türk milletinin beka ve gerçekçi hedeflerinin İslamcılık (ümmetçilik) ve Turancılık gibi uzak hayaller yerine tüm milletler ile medeni ilişkiler kurabilen gerçekçi ve modern bir milliyetçilik modelini ortaya koymuştur. Esasen Atatürk, bugünün modern dünyanın da kabul ettiği, işbirliğine açık, eski dönemlerin emperyal ve sömürgeci anlayışından uzak bir anlayışı o günlerde görerek ufkunun ne kadar açık olduğunu göstermiştir. Atatürk, milliyetçilik kavramını yaygın yanlış anlayışa konu olan başka milletleri dışlama, yer yer yok sayma, onlara karşı husumet beslemek gibi özünde ırkçılığı barındıran öğelerini hiçbir şekilde benimsememiştir. Bu yönüyle özelde yerel ama genelde evrensel bir tarafı olan milliyetçilik kavramını “Yurtta sulh cihanda sulh” terkibi ile somutlaştırmıştır. Benim de milliyetçilik anlayışımın bu manada Atatürk’ün temellendiği ilkeler etrafında şekillendiğini ifade etmeliyim. Zamanın ruhuna uygun bazı farklı yansımaları olmakla beraber Atatürk’ün milliyetçilik kavramının geçmişte olduğu gibi gelecekte de Türk milletine rehber olacağı kanaatindeyim. Bugün yukarıda da eleştirdiğim içi boşaltılmış slogana dayalı ve dışlayıcı milliyetçilik anlayışının başka tepkisel milliyetçilik akımlarını da beslediğini unutmamak gerekiyor. Ülkemizde mesela Türk milliyetçiliğinin karşısında Kürt milliyetçiliğinin nüve bulması bu sebepledir. Amaç ve idealde birlik ve beraberlik duygusundan uzak her türlü dışlayıcı uygulama, yanında bir başka dışlayıcı yapının oluşmasına zemin hazırlar. Bu hep böyle olmuştur. Aynı şeyleri deneyerek farklı sonuç alınamayacağını öğrenememek bir iş bilmezlik değilse muhtemelen ihanettir.
BALBAY: ÜLKÜCÜ HAREKET TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİ NE KADAR KAPSAMAKTADIR? MİLLİYETÇİLİĞİN SİYASAL ALANDA “SAHİBİ” OLAN PARTİ YA DA PARTİLERİ İRDELER MİSİNİZ? BİR “SAHİPLİK” OLMASI GEREKTİĞİ GÖRÜŞÜNDE MİSİNİZ?
ÖZDAĞ: Ülkücü hareket özellikle 80 öncesi yaşanan siyasi gerginlik ve mücadele ortamında devletçi reflekslerinin ve milli hassasiyetlerin de etkisi ile aksiyoner bir duruşla inisiyatif almak durumunda kaldı. Fikir ve siyasi tartışmaların dışında daha çok sokak eylemleri ve karşıt guruplarla mücadele şeklinde yürüyen bu mücadele, ülkücü hareketin sadece eylemden ibaret bir oluşum olduğu fikrinin ağırlık kazanmasına neden oldu. Ülkücü hareketin o dönem siyasal alandaki en büyük temsilcisi olan MHP ve himayesindeki ülkücü dernekler, bu anlamda etkili roller oynamıştır. Bu süreçte bireysel olarak hareketin daha çok ilmi, kültürel ve teorisyenlik boyutu ile iştigal eden kimi aydınlarımızın önce vatanın bu badireden kurtarılması gerekir söylemleriyle mücadelenin aksiyoner tarafına yönelmesi kaçınılmaz oldu. Fikirleri ile harekete destek veren bu cenahtan birçoğunun 80 darbesinden sonra hiçbir eylemde müdahil olmamalarına rağmen idamla yargılanmış olmalarını da bu manada değerlendirmek gerekir.
80 öncesi ve darbe sonrasının bu atmosferini tıpkı Osmanlının son dönemlerinde imparatorluğun karşı karşıya kaldığı yıkım sürecine benzettiğimi ifade edebilirim. Biz o dönem vatanımızın bölüneceğine, özellikle Sovyetlerin etkisi ile hareket eden grupların ülkemizi parçalayacağına inandırılmış gençlerdik. Verdiğimiz mücadelenin bir vatan müdafaası olduğuna öyle inanmıştık ki milliyetçilik fikriyatı bu duygularımızı besleyen bir duygu birliği yarattı bizlerde. Bu gençlere o dönem hem siyasal anlamda hem de insan kaynağı anlamında destek veren MHP ve teşkilatlarının o dönemden başlayarak ülkücü camianın ve de hareketin hamisi olma potansiyelini kimse inkâr edemez. Bu çok doğal ve anlaşılır bir durumdu ayrıca. O dönemin karanlık ortamında milli hassasiyetleri tavan yapmış Anadolu gençlerinin ve de tahsil gören yüksekokul talebelerinin kendilerine kucak açan bu teşkilatlara vefa duyguları beslemeleri doğaldı. Tüm bu süreçte mahkeme salonlarında birlikte yargılanan, beraber cezaevlerinde işkence gören ülkücü (milliyetçi) gençlerin, MHP teşkilatlarına ve yönetici önderlerine karşı vefa ve aidiyet duygusunu pekiştirdiğini söylemeliyim.
Akabinde MHP’nin darbeciler eliyle kapatılması, lideri Alparslan Türkeş başta olmak üzere yöneticilerinin cezaevine gönderilmesi, ülkücü hareket içinde kopuşlar ve farklı alanlara yönelişler meydana getirdi. 80 sonrasının ve Özal’lı yılların o meşhur 4 eğilimli siyaset tarzı içinde yer alan ülkücü gelenekten gelen siyasetçiler eliyle MHP hamiliğinde yürüyen milliyetçi (ülkücü) siyaset farklı bir evreye geçti. Burada benim de içinde bulunduğum ve Muhsin Yazıcıoğlu’nun liderliğinde MHP’den ayrılarak kurulan Büyük Birlik Partisinin de sürece ciddi katkıları olmuştur.
Esasen milliyetçilik ve özelde ülkücülük, bir guruba bir partiye ve ideolojiye ait olamayacak kadar şümullü ve bir o kadar da tarihi geçmişi olan bir yapıya sahiptir. Burada hamilik söylemlerinin tamamen dönemsel olduğunu, beraber mücadele etme, sahiplenilme ve bu sayede tebarüz eden vefa duygularının etkili olduğunu ifade etmemiz gerekir. Yukarıda 80 öncesi dönemi değerlendirirken buna dikkat çekmeye çalıştım. Ülkemiz ve dünyamızın karşı karşıya kaldığı sosyal ve siyasi her olay elbette farklı siyasi yönelişleri de beraberinde getirecektir. Her dönemin analizini yaparken o dönemin ruhu ile değerlendirmek gerektiği kanaatindeyim.
ANAP’ın dört eğilimi içinde yer alan ülkücüler, MHP’den ayrılarak yeni bir parti altında örgütlenen BBP mensupları, DYP ve diğer merkez sağ oluşumların içinde yer alanlar ile bugün yine farklı siyasi partilerde olan ülkücü siyasetçilerin ülkücü olmadığını kimse iddia edemez. Siyasi tarafgirlik ve parti taassubu içinde bazı eleştirilerin yapılması, fikri ve yönetim tarzına yönelik itirazların dile getirilmesi bir yere kadar doğal karşılanabilir. Fakat zamanında aynı safta mücadele ettikleri arkadaşlarına bile zaman zaman vatan hainliğine varan söylemler irat etmek, siyasi ve fikri bir eleştiriden ziyade “dogmatik” bir fikir taassubunun yansıması olsa gerek. Burada MHP sözcülerinin ve liderliğinin (milliyetçilik) ülkücülük kimliğine sahip çıkmasını doğal karşıladığımı ifade etmek isterim. Herkes kendisini bir fikre ve ideolojiye yakın görebilir hatta hamilik iddiasında bile bulunabilir. Bütün bunlar bir siyasi ve ideolojik tartışmaların konusu olmalıdır. Esasen soyut bir kavrama yani bir ideolojinin ve fikre sahibi hisseden kişi ve gurupların, bu fikre ne tür bir katkı sağladıklarına bakmak lazım. İdeolojik yaklaşımların temellendirilmesi bu fikirlerin insana ve hayata ne katkı sağladığı ile alakalıdır. Demem o ki hamilik iddiasında olanların fikri bir yapı olan milliyetçilik kavramına, günümüz dünyasında nasıl bir katkı sağladığı, bunun yenidünya düzeninde ülke insanına ne verip vermediği üzerinde durmamız gerekir.
Bugün Cumhur ittifakının içinde yer alan MHP, milliyetçilik (ülkücülük) kavramının tek sahibi olarak varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Kendileri açısından bunun birçok nedeninin de olduğu muhakkaktır. Bu hamilik iddiasının temelinde iyice sönümlenen parti tabanını ayakta tutmak ve varoluş kaygılarından kurtulmak olduğu açıktır. Uzun süredir farklı tartışmalar içinde fikri ve söylem karmaşası yaşayan MHP yöneticilerinin bu iddiası maalesef moda tabiri ile ya beninsin ya kara toprağın söylemiyle eşdeğerdir. Herhangi bir kişi bugün MHP’ye üye olur ve iltisak ederse ülkücü, ama tamamen kaydi bir durum olan bu statüsünü sildirirse “non-ülkücü” olmaktadır? Olayımızı somutlaştırırsak mesela Rahmetli Alparslan Türkeş’in oğlu Tuğrul Türkeş, MHP’de iken ülkücü, partiden ayrılıp başka bir parti kurunca non-ülkücü olmaktadır.! Hatta Tuğrul Türkeş, MHP’nin muhalif olduğu dönemde AK Partiye geçince ülkücülükten çıkarılıyor ne hikmetse bir süre sonra MHP AK Partiyle beraber koalisyona dahil olunca Sn Türkeş yine ülkücü yapılıyor!
MHP yöneticileri partilerini skolastik mantıkla yönetmekle neyi amaçladıkları bellidir. İçinden çıkan İYİ Parti gibi siyasi hareketlerin kısa zamanda ulaştıkları başarı ve yeni siyasi anlayış kendilerini elbette kaygılandırmaktadır. Kendilerini Varoluş kaygısı içinde hissetmeleri ve bu yüzden de milletimizin çok büyük bir kesimine karşı hırçın davranmaları maalesef memlekete zarar vermektedir. MHP yöneticilerinin kendileri ile yolları ayrılan kişilere karşı engizisyon mantığı ile hareket etmesi bunun en bariz göstergelerindendir. MHP’ den ayrılınca ülkücülükte biter mantığının Hristiyanların Katolik nikahından ne farkı vardır.
Netice olarak bir fikrin ve ideolojin tek hamisi olma iddiası ile başkalarının aynı ideoloji ve fikre sahip olamayacağını düşünmek her şeyden önce fikrin ve ideolojinin manasına bir saygısızlıktır. Bu iki fikrin aynı bünyede barınamayacağı açıktır ve günümüzün modern yaklaşım tarzı ile çok işlevsiz ve sakildir.
BALBAY: TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ, ÇAĞI, DÜNYADAKİ DEĞİŞİMİ OKUYABİLDİ Mİ?
ÖZDAĞ: Yukarıda Türk milliyetçiliğinin tarihsel süreç içinde geçirdiği evreleri ve küreselleşmenin milliyetçilik kavramına etkilerini değerlendirmiştik. Bu sürecin tekrarına girmeden bugünün dünyasında Türk milliyetçiliğinin ne anlam ifade ettiği üzerinde durmak daha pratik olacaktır.
Değişen şartlara göre hareket eden, değişimin önünde bariyer olmak yerine ona yön veren anlayışların yenidünyaya adapte olmaları, kitleler tarafından benimsenmesi dogmatik yapılara göre daha mümkün görünmektedir. Türk milliyetçilik mefkûresinin temelinde; yıkılmaktan parçalanmaktan kurtarılmaya çalışılan bir devleti (Osmanlı imp) nasıl ayağa kaldırırız düşüncesi vardır. Bu yüzden olsa gerek milliyetçilik kavramı daima bir kurtuluş mücadelesinin etrafında şekillenmiştir. Fikir ve kültür milliyetçiliği söylemlerinin yanında bu mücadele pratiği zamanla belli başlı partilerle birlikte aksiyoner bir tavır alarak günümüze kadar gelmiştir.
Zaman geçtikçe, dünya değiştikçe bütün her şeyde olduğu gibi milliyetçilik kavramının da şekil değiştirmesi tabiidir. Osmanlının yıkılışı, ardından kurtuluş savaşı ile birlikte yeni Türk Devletinin oluşum evrelerinde vatan kurtaran, devlet kuran bir milletin milliyetçilik kavramı bu manada hep devlet eksenli olmuştur. Türk milliyetçiliğinin çağı okuyup okuyamadığını bu devletçi eksende değerlendirmek gerekir. Bidayetten bu tarafa kendini hep devlet ile özdeşleştiren milliyetçilik kavramının, parti-devlet anlayışına kayması çok zor olmadı. Bugün milliyetçilik kavramının yaşadığı en büyük handikabın, bir partinin etrafında şekillendirilmeye çalışılan fikriyata dönüşmüş olmasıdır. Yaşadığımız çağın gerisinde kalan bu anlayış bence milliyetçilik kavramının içini boşaltan en büyük etkenlerden biridir. Sadece milliyetçilik değil mesela din ve inanç gibi soyut tüm kavramların en büyük açmazı bir yapının-sınıfın inhisarı altına girmesidir. Sözgelimi Hristiyanlık nasıl ki ortaçağ Avrupa’sında ruhban sınıfının inhisarında zorba ve dogmatik bir baskılama aracına dönüşerek etkisiz olmaya başladı ise benzer bir tanımlama dogmatik yapıya dönüştürülen tüm soyut kavramlar için de geçerlidir. Bu yapıya bürünen milliyetçilik gibi kavramların yeni fikirler üretememesi, gelişmelere ayak uyduramaması kaçınılmazdır. Dogmatik-statik yapıya evirilen bu kavramların kuşatıcı ve kapsayıcı olamamaları, kendine taraftar bulmak bir yana eser miktarda karşı duruşlara karşı çaresiz kalmasına da sebep olmaktadır. Sivilleşememek, demokratik bir tavır alamamak, devletin çeperlerinden ayrılamamak bu anlamda milliyetçiliğin hep resmi statükocu olarak algılanmasına neden olmaktadır. Dolaysıyla yenidünyanın realitelerinden uzaklaşmış bir görüntü veren milliyetçilik kavramı ne yapıp edip demokratikleştirmeli, sivilleştirmeli ve insanı-bireyi odak alan bir anlayışa dönüşmelidir.
Devam edecektir…