Tarih: 30.09.2020 07:45

Selçuk Özdağ, Mustafa Balbay’ın sorularını yanıtladı

Facebook Twitter Linked-in

24,25 ve 26. Dönem Manisa Milletvekili, Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Selçuk Özdağ’ın Gazeteci - Yazar Mustafa Balbay’la yaptığı röportajın ikinci bölümünü yayınlıyoruz:

BALBAY: 20. YÜZYILDA TÜRKİYE’DEKİ MİLLİYETÇİ AKIMLARIN ANA MÜCADELE KONULARINDAN BİRİ “ESİR TÜRKLER”Dİ. BUGÜN ORTA ASYA’DA YENİ BAĞIMSIZ DEVLETLER VAR. ONLARLA MİLLİYETÇİLİK ANLAMINDA BAĞLAR NASIL? YETERLİ Mİ? ORTAK BİR “DÜNYA BAKIŞI” OLABİLDİ Mİ? İLİŞKİLER KURUMSALLAŞABİLDİ Mİ?
BALBAY: 21. YÜZYILDA “TURAN” TARİFİNİZ NEDİR?
BALBAY: TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN ENTELEKTÜEL BİRİKİMİNİ VE ÜRETİMİNİ NASIL BULUYORSUNUZ?
BALBAY: BAŞTA “İÇ BARIŞ” OLMAK ÜZERE MİLLİYETÇİLİĞİN TÜRKİYE’NİN TEMEL SORUNLARININ ÇÖZÜMÜNDE ROLÜ NEDİR, NE OLMALIDIR? MİLLİYETÇİ DÜŞÜNCELERİ TEMSİL EDENLERİN BU KONUDA DÜŞÜNSEL VE EYLEMSEL ÇABASI NE DÜZEYDE?
ÖZDAĞ: Osmanlı aydınlarının ve devlet adamlarının, koca bir imparatorluğun gözlerinin önünde yıkılışa girmesi büyük bir travma yaratmıştı. Bu travmanın etkisi ile Osmanlıcılık, İslamcılık ve nihayet Türkçülük bir çıkış ve kurtuluş kapısı olarak gündeme geldi. Dağılan imparatorluğu kurtarmak ve birliği sağlamak için var güçleri ile mücadele edenlerin yegane hedefi ne olursa olsun kendi devlet çatısı altında hür ve bağımsız yaşamaktı. Esir olarak yaşamanın ölmekten beter olduğu düşüncesi örneğin kurtuluş savaşında ya istiklal ya ölüm diskuru ile hayat bulmuştu. Milli mücadelenin bu manada başarıya ulaşması diğer mazlum milletler ve dahi esaret altındaki Türkler için bir umut ışığı oldu.  Milli mücadele sırasında Maddi- manevi desteklerini de esirgemeyen bu milletlerin esaret altında olması bu coğrafyanın çocuklarında bir bilinç oluşturdu. Esaret altında yaşamanın ne büyük bir acı olduğu malum. Sürgünlerle ve demir yumrukla yok edilmeye, asimile edilmeye çalışılan başta Türk soyluların acısı ve feryadı bu bilinci pekiştirdi.

Esir Türklerin, SSCB’nin dağılması ile birlikte birer birer bağımsızlarını kazanmaya başlaması Türk milliyetçiliğinin hep arzu ettikleri bir idealdi. Atayurt’tan gelen bu muştulu haberlerin tek başına yeterli olmadığı kısa zamanda anlaşıldı. On yıllarca esaret altında kalmış ve nerdeyse milli benliğini kaybetmeye başlamış bu milletlerin bir yol göstericiye ihtiyacı vardı. Dil, din, tarih ve kültür birikimlerini esaret yıllarında neredeyse kaybetmiş bu milletlerin yağmurdan kaçarken doluya tutulması kaçınılmaz oldu. SSCB gibi bir emperyalist yönetiminden yakasını kurtaran bu milletler, yerli işbirlikçiler eliyle farklı formatlarla yeni diktatörlere teslim oldu. Maalesef demokrasiden ve özgürlüklerden nasibini alamayan bu milletlere hamilik yapacak yol gösterecek bir devlet olamadık.  Bu milletlerin bir abi gibi gözlerinin içine baktığı Türkiye Cumhuriyeti, maalesef kendi sorunları ile uğraşmaktan bu devletlere vakit ayıramadı.

“Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir Turan” sözünün terennüm edilmesi o günün tarihi ve siyasi ortamında son derece anlaşılabilir bir idealdir. Ellerinin altından kayıp giden bir devletin (imparatorluğun) ve esaret altında kalmak düşüncesinin yarattığı endişe, kızgınlık ve sahipsizlik duygusu böyle bir kavramı idea olarak ortaya koymuştur. Milletleri tarih sahnesinde var eden en güçlü kavram, ortak bir tarihi geçmişe ve bir gelecek ideallerinin olmasına bağlıdır. Bu ideallerin ne olduğu-olacağı ise yine milletlerin geçmiş tecrübelerinde saklıdır. Türk milletinin Turan ideasını ise yine tarihi köklerinde aramak gerekir. Yazılı ilk Türk kayıtlarında mesela Bumin ve İstemi Kağanların, dağılmış olan Türkleri yeniden bir araya getirerek Göktürk devletini kurmaları, Göktürklerin Çinlilerin oyunlarına gelmeleri ve İlteriş Kağan ile İlbilge Hatun'un önderliğinde yeniden devlet kurmaları anlatılır, aynı devlet çatısı altında bir millet olarak yaşamanın yolları gösterilir. Türk milletinin, yüzyıllar sonra, İstiklâl Savaşı ile beraber Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde tarihin küllerinden yeniden doğmasını benzer bir ideanın ürünüdür.  Göktürk yazıtlarında dile getirilenler ile Atatürk’ün Nutuk’ta ifade ettiği söylem aslında ortak duygu ve düşünceleri içerir. Her iki metinde de devletin başı, Türk milletine seslenmiştir. Zafer ve muvaffakiyetlerin, liyakat sahibi, bilgili devlet adamlarının(başkan-hakan) önderliğinde, Türk milletinin ortak çabasının sonucu olarak değerlendirilirmiştir. Turan kavramının ne ifade ettiğini işte Türk milletinin söz konusu bu  tarihi köklerinde aramak gerekir.

Bugünün dünyasında Turancılık yapmak gidip bahse konu ülkeleri almak, yönetmek veya oradaki Türkler ile birleşmek manasında düşünülmemedir.  O ülkelerde soydaşımız olan bu milletlerle ilişkilerimizi tarihi, kültürel, siyasi ve ekonomik manada yönetmek ve yürütmek durumunu ifade etmektir. Demokrasi, hukuk, fikir ve ifade hürriyeti ile üretim ve ticaret gibi konularda kurumsallaşmayı önceleyen bir birliktelik oluşturmaktır. Dilde ve kültürde birlik tüm bu ilişkilerin oluşturulmasında, geliştirilmesinde başat bir rol oynayacaktır. Ancak bu konuda ne kadar başarılı olduğumuz da tartışmalıdır. Dilleri, Türkçenin farklı lehçelerinden oluşan Orta Asya Türk toplumlarıyla ne kadar anlaşabildiğimiz ortadadır. Azerbaycanlı soydaşlarımız dışında (ki o da zorlanarak) birbirimizi anlayabilmemiz çok mümkün olmamaktadır. Bundan yıllar önce İstanbul’da Türkçe konuşan ülkeler konferansı tertip edilmiş ve bütün Türk cumhuriyetlerinin temsilcileri davet edilmişti. Adı Türkçe konuşan ülkeler olan bu toplantıda hiçbir temsilci birbirini anlayamamış toplantı Rusça devam etmek zorunda kalmıştı.

Milliyetçilik kavramının teorisyenliğini de yapan entelektüellerimizin bu konularda nasıl bir çözüm önerdiklerini az çok biliyoruz. Ancak arkasında siyasi bir güç ile devletin kurumsal yapılanması olmadan gösterilen çabaların başarılı olmasına imkan yoktur. Hususiyle bu iktidarın ve temsil ettiği siyasal yapının zaten böyle bir ideali olmadığını biliyoruz. Siyasal İslamcılık saikiyle hareket edenlerin milliyetçilik kavramına kavmiyetçilik yaptığı düşüncesiyle uzak durması bu yaklaşımda etkili olmuştur.  Fakat ilginç olan konu ise uzun suredir koalisyon ortağı olan MHP gibi bir partinin tutumudur. Her daim Türk toplumları ve esir Türkler ile gönül bağı olduğunu dile getiren bu hareketin bugünkü temsilcilerinin konuya olan yaklaşımı tam anlamıyla bir hayal kırıklığıdır.

Türk milliyetçiliğinin, yazılarıyla (şiir, nesir, tarih, sosyoloji vs.) ve söylemleri ile teorisyenliğini yapan ciddi bir entelektüel birikimi vardır. Tarihin daha çok netameli ve buhranlı dönemlerinde ortaya çıkan farklı ve keskin fikir akımları bu birikimin oluşmasında önemli tarihi eşiklerdir. Yukarıda bahsettiğimiz Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı Mustafa Celaleddin Paşa'nın, İbrahim Şinasi, Ziya Paşa, Mehmet Emin Yurdakul, Ömer Seyfettin, Namık Kemal, Şemsettin Sami, Necip Asım, Veled Çelebi, Ahmed Mithat, Emrullah Efendi, Bursalı Mehmed Tahir, Ahmed Hikmet Bey, Korkmazoğlu Celal, Akyiğitzâde Musa, Fuad Raif Bey gibi devlet ve fikir adamalarını bu manada değerlendirmek gerekir. Bidayette Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkmasında etkili olan bu siyasi ve edebi akım daha sonraları Raha Oğuz Türkkan, Fethi Tevetoğlu, Nihal Atsız, Erol Güngör, Mümtaz Turhan, S. Ahmet Arvasi, Nurettin Topçu, Dündar Taşer, Hamdullah Suphi, Zeki Velidi Togan, Fuad Köprülü vs. gibi fikir ve devlet adamları eliyle temsil edilmişlerdir. Burada bir hususun özellikle dikkat çektiğin ifade etmem gerekir. Yukarıda saydığımız tüm bu kişiler siyasi ve edebi manada eserler ütermişlerdir. Neredeyse tamamı herhangi bir siyasi parti ve guruba angaje olmadan, Türk fikir dünyasında bir yer edindiler.  Dolaysıyla bu durum, Türk milliyetçiliğinin bir guruba veya siyasi bir organizmaya angaje olmayarak daha cihanşümul bir yapıya bürünmesini sağladı.

Maalesef Türk milliyetçiliği bugün kısır tartışmaların içinde ciddi hiç bir söylem üretemeyen bir yapıya evirildi. Ülkemizin içinde olduğu güvenlik endişelerinin ve terör sarmalının buna gerekçe olarak ortaya konması ise maalesef tam bir kısır döngüdür.

Türk milliyetçiliğinin hem bidayette hem de sonraki evrelerinde en ciddi fikir ve siyasi külliyatı en çok da buhranlı dönemlerde oluşmuştur. Osmanlının çöküş sürecinde, yeni Türk devletinin kuruluş evresi ve sonrasında ortaya konulan eserler bunun en somut göstergesidir. Elbette o dönemim entelektüelleri ve devlet adamlarından dönemsel gelişmelere göre mevzi alanları söz konusu olmuştur. Ancak tüm bunlar milliyetçilik kavramına verdikleri fikri ve zihni katkılarının önüne geçmedi. Milliyetçilik kavramının bugün yaşadığı zihinsel kısırlığın bir diğer nedeni de bu kavramın siyasi bir partinin etrafında şekilleniyor görüntüsüdür. İdeolojik karşıtlık ve çatışma ortamının verdiği siyasi alanda mücadele eden bir partinin kurumsal yapısı ile Milliyetçilik kavramının yeni şeyler üretmesi mümkün değildir. Dünya ve ülke gündemini sadece terörle mücadele ve faklı kesimlere tavır alma şeklinde değerlendiren bir yapının milliyetçilik kavramı da bu kısırlık içinde kalacaktır. Gündemin gerisinde kalan, toplumun geniş kesimlere ulaşamayan bu milliyetçilik yapısı kendini hapsettiği bu alandan kurtarmak zorundadır. Kendisini ifade edemeyen milliyetçilik düşüncesinin başkaları tarafından irdelenmesi mukadder olmaktadır. Bağımsız bir yapıya kavuşamayan, bir parti veya guruba ait olma izlenimi veren kişilerin görüş ve düşünceleri maalesef yankı bulmamaktadır. Toplumda ne söylendiği ile değil kimin söylediği ile ilgili değerlendirme burada da karşımıza çıkmaktadır. Esasen bir entelektüel kendisini bir siyasi organizmaya veya guruba yakın görebilir. Kanaatimce bunda bir mahsur da yoktur. Ancak aynı entelektüellerin farklı fikir ve düşünce irat ettiklerinde ait hissettikleri kesimler tarafından ne tür bir baskı ve dışlanmışla karşılaştıklarını da biliyoruz. Tüm bu gelişmeler farklı fikir ve düşüncelerin neş-vü nema bulmasının önünde engeldir. Çağa ayak uydurma ve yeni gelişmelere bu perspektiften yön verme gayretlerine ket vurmadır. Bir parti mensubiyeti yada lider kültü etrafında şekillenen yapıların zamanla otoriter


Orjinal Habere Git

— HABER SONU —