Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Konuşmasında 1915 olaylarıyla ilgili Ankara-Washington hattında ipleri geren Amerika Birleşik Devletleri Başkanı (ABD) Başkanı Joe Biden'ın iddialarına çok sert tepki gösteren Davutoğlu, 100. yıla büyük imkanlarla hazırlanan Ermeni diasporasının ve destekçilerinin 100. Yılda amaçlarına ulaşamamalarının hüsranını yaşattıklarını söyledi ve o günden bugüne değişenin ne olduğunu sordu.
Davutoğlu, iktidarın dış politikadaki tutumunu eleştirerek 'Olan son beş yıl içinde kurumsal aklı dışlayan, bilgi ve donanımdan yoksun, dış politikayı karşılıklı çay içme düzeyine ve ciddiyetsizliğine indirgeyerek şahsileştiren, bütüncül bir stratejik resme sahip olmayan, bölgesel ve küresel dengeler arasındaki irtibatı göremeyen bir tek adam aklının ve yönetiminin ülkeyi teslimiyetçi çizgiye getirmiş olmasıdır' dedi.
Davutoğlu konuşmasında şu ifadelere yer verdi:
'Ülkemiz hem iç ve dış politikada hem de ekonomide çok sıkıntılı bir dönemden geçmekte.
Geçtiğimiz hafta bir taraftan 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını pandemi dolayısıyla hakkını vererek kutlayamamamızın burukluğunu yaşarken diğer taraftan ABD Başkanı Biden’ın milletimize açık bir hakaret içeren “sözde soykırım” açıklaması ile toplum olarak derin bir sarsıntı ve infial içine girdik.
Ulusal egemenliğimizin sembolü olan Gazi Meclis'imizin kuruluş yıldönümünden bir gün sonra ülkemiz ile müttefik olduğunu iddia eden bir küresel gücün zirvesinden gelen hasmane bir açıklama ile ulusal onurumuz hedef alındı.
23 Nisan Cuma günü yaptığımız açıklamada ise, ABD yönetimine, Türk-Amerikan ilişkilerine bugün hakim olan sıkıntılı konjonktürü istismar çabalarına imkan verilmemesi, yaşanan tarihi acıların iç siyaset malzemesi yapılmaması, ABD’nin karşılıklı empatiye dayalı bir diyalog sürecine ve barış vizyonuna katkıda bulunması yönünde çağrıda bulunduk.
ABD Başkanı Joe Biden’ın bu çağrımızın aksine subjektif ve tek yanlı tarih yorumlarına dayalı “sözde soykırım” açıklamasında bulunmasından hemen sonra bu açıklamayı şiddetle kınadık ve bu haksız ve hasmane açıklama karşısında yetkili makamlarca yapılacak diplomatik girişimlere ve atılacak doğru adımlara destek vereceğimizi ve dayanışma içinde olacağımızı beyan ettik.
Siyasi istismara dayalı bu açıklamanın ikili ilişkilere, Kafkasya’da bölgesel barışa ve Türk ve Ermeni toplumları arasında kurulabilecek yeni bir diyalog zeminine darbe vurmuş olduğu açıktır. Ayrıca Biden’ın açıklamasında Birinci Dünya Savaşında milletimizin verdiği kayıplara ve Asala terör örgütünün saldırılarında hayatlarını kaybeden masum diplomatlarımıza ve sivillere hiçbir atıfta bulunulmamış olması ABD Başkanının temel amacının bir tarihi gerçeklik arayışı değil, milletimize dönük haksız bir yargılama çabası olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Ancak, yarım asrı aşan kararlı bir diplomatik mücadele sonrasında gelinen bu son derece onur kırıcı tabloda koalisyon iktidarının hamasete dayalı, irrasyonel, bilgi ve donanımdan uzak ve teslimiyetçi yaklaşımlarının payı büyüktür.
Dış politikada tarafların gösterdiği tepkiler ülkelerin genel itibarına göre şekillenmektedir. Böylesi bir açıklamanın 100. Yıl gibi sembolik bir tarih olan 2015’te yapılmadığı halde şimdi yapılabiliyor olması, 2016’dan bu yana dış politikada kaybedilen itibarın ve sarsılan caydırıcılığın bir göstergesidir.
Son derece kritik yıllar olan ve Ermeni diasporasının on yıllardır hazırlık yaptığı 2015 ve 2016 yıllarında zor şartlarda takip ettiğimiz etkin diplomasi ile böyle bir açıklamanın yapılmasını engellemiştik. O zaman Başkan Yardımcısı olarak yine etkin bir konumda bulunan Biden da, Başkan Obama da böylesi bir açıklama yapma cesareti gösterememişti; çünkü ikili ilişkilerde caydırıcılığa sahip, genel dış politikada itibar gücü olan bir Türkiye vardı.
100. yıla büyük imkanlarla hazırlanan Ermeni diasporası ve destekçilerine 100. Yılda amaçlarına ulaşamamalarının hüsranını yaşatmıştık. O günden bugüne ne oldu da hiçbir sembolik değeri olmayan 2021’de böylesi bir açıklama geldi ve diaspora ve destekçisi lobiler bugün bayram yapmakta, aziz milletimiz ise derin bir hüzün yaşamaktadır?
Olan son beş yıl içinde kurumsal aklı dışlayan, bilgi ve donanımdan yoksun, dış politikayı karşılıklı çay içme düzeyine ve ciddiyetsizliğine indirgeyerek şahsileştiren, bütüncül bir stratejik resme sahip olmayan, bölgesel ve küresel dengeler arasındaki irtibatı göremeyen bir tek adam aklının ve yönetiminin ülkeyi teslimiyetçi çizgiye getirmiş olmasıdır.
'NEDEN TESLİMİYETÇİ BİR GÖRÜŞME GERÇEKLEŞTİRDİ?'
Bir taraftan aklı bütün uyarılarımıza rağmen vaktinde hayırsever olarak ilan ettikleri hain Rıza Zarrap’ın New York’taki Halk Bankası davasındaki ifadelerinde olan, diğer taraftan Kongre’deki mal beyanı tehditlerinden derin kaygı duyan bir psikoloji ile ülke yönetilemez, başı dik bir tavır gösterilemez.
Bugün Sayın Cumhurbaşkanı küresel güçlere “One Minute” diyerek haykırdığı günlerden bugünlere nasıl gelindiğini samimiyetle kendisine sormak zorundadır!
O gün yanında bulunan ve en riskli ateş çemberlerinden çıkılmasını sağlayan samimi kadroların kirli ayak oyunları ve alçakça dizayn edilmiş iftira dosyalarıyla nasıl tasfiye edildiğinin ve çevresinin çağdışı ve gayri milli zihniyet sahiplerince nasıl kuşatıldığının vicdani muhasebesini yapmadan bir çıkış yolu bulması mümkün değildir. Milli onuru ve sağlam bir duruşu her şeyin üstünde tuttuğunu ve bunun için her türlü fedakarlığı yapmaya hazır olduğunu içlerinde ve önlerinde bulunarak bizzat müşahede ettiğim samimi AK Parti kitlelerine de sesleniyorum!
Artık iktidarın propaganda makinesi gibi çalışan medyanın etkisinden bir an uzaklaşın ve mübarek Ramazan günü bize bu onursuzluğun yaşatılmasını sorgulayın ve sorun: Ne değişti?
One Minute gecesi anında kükreyen Sayın Erdoğan bu hakaret karşısında günlerdir niye susuyor?
O günlerde ülkenin ve Sayın Erdoğan’ın ateş çemberinden çıkmasını sağlayan milli ve onurlu kadrolar bugün nerede?
Neden iftiralarla, hakaretlerle ve baskılarla devre dışına itildiler?
Neden Erdoğan kendisinin, partisinin ve ülkemizin geleceğini 28 Şubatçılara ve menfaat karşılığı her dönemin adamı olan gayri milli çıkarcı bir güruha teslim etti?
Neden bir önceki ABD Başkanı Trump’ın “aptal olma” hitabına hak ettiği tepkiyi gösteremedi?
Neden Biden’dan gelecek bir telefon görüşmesi için aylardır neredeyse yalvarır bir tavır sergiledi?
Neden 21 Nisan günü Türkiye’nin F-35 projesinden çıkarılmasına sessiz kaldı?
Ve nihayet neden telefon görüşmesinin açık bir mesaj ve istiskal niteliği taşıyacak şekilde 24 Nisan’dan bir gün önce gelmesini de kabullendi?
Neden ABD Başkanı ile ulusal egemenlik bayramını kutladığımız bir günde egemenliğimizin örselenmesine yol açan teslimiyetçi bir görüşme gerçekleştirdi?
Bütün bu yaşananlar milletimizi temsile yakışmayan edilgen ve teslimiyetçi tutumun bir yansımasıdır.
Bütün bu itibar kaybı, teslimiyetçi ruh hali ve diplomatik rasyonaliteden kopuş ABD’deki lobileri ve ABD Başkanı’nı cesaretlendiren unsurlar olmuştur.
Açıklama sonrası başta Cumhurbaşkanı olmak üzere iktidar kanadının sergilediği tutum kriz yönetimi ile ilgili hiçbir hazırlığın yapılmadığını ve bu teslimiyetçi tavrın sürdüğünü ortaya koymuştur. 23 Nisan’da Biden ile Erdoğan arasında gerçekleşen telefon görüşmesinde Amerikan tarafı bu hasmane açıklamanın yapılacağını söylemiş olmasına rağmen kararlı bir karşı söylem ve tutum geliştirilememiştir.
ABD Büyükelçisi açıklamadan saatler sonra Dışişleri Bakanlığına çağrılmış, karşı tedbirler konusunda ise kamuoyunu tatmin eden hiçbir açıklama yapılamamıştır.
En önemlisi de herhangi marjinal bir konuda bile hiç düşünmeksizin açıklama yapması ile bilinen Sayın Erdoğan böylesi hayati bir konuda şu ana kadar sessiz kalmayı tercih etmiştir.
'KRİZ SONRASI GEREKLİ TEPKİLER VERİLMEDİ'
Son günlerde sık sık sorulan “128 milyar nerede?” sorusunun yanına bir de “Sayın Erdoğan nerede?” sorusu eklenmiştir. Özetle ne krizi önleyici tedbirler vaktinde alınmış, ne kriz sürecinde sağlıklı bir süreç yönetimi yapılabilmiş ne de kriz sonrasında gerekli tepkiler verilebilmiştir. Ülke içinde milliyetçilik hamaseti yapanlar ülke onurunu korumak gerektiğinde edilgen ve teslimiyetçi bir zafiyet içine girmişlerdir. Açık ve net bir şekilde ifade edeyim: Yüzyılın en kara lekesi bugünkü koalisyon iktidarının üzerine yapışmıştır.
Gelecek nesillere böyle bir mirası bırakacak olanlar tarih aynasına bakarak utanmalıdırlar.
“Dünya beşten büyüktür” diye yola çıkanlar bir ABD Başkanı’nın “aptal olma” mektubunu, bir başka ABD Başkanı’nın istiskal içeren telefonunu ve milletimize ağır bir insanlık suçu töhmetinde bulunan hakaretini sineye çekmiş, Rusya Devlet Başkanı’nın kapısının önünde dakikalarca bekletilmeyi ve bunun Rus televizyonunca yayınlanmasını kabullenmiş, BM’in ve dünya kamuoyunun gerçek soykırım olarak gördüğü Çin’in Doğu Türkistan’daki zulmünü takındığı onursuz sessizlikle meşrulaştırmış bulunmaktadır.
Ulusal onurumuzu zedeleyen bu tablo karşısında başta sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere iktidar koalisyonuna sesleniyorum: Ya iddialarınızın gereğini yapın ya da bir daha bu sloganların arkasına sığınmayın.
Şimdi yapılması gereken bir taraftan ülkemize yeniden itibar kazandıracak bir dış politika stratejisinin benimsenmesi, evrensel geçerliliği olan bir söylemin inşa edilmesi ve tarihi olayların tek taraflı yorumlanmasını engelleyecek şekilde ortak acıları paylaşmayı amaç edinen “adil hafıza” ilkesine dayalı cesur ve proaktif bir eylem planının hayata geçirilmesidir.
Asırlarca birlikte yaşadığımız Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu halklarıyla omuz omuza karşılıklı anlayışa dayalı yeni bir bölgesel düzen misyonu doğrultusunda çaba sarf etmek üçüncü tarafların siyasi istismarını engelleyecek yegane yoldur.
İktidarın bu edilgen ve teslimiyetçi tutumuna karşı biz elimizdeki imkanlarla gereken tepkiyi vermeye kararlıyız. Bu bağlamda geçmişte teşriki mesai yaptığım konuya taraf dünya liderlerine ve dış işleri bakanlarına hitaben kaleme aldığım bir mektubu yarın kendilerine göndereceğim.
Bu mektupta hem bu haksız ithama karşı tepkimizi dile getirecek hem de tarihi acılardan yeni ve kalıcı düşmanlıklar değil ortak bir empati, diyalog ve barış anlayışı geliştirmek gerektiği konusunda çağrıda bulunacağım.
Bütün vatandaşlarım bilmelidir ki, iktidar küçük ve konjonktürel hesaplarla sessiz de kalsa biz milletimizin onurunu ve ülkemizin çıkarlarını ilgilendiren her konuyu takip etmeye ve gerekli adımları atmaya kararlıyız.
'BU SORGULAMALARI HEP BİRLİKTE YAPALIM'
Dış politikadaki savrulmanın bir benzeri ekonomide “128 milyar nerede” tartışmasında yaşanmaktadır.
Aslında her konu artık koalisyon iktidarı için bir turnusol kağıdı niteliğindedir. Evet, Cumhuriyet tarihimizin en talihsiz, en trajik gelişmelerinden olan 128 Milyar dolarlık MB rezervlerine ne olduğuna ilişkin soru gündemden düşmeyecek ve bu dönemi en iyi şekilde tasvir eden bir sembole dönüşecektir.
Bu konuda da yine basiretine ve samimiyetine derinden inandığım AK Parti seçmenine seslenmek istiyorum. Biliyorum. Hükümete yönelik her eleştirimiz sizlerde burukluk oluşturuyor. Onlar size “dış güçlerle” ve “içerideki yalancılarla” mücadele ettiklerini söyledikleri için, sizler de kendinizi bunlara güvenmek zorunda hissediyorsunuz. Yaptıkları açıklamaları sorgulamaktan kaçınıyorsunuz. Biliyorum korkularınız var. Ama bu korkular gerçeklere gözlerini kapayarak giderilemez. Elbette ki gerçeklerle her kesim yüzleşmek zorunda. Sizler de yüzleşmek zorundasınız.
Bunu yapabildiğiniz gün, o güvendiğinizi zannettiğiniz dağlara nasıl karlar yağdığını sizler de tecrübe edeceksiniz. Gelin bu sorgulamaları hep birlikte yapalım. Ülkenin nasıl bu hale geldiği üzerinde düşünelim.
Bizler, uyarmakla yükümlüyüz. Can yakıcı gerçekleri, bildiklerimizi söylemezsek asıl o zaman sizlere ihanet etmiş oluruz. Hem sizlere hem sımsıkı sarılmamız gereken ilkelere hem de bu aziz ülkeye ve bu fedakar millete.
Gelin bugünkü yoksullaşmanın, enflasyonun, işsizliğin, suiistimallerin, yozlaşmaların, inatla sürdürülen yanlış kararların, seçimlere odaklı çıkarcı yaklaşımların ülkeyi ne hale getirdiğinin analizini yapalım.
Gelin o zaman, bizlerin, Gelecek Partisi olarak aslında bir buçuk yıldan fazladır sürekli vurguladığımız; ekonomi kurmaylarımızın 20 aydır takip ettiği bu 128 Milyar hikayesinin ne olduğunu bir masaya yatıralım.
Öncelikle, 128 Milyar tartışmalarını iktidarın verdiği tepkiler açısından kendi içinde 5 evreye ayırmak gerekmekte. Bu 5 evreyi biz değil, bu iktidar belirledi.
Önce sayın Cumhurbaşkanı “Rezervler Hazinede duruyor”; “ortada 128 milyar dolar diye bir rakam, gerçekle ilişkisi olan bir rakam yok” diyerek bir “İNKAR” evresi başlattı. 'İNKAR' evresinden birkaç gün sonra “ÖFKE” evresi devreye girdi. “Ortada bu ülkeye ve millet yönelik aleni bir ihanet, aleni bir saldırı, aleni bir hançerleme vardır” dedikten sonra “128 Milyar Nerede?” afişlerinin kaldırılması, savcılara talimat verilip yargı sopasıyla ÖFKE evresi tamamlandı. Sonra 'pazarlık' evresine geçildi.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Canikli, MB Başkanı ve sonra da Cumhurbaşkanı; “Sattık ama neden sattık onu tartışalım”, “Vatandaşımız dövizle veya altınla tasarruf etmek istiyorsa, zorlayamayız”, “Sattık ama karşılığında Türk Lirası aldık”, “Sattık ama yolsuzluk olmadı” demeye başladılar. Bir sonraki evre de 'depresyon' evresi oldu.
Burada da çıkıp;
“Bu çalkantılı ekonomik iklim elbette ekonomimizi de olumsuz etkilemiştir, yabancı sermaye çıkışı döviz talebini arttırmıştır” dediler.
Son evre 'kabullenme' aşaması oldu. En sonunda da şöyle dediler; “128 milyar dolar ne buhar olmuş ne de birilerinin cebine girmiştir, sadece yer değiştirmiştir.” Evet bunu da söylediler.
“Dolarla mı maaş alıyorsunuz?”; “İşiniz dolarla mı?” diye sorulan günlerden bugünlere evrilmek de doğrusu bir aşama olarak görülmeliydi elbette.
Sayın Cumhurbaşkanının eleştirilere cevap vermek yerine ateş topunu dış güçlerin kucağına bıraktığı konuşma, aslında bize önemli ipuçları sundu. Şöyle diyordu Sayın Cumhurbaşkanı; “Şanlı 15 Temmuz kıyamını adeta cezalandırmak için başlatılan ekonomik saldırıya seyirci mi kalacaktık? Ağustos 2018’de Amerikan yönetiminin açıkladığı haksız yaptırım kararının ardından yaşanan kirli gece yarısı saldırılarına seyirci mi kalacaktık? Son olarak, dünyayla birlikte ülkemizi de etkileyen koronavirüs salgınının yol açtığı sıkıntıları ekonomik virüsle taçlandırma gayretlerine seyirci mi kalacaktık?”
İşin ilginç tarafı şu ki, 128 Milyar doların 1 doları bile bu gece yarısı saldırılarının olduğunu iddia ettiği Ağustos 2018’de satılmamıştı. O satışların hiçbiri Sayın Erdoğan’ın “seyirci mi kalacaktık?” dediği günlerde yapılmamıştı. Yani sorunun cevabı bu değildi. Döviz satışı yerel seçimlerden hemen önce Mart 2019’da başlamıştı. Bu da bu rezervlerin siyasi saiklerle satıldığının en iyi göstergesiydi.
Hatta seçim öncesi 19 Mart 2019’da özgüveni tavan yapan damat bakanın efsane konuşması şöyleydi:
'Birileri Türkiye ekonomisi batacak, dolar 7 lira, 8 lira olacak diye hayaller kurdu ama ne oldu?'
Biz söyleyelim, olan şuydu:
Onun “Dolarla mı maaş alıyorsunuz sorusuna cevap aylar sonra kayınpederinden gelmişti.
Şöyle diyordu sayın cumhurbaşkanı;
“Vatandaşımızın aldığı döviz ve altına gelince…Burada neredeyse ülkede yaşayan herkesi hedef alan kötü niyetli bir itham söz konusudur. Türkiye’de ticaretle uğraşan herkesin dövizle ve altınla işi vardır. Türkiye’de tasarruf edecek üç-beş kuruşu olan herkesin de dövizle ve altınla işi vardır.”
Sadece damat ve kayınpeder arasındaki bu çelişki ve itiraf bile, aslında sürecin nasıl yönetildiğini kısa bir özetini sunmakta bizlere. Bakın cumhurbaşkanı “Satılan rezervlerin 128 değil 165 milyar dolar olduğunu” da itiraf etti. Devletin en yetkili ağzından ilk kez duyduk. Bu rezervler iki yıl içerisinde satıldı. 2 yıl içerisinde milli gelirin yüzde 10’undan fazlası satıldı. 2001 krizinden beri ilk defa Merkez Bankası’nın net döviz pozisyonu eksiye geçti. Neden bu noktaya gelindi? MB önce diyor ki; “Bu büyük bir yalan, öyle bir şey yok.” Arkasından da diyorlar ki: “128’de değil, 165 milyar dolar sattık.” Üzerine de şunu ekliyorlar: “MB üzerinden değil, bir kamu bankası üzerinden satıldı.”
Peki burada sizce de bir tuhaflık yok mu?
Döviz tekrar bankaya yattığı için tekrar Merkez Bankası’na borç olarak geri dönüyor. Borç olarak aldığı parayı da geri satıyor. Bu şuna benziyor: Adam parasızlıktan evini satıyor. Sattığı eve kiracı olarak yerleşiyor. Aynı evi bir kez daha başkasına satıyor. Döngü böyle devam ediyor. Genel Başkan Yardımcımız Sayın Kerim Rota boşuna 2 Kasım 2019’da kaleme aldığı ve o zaman 30 milyar dolar civarında olan bu rezerv kaybına sebep olan ekonomi politikası için “Con Ahmet’in devri daim makinası” dememişti. O yazısını okumanızı hepinize, tüm milletime tavsiye ediyorum. Biz ekip olarak daha partimizin kurulma aşamasında olduğu o günlerden bu yana bütün süreçleri böyle yakından takip ediyoruz. İşte olan bu. Bizim hikayemiz bu!
Bizim endişemiz; bu iktidardan sonra gelecek hükümetin Uluslararası bir kredi anlaşması yapacak olması. Neden bu iktidardan sonra gelecek hükümetin diyorum? Çünkü bunların öyle bir anlaşma yapacak kredileri de kalmadı. Ülkeyi güvensizliğe ve öngörülemezliğe ittiler bunlar.
O anlaşmayı kabul edecek uluslararası kuruluş çıkarsa, bilin ki yüksek faizlerle ilmeği boynumuza geçirip canımıza okumak için yapar bunu. İşte geldiğimiz nokta bu değerli kardeşlerim!
Çok uyardık, çok söyledik bunlara. Ama hırsları, kibirleri yüzünden gözleri perdeli, kulakları duymaz oldu bunların.
Öncelikle şu acı gerçeğin anlaşılması gerekiyor ki, bütün bu sürecin “dış güçlerle”; “Türkiye’nin itibarının zedelenmeye çalışılmasıyla” hiçbir ilgisi yoktur. 128 Milyar dolar rezervin erimesinin sorumlusu bizatihi iç güçler, yani bu iktidardır. İtibarı zedelenen de, ülkenin itibarını iki paralık eden de yine bu iktidardır. Ama itibar zedelenmesi kadar önemli olan husus bir inat uğruna ülkenin kaynaklarının çarçur edilmesi, kurun yükselmesi, enflasyonun artması, faizlerin tırmanması ve fakirliğin tabana yayılmasıdır. Sizler zaten bunu çarşıda pazarda, sofranıza hissediyorsunuz. Bunu sizlere tekrar tekrar hatırlatmaya gerek yok. Ama çıkıp da “talimat yok, yolsuzluk yok” diyenlere elbette söylenecek çok söz var! Öncelikle; gizlenen, gizlenmek zorunda kalınan, şeffaf olmayan her icraat yolsuzluğun konusudur.
Demokratik olduğunu iddia eden her devlette 'Neden?' sorusuna verilemeyen her cevap şaibeleri içinde barındırır. Burada da en temel soru 'Neden?'dir. İkincisi de 'Nasıl?'dır.
Birinci soru: Merkez Bankası’ndaki 128 Milyar rezerv neden eritildi?
İkinci soru da 'Bu rezervler nasıl eritildi?' sorusudur.
Maalesef rical-i devlet her kademeden yaptığı açıklamalarla bu konudaki şaibeleri daha da büyütmektedir. Ortada cevaplar değil, bahaneler ve maskelemeler vardır. Dikkat ederseniz son günlerde her kafadan bir ses çıktı ve hepsi birbirini yalanladı. Biri “Emekli amiraller meselesini örtmek için 128 milyar dolar meselesini ortaya attılar...” dedi. Halbuki bizim kurmaylarımız bu meseleye daha 2019 Mayısında dikkatleri çekmeye başlamıştı. Oysa bu açıklama, 128 Milyar meselesine cevap değil; eleştiri getirenleri kriminalize etme ve “kapatalım gitsin” anlamına gelmekteydi. İktidarın da nasıl bir panik yaşadığının göstergesiydi. Birileri çıkıp yalan-yanlış da olsa kendince cevaplar vermeye çalışırken, aynı iktidar mahfillerinden başkaları, bildik ezberlerle suçlama, itham ve iftiralara başvurmayı tercih ediyorlardı.
'MECLİS DENETİMİ SAVAŞ ŞARTLARINDA BİLE DEVAM ETTİ'
Şu mübarek ramazanda yastığa başınızı koyduğunuzda bir düşünün değerli kardeşlerim; “Emanete hıyanet edenin durumu nedir?” diye. Emanet; kamunun ortak malıdır. O malı, ondan gizleyerek, kanunların etrafından dolaşarak; anayasaya rağmen protokoller yapıp, yetmeyince o protokolleri de değiştirerek ülke yönetimini yap boza çevirmek, gerçekleri gözlerden kaçırmak dinin de, evrensel insanlık tecrübesinin de neresinde yazar? Bunu hangi akıl, hangi vicdan kabul eder?
Bu gerçekleri yarın tarih yazıldığında kitaplardan, gazetelerden değil, şimdi öğrenin!
Öğrenin ki bu ülkenin makus talihini değiştirin. Eğer sizler gözlerinizi gerçeklere kaparsanız;
Sizler güvenilmeyecek olanlara, batağa saplanıp çıkamayanlara “vardır yaptıklarında bir hikmet” derseniz, bunun vebalini çocuklarınız öder. Bizlerin son beş yılı bunlar yüzünden heba oldu zaten, bari çocuklarımızı, torunlarımızı kurtaralım. Bakın bu ülke 1919 şartlarında işgal altındayken bile Meclisten yönetildi. Meclis denetimi savaş şartlarında bile devam etti.
Meclis Başkanına savaş şartlarında verilen olağanüstü yetkilere rağmen, icraatlarının denetimi sürdürüldü. Bu meclis, istiklal harbini verirken ortak aklı, milli iradeyi, denetimi kaybetmedi. Ama bugün “olağanüstü şartlar altındayız” denerek katlanmak zorunda olduğumuz hallere bakın. Cumhurbaşkanı sembolik de olsa 23 Nisan’da gelip o Meclis’te bir konuşma yapma ihtiyacı hissetmiyor. Neden? Çünkü artık o yüce Meclisin önemi ve etkisi kalmadı. Yetkileri tırpanlandı. Soruyorum sizlere değerli kardeşlerim. Hadi diyelim ki bunların zaafları, çok büyük tehditler altında olduğumuz için gerçekleşiyor.
Bir an için bunun doğru olduğunu kabul edelim. Peki bekasına bu derece düşkün, halkı da bu konuda seferberliğe davet eden bir iktidar, aynı fedakarlığı kendisi de sergilemez mi? Şatafatlı hayat tarzları bu istiklal harbinin neresine yakışmakta? Kamu Özel İşletmelerinin taahhütlerinin salgında bile hala dolar olarak ödenmesi, istiklal harbinin neresine düşmekte? Devam eden saray inşaatlarından bakanlık kiralarına kadar; bir türlü alınamayan tasarruf tedbirleri istiklal harbinin neresine yaraşır?
Bir seferberlik haliyle bütün bir halk olarak ağır bedeller ödediğimiz salgın döneminde kendi şirketinden başında bulunduğu bakanlığa dezenfektan alan bakanlar ile işgal altındaki aziz İstanbulumuzda savaş zengini olan açgözlüler arasında ne fark vardır?
Salgın döneminde hayatını iş dünyasına vakfetmiş işadamları işlerini döndürebilme sıkıntısı çekerken lüks hayata 28 yaşında kavuşan partinin ofis memurunun, hiçbir bankacılık tecrübesi olmadan kıyak maaşlar alan eski güreşçinin, insan kaçakçılığına aracılık eden belediyelerin, her gün ortalığa saçılan ihale yolsuzluklarının, artık meşrulaştırılan akraba kayırmacılığının ulusal beka mücadelemizdeki yeri nedir?
Milletin açlığı, yoksulluğu, ekonomideki sıkıntılar beka mücadelesine verilirken, atanmışların şımarıklığı;
Halktan kopuk, halkı aşağılayan, azarlayan kibir abideleri; İsraf ve lüks yaşam görüntüleri;
Akrabalarıyla yeğenleriyle her gün zenginleşen siyasiler, Halkı dolandırdıktan sonra yurt dışına kaçanları makamlarında ağırlayan bakanlar, Müteahhitlere çekilen kıyaklar; Tekelleştirilen medya istiklal harbinin nesi olurlar?
Yaşadığımız ekonomik değil, bir yönetim ve ahlak sorunudur. Sadece ekonomide değil, hukukta da, yargıda da, demokraside de rezervler ekside. Yasaklar, parti kapatmalar, yozlaşma, ahlaki çürüme, şeffaflığın iflası, denge-denetimin ortadan kalması, hepsi bunun sonuçları.