AY: Şengül Hanım merhabalar… Kendinizden kısaca bahseder misiniz?
KARA: Kıymetli hocam, merhabalar… 20 yıla yakın Almanya’da yaşadım. İlkokul ve Gymnasiumdan sonra lise son sınıfı Türkiye'de okudum. Çok disiplinli oluşumu sanıyorum Almanlardan aldım. “Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Almanca Öğretmenliği” mezunuyum. Yüksek Lisansımı Bahçeşehir Üniversitesi’nde “Eğitim Yönetimi ve Planlamasını” bölümünde yaptım ve Enstitü ikincisi olarak mezun oldum. Uludağ Üniversitesi’nde tez danışmanım olan Sayın Prof. Dr. Selahattin Turan hocamın katkıları çok kıymetlidir. Enstitüdeki Yüksek Lisans hocalarımın emekleri ve katkıları da bir o kadar kıymetlidir. Uzun yıllar özel sektörde “tercümanlık ve yöneticilik” yaptım. Sonra çeşitli özel okullarda -yedi yıldır- Almanca Öğretmenliği, Bölüm Başkanlığı ve 2. Yabancı Diller Koordinatörlüğü görevlerinde bulundum. Neredeyse bütün okul kademelerinde “Anaokul dâhil, İlkokul, Ortaokul, Anadolu Lisesi, Fen Lisesi, Fen ve Teknoloji Lisesi’nde Almanca öğretmeni olarak görev yaptım.Bu yıl Ekim ayında Selahattin hocam ile “International Society for Educational Planning (ISEP)” çevrimiçi konferansına ‘’Öğrenen okullar ile örgütsel bağlılığın etkilerini’’ incelediğim araştırmam ile katılarak içinde bulunduğumuz salgın sürecini verimli değerlendirme imkânı buldum.
AY: Siz dâhil eğitimciler; “Eğitimin temel amacı, çocukları kendi yeteneklerinin bilincine vardırmaktır.” diyor, ama ülkemizde uygulama şansı olmuyor! Neden?
KARA: Bu söz, ünlü Alman psikanalist ve sosyolog Erich Fromm’un sözüdür ve ben de çok severim. Eğitim kavramı eskiden beri çok tartışılan bir kavramdır. Öncelikle eğitimi tanımlayacak olursak, “eğitim, iyi insan yetiştirme sürecidir.” Çocuğun kendisini tanıması, ifade etmesi ve doğuştan var olan potansiyelini ortaya çıkarmasıdır. Her çocuk benzersiz doğar ve her çocuğun dünyası birbirinden farklıdır. Her çocuk biriciktir ve “kendine özgün yetenekleri” vardır. Çocuk, yetenekleri doğrultusunda seçim yapmalıdır. Oysa lisede bile, kendi seçemediği ancak isminin seçmeli, yani zorunlu seçmeli olduğu dersler var. Kendi dersini seçemeyen çocuktan sonra çok yönlü düşünmesini bekliyoruz. Maalesef okullar ve veliler olarak bizler çocuğun doğasını bozuyoruz ve fıtratını değiştiriyoruz. İstemediği mesleklere itiyoruz, kendi çocukluğumuzda yapamadığımız ve içimizde ukde olan hobilere yönlendiriyoruz. Çocuğu, özne olarak görmüyoruz. Bir çocuk, okulda öğrenirken doğuştan gelen sevincini yitirmişse, o zaman yeni hayatının içinde kayboluyor. Onları “hayat boyu öğrenen birey olarak” yetiştirmek biz öğretmenlerin en önemli görevi. Her çocuğu aynılaştıramayız. Okulları, sınıfları sıkıcı olmaktan kurtarmak, ilham verici yerler olarak dönüştürmek gerekiyor. Hayal kurmalı ve hedef koyabilmeli çocuklarımız. Ancak “sınav kaygısı” ile hayal kurmalarına engel oluyoruz. Sınavlar ile sıralıyoruz çocuklarımızı ve hepsini aynı sınava sokuyoruz. Ve aslında bizler rekabete dayalı başarıyı ödüllendiriyoruz da. Yüksek puan alanın hayatta başarılı olduğu düşüncesine kapılıyoruz. Oysa hayat başarısı çok başka bir şeydir. Velhasıl sistem olarak çocuklarımızı aynılaştırıyoruz ve hayallerinin geleceğine yürümelerine engel oluyoruz.
AY: Okullarımızda test çözdürmekten “sanat eğitimi” ikinci planda kalıyor. Bu doğru mu? Sanat eğitimi, çocuklarımıza ne kazandırır?
KARA: Maalesef okullarımızda sanat eğitiminin, çoğu zaman bir planın parçası bile olmadığı da söylenebilir. Bazı okullarımız sanata çok önem vererek bu süreci güzel ve verimli yürütüyor. Tabi memleketimin bütün okullarında bunun böyle olmasını arzu ederim. Özellikle ortaokul ve lisede tamamen sınav ve test odaklı bir eğitim uygulandığından, okullarımızda test çözdürmekten sanat eğitimini unuttuk. Öncelikle sanat derslerini “ikinci planda kalan dersler” pozisyonundan kurtarmalıyız. Bu derslerin hayatımızda matematik, sosyal bilimler ve fen bilimleri kadar önemli olduğunu anlamamız lazım. Sanat eğitimi; bir devlet politikası olarak desteklenmeli ve benimsenmelidir. Gerek ortaöğretim gerekse ortaokul kademelerindeki destekleme ve yetiştirme kurslarında, sanat eğitimine yönelik derslerin açılamaması da bu acı gerçeği gözler önüne sermektedir. Çocuğun var olan yaratıcılık potansiyelini ortaya çıkarıp geliştirmesine yardımcı olunmalıdır. Ülkemizde sanat eğitimine yeterince değer ve önem verilmeyişinin birçok sebebi var; Eğitim sistemimiz, sosyo-kültürel çevre, okul idaresi, öğretmen, öğrenci en önemli etken öznelerdir. Mesela görsel sanatlar dersinin; yalnızca boyama, çizme gibi görülmesi çok üzücüdür. Ayrıca bu eğitimin “bir yaratıcılık veya bir yetenek sorunu” olduğu algısından da hızlıca uzaklaşmalıyız. Sanat eğitimi, öğrencide özgün buluş ve yaklaşımları destekler, gözlem yapmayı ve pratik düşünmeyi geliştirir. Olayları, olmadan beyinde gerçekleştirebilme gücünü artırır ve sentez yapmasına yardımcı olur. Test çözdürerek bunu başaramazsınız.
AY: Öğrencileri yaratıcılığa yönelterek, onun duygusal ve duysal, bilgisel, bilişsel eğitim ihtiyaçlarını karşılamak mümkün mü?
KARA: Evet, sanat eğitimi ile bunu başarabilirsiniz. Çocuklarımız hayata atıldıklarında, güçlü bir şekilde var olabilmeleri için onların “kişisel yeteneklerini” ön plana çıkartmalı ve geliştirmeliyiz. Çocukların kendilerini özgür hissedebilecekleri ve düşüncelerini özgürce aktarabilecekleri ortamların oluşması gerek. Bu da sanatla mümkündür. “Yaratıcı beyinler daha kaliteli bir yaşamın kapılarını aralarlar.”
AY: Prof. Dr. Selahattin Turan, bir önceki röportajımızda ‘’Veliyi eğitmeden öğrenciyi eğitemezsiniz.’’ demişti, katılıyor musunuz?
KARA: Bir çocuğun kişilik yapısı oluşurken, anne ve babanın çok büyük katkısı vardır. Anne-baba en önemli rol modeldir. Çocukları kitap okumaya teşvik ediyoruz, ancak evde anne-baba okumuyor. Sorumluluk sahibi olun diyoruz, veli çocuğun ödevlerini yapıyor. Cep telefonunu çok kullanmayın, zamanınızı kaliteli kullanın diyoruz, akşam evde anne-baba elinden telefonu bırakmıyor… Bu uzaktan eğitim sürecinde velinin eğitimi daha da önem kazandı. Bilinçli veli bu süreçte öğretmene ve öğrenciye çok destek oldu. Zamanı kaliteli kullandılar. Hatta bazı velilerimiz bu durumu lehlerine çevirerek çocuklarını daha iyi tanıma imkânlarına sahip olduklarını söylediler. Çocuklarının eğitimlerini daha yakından takip etme fırsatına eriştiler.
AY: “Türküler, bizim kültür mirasımızdır. Okullarımızda çocuklarımıza popülist şarkıları öğretmek yerine türküler öğretelim. Okullarımızdan mezun olan her çocuğumuz birkaç türkü söylüyor olabilsin...” diyorsunuz. Türkiye eğitim sistemi bunu başardı mı? Başaramadıysa neden?
KARA: Yine önceki sorunuzda da belirttiğim gibi ülkemizde “sanat eğitimi bir devlet politikası” olarak benimsenmeli. Köy enstitüleri zamanında bunu başarmıştık. Bunları görmezden gelemeyiz. Liseyi bitiren her çocuk en az bir müzik aleti çalmalı ve birkaç türkü bilip söyleyebilmeli. Hatta hangi yörenin türküsü olduğunu ve hikâyesini bilmek, o kültürün diğer kuşaklara aktarılmasında da gizliden bir görev üstlenmiş olur. Konfüçyüs; “Bir ülkenin doğru yönetilip yönetilmediğini, ahlak açısından yücelip yücelmediğini anlamak mı istiyorsunuz? O ülkenin musikisini dinleyin” der. Popülist şarkılara baktığımızda da; dilimizin ve değerlerimizin de nasıl bozulduğunu görebiliyoruz. Türküler; bizim kültür mirasımızdır ve kültürümüzün en önemli öğeleri arasında yer alır. Tarihten günümüze bir köprü niteliğindedir. İnsanların acısını, hüznünü, sevincini paylaşır. Türkülerin içindeki tek nokta ‘’insan olmaktır’’. Okullarımızda, öğrencilerimizin öncelikli olarak “iyi insan” olmasını istiyoruz. Rahmetli Neşet Ertaş üstadın dediği gibi ‘’Nerede bir türkü söyleyen görürsen korkma, yanına otur. Çünkü kötü insanların türküleri yoktur.’’ Liseden mezun olan her öğrencimizin; bir keman, piyano veya bağlama çalarak mezun olması ancak bir eğitim politikası geliştirerek olacaktır. Çocuklarımızı sınav kaygısı ile tüm zamanlarını test çözmekle geçirterek çok yönlü insanlar yetiştiremeyiz. Güzel okul örnekleri görünce gönlüm biraz rahatlıyor. Okul koridorlarından bir bağlama sesi duymak kadar güzel bir his yok. Bir öğrencimizin bir türkümüzü piyona eşliğinde söylüyor olması beni umutlandırıyor. Bağlama çalan okul müdürleri, öğretmenlerimizi görünce gözlerimin içi parlıyor ve geleceğe umutla bakıyorum. Ben de amatör olarak bağlama çalmayı öğreniyorum ve kaligrafi ile uğraşıyorum. Sanatla ilgilenmek her şeyden önce insanın olaylara karşı farkındalığını arttırıyor.
Köy Enstitülerinde Müzik Eğitimi Kaynak: https://www.muzikogretmenleriyiz.biz/koy-enstituleri-ve-muzik/AY: “Aşılama konusunda eğitimde kaybedecek zamanımız yok, lüksümüz de yok.” cümlesiyle ne demek istiyorsunuz?
KARA: Yaklaşık bir yıldan fazladır okullarımız kapalı, derslerimize uzaktan öğretim ile devam ediyoruz. Ara ara hibrit eğitime geçsek de, süreç çok uzun vadeli olmalı. Vakaların yükselmesi ile yeniden uzaktan eğitime geçtik. Şu an ilkokul öğretmenleri aşılanmaya başlandı. Ancak çok geç kalındı. Yalnız ilkokul değil, tüm okul çalışanları aşılanmalıydı, üniversitedeki akademisyenlerimiz de dâhil. Covid-19 aşısı sağlık çalışanlarından sonra öncelikli olarak öğretmenlere yapılmalıydı. Sürecin çok doğru yönetilmediği kanaatindeyim. Okulların açılması ile salgından dolayı öğretmenlerimizi kaybettik. Okulların ve üniversitelerin kapalı kalması ülkemizin her gün geriye gitmesi demektir. Okullar ve üniversiteler bu kadar uzun süre kapalı kalması sosyal mesafeyi güçlendirmek için mantıklı olabilir, ancak uzun süreli kapanmalarda savunmasız öğrenciler üzerinde çok olumsuz etkileri mevcuttur. Çünkü dezavantajlı öğrenciler uzaktan öğretime ulaşamadılar. Bu süreci sürdürebilmeleri için; evde bilgisayar, tablet, internet uygun, çevrimiçi dersleri sürdürebilmesi için sessiz bir çalışma odası olmalı. İnternet ve tablet gibi dijital materyaller her öğrenciye sağlanamadı. Çoğu ailelerin buna imkânları da yoktu. Zira, ailelerin ekonomik ve sosyal durumları aynı değil. Bu durum çocukların öğrenmelerinde yetersizliklere sebep oldu. Dezavantajlı öğrenciler ile ekonomik durumları iyi olan ailelerin çocukları ile aradaki eşitsizlik çok açıldı. Uzun vadede öğrenme kayıplarındaki artış, çocukların kendi gerçek potansiyeline ulaşmasını engelleyecektir. Eğitimde ciddi bir düşüş yaşayan öğrencilerde okul terkleri artacaktır. Okulun, aynı zamanda bir sosyalleşme ortamı olduğunu da unutmamak gerekir. Bu süreç uzun vadeli planlarla ve öngörülerle iyi yönetilmeli. Aksi halde önümüzdeki gelecekte telafi edilmez sonuçlar doğuracaktır.
AY: Bir tweetinizde, tamamen katıldığım bir çağrınız var; “Tam kapanmayı Ege’de veya tatil beldelerinde tatil yapmak sanma! Sen, salgındaki pervasızca davranışlarından dolayı kapanma ve yasaklarla her geçen gün dükkânları kapanan, batan esnaftan ve işinden olan işçiden, daha çok yoksullaşan bu insanlardan sorumlusun” Toplumsal bir sorunumuz mu var?
KARA: Tam kapanma kararı geldiğinde, haberleri hepimiz şaşkınlıkla takip ettik. Özellikle İstanbul’dan ciddi sayıda kişi şehri terk etti ve bu kapanmayı bir tatil gibi algılayarak Ege’deki tatil beldelerine ve yazlık mekânlara yol aldılar. Yoğun insan sirkülasyonu, bulaş riskini arttırmakta. Bu süreçte toplum olarak hepimize düşen görev; kurallara uymak, hijyen, maske ve sosyal mesafedir. Mümkün olduğunca toplu alanlarda bulunmayacağız. Salgın sürecinde binlerce esnafımız kepenk kapattı, çoğu ise ciddi bir ekonomik krizde. Bu sürecin uzaması ülkemize hem ekonomik hem de sosyo-kültürel ve de eğitimsel çok yaralar açacaktır. Toplum olarak uymadığımız her kural, batan esnafın, vakaların artmasını ve hayatını kaybeden insanların sorumluluğunu da sırtımıza yüklüyor.
AY: “Düşünce özgürlüğü” ve “Entelektüel birikimi olan insan” başlıklarını versek, ne dersiniz?
KARA: Düşünmek, özgür bir eylemdir. Düşünce özgürlüğü, bir insanın düşündüklerini hiçbir baskıya uğramadan özgürce ifade edebilmesidir. Başka bir deyişle ifade özgürlüğü ile, demokrasi arasında sıkı bir ilişki vardır ve demokrasinin temel ilkesidir. Düşünce özgürlüğünün kısıtlanması, bizi demokratik toplum olmaktan uzaklaştırır. Ancak, zaman zaman yapılan ifade özgürlüğü ile hadsizliği ve saygısızlığı birbirine karıştırmamak lazım. Düşünce özgürlüğü kapsamında hakaret etme hakkının olmadığını bilmek gerek. İkisi arasında çok ince bir çizgi vardır. İşte entelektüel birikimi olan insan, bu ikisi arasındaki farkı ayırt eden ve bilen insandır. Entelektüel birikim öyle kısa vadede oluşabilecek bir şey değildir. Çok kitap okumak, yazmak, müze, sanat galerisi ve konserlere gitmek, belgesel izlemek ve kendini geliştirmek isteyen bir çevre ile zamanla bilgi birikimi ile elde edilir. Ama, ilk öncelik olarak zihin eğitimi şart tabi ki!.
AY: Çocuklar; sınav, ezber, test kitapları, yarış içinde boğuluyor. “Z kuşağı” diye bir kuşak var mı? Varsa ne istiyorlar? ‘Z’ kuşağı; “girişimci, üreten, yenilikçi, hızlı düşünen/ karar veren” gençler mi olacak?
KARA: Bazı kaynaklarda 1995 yılından itibaren diye ifade edilse de Z kuşağı 2000 yılından günümüze kadar uzanan kuşağı anlatıyor. Ben çok z, y, x diye insanları kategorize etmek taraftarı değilim. Fakat 1995 veya özellikle 2000’den sonra doğan kuşak, dijital yönde becerileri çok gelişmiş ama sosyal yönde becerilerinin zayıf olduğu ve “gelecek kaygısı yaşayan” bir kuşaktır. Bu gençlerin zihniyetleri ve özellikleri, Y kuşağından tamamen farklı. Kültürel antropolog Margaret Mead, bu gençlerin yer aldığı kültürü ‘Prefigüratif Kültür’ olarak niteler. Artık çocuklar erişkinlerden öğrenmek yerine erişkinler çocuklardan öğreniyor. Yani gençler, artık akranlarından öğreniyor. Bu görüşler, günümüz gençliğinin durumunu tercüme etmede de önemlidir.
Z kuşağı, daha önceki kuşakta eşine rastlamadığımız dijital ortamın içine doğmuş ve bu dijital ortamla kendilerine bir dünya kurmuşlardır. Dünyayı çevrimiçi yaşıyorlar. Z kuşağı her şeyi sorgulayan bir kuşak, özellikle kuralları çok sorguluyorlar. Çünkü “kurallara karşı olan bir nesil var” karşımızda. Öyle “körü körüne biat etmekten” çok uzaklar. Sivil itaatsizlik kültürüne sahip, gelecekte ‘’ben’’ olmayı bilen ama bu ‘’ben’’i bencilliğe dönüştürmeyen, özgüvenli, değişime açık bir yeni nesil ile karşı karşıyayız. Ben merkezci oldukları için yaratıcı özellikleri de yüksek. Araştırmalar da bunu destekler mahiyettedir. Takım çalışmasını sevmeyen daha çok bireysel çalışmayı seven çocuklar bunlar. O nedenle “girişimcilik özellikleri” en yüksek grup olduğunu düşünüyorum. Değişime açık oldukları gibi çok çabuk da sıkılıyorlar ve görsel öğreniyorlar. Çok özgürler ve çok bağımsızlar. Bir konu üzerinde uzun süre düşünmek onlara göre değil. Müthiş bir hayal dünyaları var. O nedenle test, sınav hiç onlara göre değil. Özgür ruhlular.
AY: Türkiye’de yabancı dilin “yeterli düzeyde öğretilmediğine” dair yaygın bir kanaat var. Neden ülkemizde yabancı dili öğretemiyoruz?
KARA: İlkokuldan itibaren elimizde müthiş bir fırsat var. Yabancı dili eğlenceli, çocukların katılmak ve öğrenmek isteyecekleri bir aktiviteye dönüştürecekleri birkaç sihirli dokunuşlarla çok kolay öğretebiliriz aslında. Hangi ülkeden olursanız olun artık iş dili ve bilim dili İngilizce oldu. O halde durum bize gösteriyor ki, İngilizce bilmek olmazsa olmaz ilk şart. Yakın bir tarihte çarpıcı görüşler sunan ve dil edinimi/öğretimi uzmanlarından biri olarak kabul gören Stephen Krashen’in görüşlerine de kulak vermek lazım. Ülkemize geldiğinde verdiği bir konferansta bu başarısızlığın en büyük nedenleri olarak şunları sıralamıştır; “Gramer ağırlıklı dil eğitimi, çocukları dile yeterince maruz bırakmamak ve dil edinimi sürecinde öğrencilerin duyuşsal özelliklerini gözardı etmek.” Bunlar başarısızlığımızın bir portesi değil midir? Daha dil öğretmeye başlarken “dil öğretmenin dilbilgisi öğretmek” olduğu yanlış algısı ile başlıyoruz. “Ezbere ve gramere dayalı uygulamalar” çocukları yabancı dilden soğutmakta. Dili öğrenmeye başladığımızda gramer kurallarına göre konuşma arzumuz ve mükemmellik takıntısı da ciddi engellerden birisi. Şimdi yabancı dil 2. sınıftan itibaren öğretilmeye başlatıldı. Ancak, haftalık ders saati çok az. Kullanılan yöntemlerin, yeterince öğrenciye seslenmiyor olması çok büyük etken. Tüm yabancı ülkeler bundan seneler evvel vazgeçmelerine rağmen, biz hala “dilbilgisi çeviri yöntemini” kullanıyoruz. Şu an modern dünyada kültürlerarası iletişim becerilerinin geliştirilmesi, kültürlerarası farkların öğretilmesi, iletişimsel yöntemin kullanılması çok önemli. Yabancı dil öğrenimi dört beceriye yönelik olması lazım; “Okuma anlama, dinleme, yazma ve konuşmadan ibarettir.” Bunların içinde dilbilgisi yoktur. Dilbilgisi, bu becerileri kullanabilmenin sadece bir kısmı. Maalesef akademik sınavlar bile bu dört beceriyi ölçmekten uzaklar. Dilin doğasında oyun, etkinlik vardır, şarkı, drama vardır. Hep ‘’anlıyorum ama konuşamıyorum’’ ifadesini duyarız. Çocuklar ana dillerini öğrenirken bile “önce anlarlar ve sonra kelime kelime konuşmaya” başlarlar. Bu sebeple dil öğrenirken ‘’anlama’’ üretmekten, konuşmaktan önce gelir, bu doğal bir süreçtir. Dil öğrenirken konuşmaktan çekiniyoruz, oysa bu beceri konuşularak öğreniliyor. Bir anadil konuşmacısı gibi, bir yabancı dili konuşmak zaten imkânsız. Kişi yabancı dil konuşurken hata yapabilir, ancak dili geliştirmek için yaşam boyu yabancı dil öğrenmek zorunda olduğunu unutmamak, unutturmamak gerekli. İmkânlar dâhilinde “öğrenildiği dilin ülkesine gidilerek” pratik imkânı yaratılabilir ya da “öğrendiği dilde dizi ve film izlemek de” dili pekiştirir. Dil eğitimini çok başarılı bir şekilde yürüten hem özel okullarımız hem de bazı devlet okullarımız var. Gönül ister ki, ülkemdeki tüm okullarda bu başarı yakalansın. Dil öğretiminde yönetimsel ve uygulayış temelli de eksiklikler var. Sınıf ve okul temelli hedef; dili kullanma ve iletişim kurabilecekleri imkânlar sağlayarak, öğrencilerin öğrenmesini destekleyecek aktiviteleri çoğaltarak ve teşvik ederek bu sürecin geliştirilmesine katkı sağlayabilir. Yabancı dil öğretmenleri derslerde Türkçe konuşmaktan vazgeçtiklerinde de önemli bir ilerleme sağlamış olacağız.
AY: Gençler yarına hazır mı ve yarının gençlerini neler bekliyor?
KARA: Türkiye çok genç bir nüfusa sahip. Gençlerimizi iyi eğitebilirsek ülke olarak da daha iyi bir yere gelebiliriz. Artık gençler bir “bilgi işçisi” değil. Üniversite okumanız size işi sağlamıyor şimdiki zamanımızda. Yapay zekânın, algoritmaların, makinaların ve robotların hayatımıza hızla girdiği ve daha da gireceği bir zaman dilimindeyiz. Oxford’da yapılan bir araştırmaya göre önümüzdeki yirmi beş yılda şu an sahip olduğumuz mesleklerin yüzde kırk yedisi yok olacak. Mesela bu iş kollarının yok olmasına göre çocuklarımızı hazırlıyor muyuz? İşsizlik çok ciddi bir sorun ve gün geçtikçe daha da artıyor. Gençler kaygılı ve beyin göçleri her geçen yıl artıyor. Kaybettiğimiz her beyin ülkem için büyük kayıp. Başarıyı ölçtüğümüz tek bir alan var o da sınavlar ya da test. Çocuklarımızı bu başarı ölçütüne göre sıralıyoruz. Tek bir doğru cevabın hangisi olduğu üzerine yetiştiriyoruz ve başkalarının önüne geçmesini başarı olarak kabul ediyoruz. Çocuklarımızın, gençlerimizin yeteneklerini, potansiyel yaratıcılık alanlarını ülkece pas geçiyoruz. Okullarımızda bilgi yükleyerek çocuklarımızı geleceğe hazırlayamayız. Gençlerimizi “girişimciliğe” yönlendirmeliyiz. Hayal etmesine ve düşünmesine fırsat tanımalıyız. Düşünmenin olmadığı yerde üretemezsiniz. “Düşünen zihin, inovasyona açık olur.” Üzülerek söylüyorum ki ülkemizdeki mevcut okul sistemimizle gençleri geleceğe hazırlamamız mümkün değil. Bunu başaran okullar var ancak çok azlar. Bugün okula başlayan çocukların yarısından fazlası, yetişkin olup iş hayatına atıldığında hangi işi yaparsa yapsın bugün adı konulmayan işleri yapacaklar. Hayat inanılmaz hızlı değişiyor. Bugünün çocukları genetik olarak da bizden farklılar. Başka bir şey istiyorlar. Biz, gençlerimizi gelecek için hazırlıyorsak yeni bir şey yapmamız lazım. Şu anki eğitimimiz ve müfredatımız ile bu çok mümkün değil gibi gözüküyor. Bunun için “iyi bir eğitim felsefesi ve stratejisi” geliştirilmeli, buna tekabül olarak da iyi bir eğitim kadrosu gerekli.” Bunu oluştururken çocukları “özne olarak algılayıp” bu oluşumun içine gençleri de dâhil etmeliyiz.
AY: Teşekkür ederim.
KARA: Keyifli bir sohbetti, ben teşekkür ederim. Paylaştığım fikirlerim şahsıma ait olup kurumsal olmadığını belirtmek isterim.