Sitemiz köşe yazarı Dr. Göktan Ay’ın; 2014-2019 Dönemi Avcılar Belediye Başkanı, DSP Genel Başkan Yardımcısı, Sn. Dr.Handan Toprak Benli ile “güncel konularda” yaptığı söyleşiyi yayımlıyoruz.
AY: Handan Hanım, nasılsınız? Pandemi döneminde neler yaptınız?
TOPRAK BENLİ: Pandemi dönemini mesleki sorumluluklarım yanında siyasi çalışmalarımı sürdürerek geçirmekteyim. ( Demokratik Sol Parti İletişim ve Basından Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı ayrıca Gölge Sağlık Bakanlığı)
AY: Siz, Avılar Belediye Başkanı göreviniz sırasında sanat ve kültüre çok önem verdiniz..Neden?
TOPRAK BENLİ: Belediye Başkanlığım döneminde kültür ve sanata önem verdim.
Bunu hem 5393 sayılı kanun gereği hem de “toplum sağlığı” gereği olarak yaptım. Çünkü; sağlık; bedenen, ruhen ve sosyal yönden iyi olma hali diye tanımlanır. Sanat sağlık için çok önemli bir sağıtım argümanıdır.
Bu nedenle;
Avcılar’da , Kent Enstitüsü’nü, Tiyatro Bölümü’nü (başında Turgay Yıldız Hocanın olduğu), Türk Müziği Bölümü’nü (Arif Sağ, Erdal Erzincan gibi usta öğretmenlerin geldiği) ve Halk Dansları Bölümü ile Avcılar Belediye Konservatuvarı’nı kurdum.
AY: Avcılar Belediyesi Konservatuvarı’nı hayata geçirdiniz. Devam ediyor mu?
TOPRAK BENLİ: Avcılar Belediye Konservatuarı; 12 Eylül Darbesi’nden sonra açılmış olan İstanbul’un tek Belediye Konservatuvarıydı. Ancak, benden sonra maalesef kapatılmış. Tek gideri öğretmen maaşlarıydı zaten. Ancak bu konuda Tiyatro bölümünün başında olan Turgay Yıldız Hoca da sıkıntı yaşayıp ayrılmış.
Maalesef sanata ayrılan bütçe, lüks harcama yada israf gibi görülmektedir. Bu nedenle her kesimle en çok bu konuda mücadele vermek zorunda kaldım.
AY: Başkanı olduğum MÜZDAK tarafından yapılan, alanında özgün ve tek olan ‘İstanbul Türk Müziği Festivali’ne tam destek verdiniz. Teşekkür ediyoruz. Ne söylemek istesiniz!...
TOPRAK BENLİ: Sevgili Göktan Ay Hocam, Başkanı olduğunuz MÜZDAK tarafından yapılan, alanında özgün ve tek olan ‘İstanbul Türk Müziği Festivali’ne Belediye Başkanlığım döneminde Avcılar’da ev sahipliği yapmış olmanın gururunu taşıyorum. Unutulmaz bir programdı. Bu çok kıymetli çalışmalarımızdan dolayı sizi kutluyorum.
AY: Bilim insanları; “müsilaj” (deniz salyası)ölümün ilanı,cesedin çürümesidir” diyor. Sizce suç hepimizin mi, iktidarı yönetenlerin mi?
TOPRAK BENLİ: Marmara Denizi’nin yok edilişi hakkında; ürkütücü durum ve iğrenç görüntü için bilim insanları ve araştırmacılar; “müsilaj (deniz salyası) maalesef ölümün ilanı, cesedin çürümesidir” diyorlar evet…
Hekim diliyle anlatmak gerekirse; komaya girdiği için acil “mavi kod” verilen Marmara Denizi vaktinde CPR (yeniden canlandırma) yapılmayarak göz göre göre öldürülüyor. Burada başta devleti ve belediyeleri yönetenler olmak üzere sorumluluk ve suç aslında hepimizin. Herkes “öz eleştirisini verip” acilen “sularımızı kurtarmak için” harekete geçmelidir.
AY: Son yıllarda tecavüz, saldırı, öldürme v.b. olumsuzluklar arttı. Bu, “Okumuşa düşmanlığın kurumsallaştırılması mı?”
TOPRAK BENLİ: Evet “okumuşa düşmanlık” adeta kurumsallaştı. Maalesef son yıllarda popülizmde sınırlar o kadar aşıldı ki, cahil cüretkarlığı, eğitimli, elit düşmanlığı hayatı tehdit eden boyutlarda saldırılarla kendini gösterir oldu. Buna da en çok “sağlık çalışanları” maruz kalmakta. Doktor arkadaşlarım öldürüldü (Fakülteden Arkadaşım, Göğüs Cerrahı Kamil Furtun, 2015 yılında Samsun’da, en iyi doktorunuz hangisi diye sorarak hedef seçen bir saldırgan tarafından öldürüldü) Öğretmenler de, yine en çok saldırıya maruz kalan, hatta öldürülen mesleklerden… Bu durumun engellenmediği taktirde toplum için çok vahim sonuçları olacaktır.
AY: Geçmişimize, tarihimize, başta Atatürk olmak üzere kurucularımıza; “zalim, kafir v.b.” diyen kişiler artmaya başladı ve toplum rahatsız oluyor. Bu artışın sebebi ne olabilir?
TOPRAK BENLİ: Son yıllarda kendilerini “siyasal İslamcı” olarak nitelendirenlerin iktidar gücüyle “Atatürk ve Cumhuriyet dönemine” yönelik hakaret ve saldırılarının toplumu incitmekte olduğu bir gerçektir.
Önce Ayasofya’nın ibadete açılışında (ki öncesinde de ibadet alanı vardı) Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş sonra da tarihini bilmeyen, müze bahanesiyle konumu ve oradaki varlık sebebine zalim ve kafir diyen, Ayasofya’da icazet merasimindeki imam (Mustafa Demirkan) ve benzeri ihanet içindekilerin cüretkar çıkışları görülmekte... Biliyoruz ki 1453'te Fatih Sultan Mehmet'in vatan yaptığı İstanbul,1920'de işgal edildi. Gazi Mustafa Kemal Atatürk Kurtuluş Savaşı ile İstanbul’u yeniden vatan yaptı.
AY: Rahmetli Prof. Türkan Saylan’ın söylediği gibi; 'Her eğitimli kadının, Cumhuriyete borcu var mıdır?'
TOPRAK BENLİ: Evet Prof. Dr. Türkan Saylan; 'Her eğitimli kadının bu Cumhuriyete borcu var' diye bize yol gösteren; 18 Mayıs 2009’da kaybettiğimiz; “Türk kadının rol modeli, gül yüzlü, cesur yürekli, insanlık sembolü, idolümüz.”
Eski dönemlerin korkulu hastalığı olan ve kimsenin dokunamadığı “Cüzzam (lepra) hastalarına sahip çıkan” tedavi eden, kurucusu olduğu ÇYDD ile “eğitimde fırsat eşitliği” sağlayarak özellikle “kız çocuklarının okutulması” ve “insan hakları” gibi alanlarda ülkemiz adına büyük başarılara imza atmış olan, korkusuz bir kadın savaşçı; amansız hastalığının en ağır döneminde ülkemize hizmet etmiş birçok değere yaptıkları gibi uydurdukları Ergenekon kumpası davaları ile incitilerek yüreğimizi sızlatan, Türkan Saylan Hocamızı bir kez daha saygıyla anıyorum.
Hepimizin Atatürk’e ve kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne borcu var. Devrimleri ve kazanımları sayesinde ben de “Doktor” oldum, “Belediye Başkanı” oldum. Çok büyük ve çok kıymetli, manen hiç bir zaman ödenemeyecek kadar büyük bir borç bu. Çaba göstermek bile gurur verici…
AY: İktidar (pandemi) salgın dönemini iyi yönetiyor mu? Yönetmiyorsa neler yapılmalıdır?
TOPRAK BENLİ: İktidarın “Pandemi Yönetimine” gelince; görüldüğü gibi çok başarılı olduğu söylenemez ancak öncelikle hayatını ortaya koyarak salgınla savaşan “sağlık ordumuzun neferleri”, başta hekimler olmak üzere tüm sağlık çalışanlarına teşekkürlerimizi iletmek isterim.
Cumhuriyetimizin kuruluşu dünyayı salgın hastalıkların kasıp kavurduğu yıllara rastlar. Pandemi ile mücadele “Cumhuriyetimizin devlet politikasıdır.”
Cumhuriyetin yokluk günlerinde, Atatürk’ün Sağlık Bakanı Refik Saydam döneminde, halk sağlığına ve koruyucu hekimliğe yönelik çalışmalar yapmak üzere 27 Mayıs 1928 günü, resmî gazetede yayınlanan 1267 sayılı kanunla kurulmuş olan Merkez Hıfzıssıhha; bu köklü kurum daha sonraları 2000’li yıllara doğru kapatılma sürecine sokulmuştur. Salgınlarla mücadelede büyük başarıları olan “Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı” 2 Kasım 2011 tarihinde Resmi Gazete ’de yayımlanan 663 sayılı kararname ile kapısına kilit vurulmuş geride kalan her şey “Halk Sağlığı Kurumu”na devredilmiştir.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında ve devamında sürdürülen “aşı politikası desteklenmediği için” bugün uluslararası endüstriye pazar olmak durumunda kalınmıştır.
Milli aşı endüstrimiz sürdürülüp geliştirilseydi, bugün yabancı ülkeden korona virüs aşısı beklemek zorunda kalınmayacaktı.
Sonuçta sağlıkta; özellikle de salgın hastalıklarla mücadelede bugüne kadar başarımız Türkiye Cumhuriyetini sağlam temeller üzerine kuran, sağlığı kuramsallaştıran ve akademikleştiren Mustafa Kemal Atatürk’ün Sağlık Bakanı Dr.Refik Saydam ile başlamış ve birçok siyaset bilim insanımızın katkılarıyla günümüze kadar devam etmiştir.
Bu kurumların kapatılıp, sağlık konusunda kamucu politikalardan uzaklaşılması Korona Virüsü Pandemisi sürecinde bocalamalara neden olmaktadır.
AY: Son yıllarda, maden şirketlerine ve HES’lere izin verilerek doğanın yok edilmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
TOPRAK BENLİ: Maden şirketlerine tanınan imtiyazlarla had safhaya varan, HES’lerle “çevre felaketine giden” sürecin derhal durdurulması gerekir.
Topraklarımızın üstü; altındaki madenden, altından daha değerlidir. Su ve Doğal Kaynaklar’ın yok edilmemesi, Ekosistem’in korunması için ağaç keserek başlatılan, siyanürle altın çıkarmasının yaratacağı çevre tahribatı ise derhal son verilmelidir.
AY: Siz, İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilmesini doğru bulmuyorsunuz. Neden?
TOPRAK BENLİ: İstanbul Sözleşmesi’ne gelince; Evrensel bir sorun olduğu kabul edilen “kadına yönelik” şiddet veya kadına yönelik ayrımcılık; ancak 1980'lerden sonra uluslararası metinlere girmiştir.
Aşağı yukarı 40 yıldır kadına yönelik şiddetin önlenmesi, kadına yapılan ayrımcılığın kaldırılması, şiddetle mücadele alanında ciddi bir uğraş vardır. Bu uğraşın son örneklerinden biri ve en önemlisi İstanbul Sözleşmesi’dir.
Hazırlıkları Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nde Dönem Başkanlığı sürecine rastlayan, İstanbul'da imzaya açılan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi kısa adıyla İstanbul Sözleşmesi’ni Türkiye 11 Mayıs 2011 tarihinde imzalanmıştır.
Özel olarak kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddet ve ev içi şiddeti hedef alan ilk Avrupa sözleşmesi olma niteliğini taşıyan bu Sözleşme’yi Türkiye’nin ev sahipliği yapan ve ilk imzalayan ülke olması; Türk insanın kadın konusundaki hassasiyetini göstermesi bakımından önemlidir.
Ayrıca arkasından İstanbul Sözleşmesine dayanarak 20 Mart 2012 tarihinde yürürlüğe giren 6284 sayılı kanunun bu yürek dağlayan toplumsal sorunun çözümünde çok önemli bir adım olmuştur. Ülke politikası olarak; 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un gereğinin yerine getirilmesi ve uygulanması gerekir.
Bir gece yarısı Cumhur Başkanlığı Genelgesi ile çıkılması ise ülkemiz adına çok büyük bir geri adımdır.
Kadına şiddet de çözümü de politiktir. Toplumu derinden yaralayan kadın cinayetlerinin önlenmesi ancak konunun bir ülke politikası haline getirilmesi ile mümkündür. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması sürecinden vaz geçilmelidir.
AY: “Kadını ve kadınların emek mücadelesini; gelenekler, görenekler, töreler ve siyaset sömürüyor” derken, neyi vurgulamak istiyorsunuz..
TOPRAK BENLİ: 8 Mart kadının aslında hak ettiği bir “kutlama” günü değil, sırf cinsiyetinden dolayı dezavantajlı konuma düşmüş tüm kadınların yüzyıllar süren “emek ve hak mücadelesinin” günüdür. Bunun için sadece ekonomik olarak değil; “geleneklerin, göreneklerin, törelerin, siyasetin kadını nasıl sömürdüğünün konuşulması gereken” gündür ifadesini kullandım. Çünkü 8 Mart maalesef ki aslında bir “anma” günüdür.
Siyasette yanında kadın olmadan seçmenin kapısını çalamayanlar adaylık söz konusu olduğunda kadını yok saymaktadır. Milletvekillerini ve Belediye Başkanları’nı kendileri merkez yoklaması ile belirleyen, siyasi parti liderlerinin 8 Mart’ta “kadınlar neden siyasette yoklar” diye konuşma yapması, bu esnada yanındaki kadın kolları başkanı veya diğer kadınların sesini çıkarmadan dinliyor olması, bugün dahi “elinizi kim tutuyor?” diye soramadığı itiraz edemediği günlerde yaşadığımızın göstergesidir. Evde işte siyasette sömürünün haksızlığın, şiddetin devam ettiği günlerden geçiyoruz.
Kadının “hak ve özgürlükleri” elde etmesi, “demokrasi mücadelesi” ve “karar mekanizmalarına katılımı” ile mümkün olacaktır.
AY: Teşekkür ederiz…
TOPRAK BENLİ: Ben de teşekkür eder, sürekli takip ettiğim çalışmalarınızda başarılar dilerim.