Sitemiz köşe yazarı Dr.Göktan Ay’ın, şair - yazar Ali Rıza Malkoç ile yaptığı söyleşinin birinci bölümünü yayımlıyoruz.
AY: Merhabalar. Son yayınlarınız için teşekkür ederim. Pandemi döneminde neler yaptınız ya da yapamadınız?
MALKOÇ:Merhaba Hocam, arşivimde hazır olan kitaplarımdan göndermiştim. Sizleri de okurlarımız arasında görmekten mutluluk duyarım. Kitaplarımın her biri farklı alana odaklansa da, hepsi okununca fotoğrafın tamamı ortaya çıkıyor ve anlatım bütünlüğünü hissediyorsunuz. Yani “acaba” diye zihninizde bir soru oluştuğunda, bu sorunun cevabını başka bir kitabımda alabiliyorsunuz.
Pandemi (bulaşıcı salgın) döneminde önce bir şaşkınlık yaşadım. “Dünya nereye gidiyor ve bize düşen nedir?” diye kendimce bir sorgulama yaptım ve zamanla alıştım. Tam iki yıl, yaşadığım şehrin dışına çıkamadım. Pek ihtiyaç da hissetmedim açıkçası. Düşünen, okuyan, yazan bir birey olarak, zaten seyahat ve geziler, üretim verimimi düşürebilirdi. Alman düşünür İ. Kant’ın, 79 yıllık ömrü boyunca yaşadığı beldenin dışına çıkmadığını okumuştum. Bu tercih, genelleştirilebilecek bir durum olmasa da yadırganacak bir şey de değildir elbette. Salgın sürecinde kitap okuma ve yazma verimliliğim arttı diyebilirim. 15 kitabımın 7 tanesini bu süreçte hazırladım. Planladığım yeni kitaplar var.
20 kitaba ulaştığımda, kendimi daha rahat hissedeceğim. Türk Halk Müziği ve Sanat Müziğine olan ilgim, çocukluk yıllarımda başlasa da, daha derin bir duygu bağı Bursa’da oluşmuştu. Şairliğimin başladığı durak da Bursa diyebilirim. Bursa’da müzikseverlerin mekânı aşıklar kahveleri çoktur. Farklı kültürleri tanıdığım mekânlardır buralar. Bu süreçte iki yıldır Bursa’ya gitmek nasip olmadı. İnşallah bu yıl dostlarla buluşacağız.
AY:Pandemi’nin ülkemiz insanına bir getirisi/öğretisi oldu mu?
MALKOÇ: “Akıllı insan, yere düşse bile, bir avuç kum alır da öyle kalkar”, “Bir musibet, bin nasihatten iyidir” ve benzeri atasözlerimiz bu gerçeği vurgu yapmaktadır. İnsanımız; “hijyenin, güvenliğinin, afetin, acil durumun, sistemin, planlamanın, tasarrufun, dayanışmanın ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini” fark etmiş oldu. “Okumayı, soru sormayı, düşünmeyi, yazmayı, kısıtlı şartlarda yaşam mücadelesi vermeyi” önemsemiş oldu. Daha önceleri günde 12 saat çalışan, hocasının önerisi ile bu süreyi günde 17 saate çıkarak Prof. Dr. Fuat Sezgin; bu konuda örnek alınacak bir şahsiyettir.
Pandemi sürecinde, arzu ederdim ki, toplum olarak kaybettiğimiz günleri geri kazanalım.
Kütüphane, laboratuvar, arge, inovasyon çalışmaları ve üretim bandında geçen süremiz daha da artsın.
Bir diriliş, öze dönüşü Rönesans, reform, aydınlanma hareketi olsun, zihinsel dönüşüm devrimi olsun çok arzu ederdim. Fakat bu bir dilek, temenni ve ütopyadan öteye geçemeyişine üzgünüm.
Tek kişilik dev kadrolar, liderler, yaşam guruları, düşünürler, sanatçılar, filozoflar ve bilge insanların; toplumdan yüz adım önde gitmeleri her şeyi değiştirmiyor. Onlar yalnızlaşıyor, mesajları da garip kalıyor, garipseniyor. Neden? Çünkü toplum, onun özverili üretimi karşısında; kafa yormuyor, okumuyor, işin görselini ve magazinsel boyutunu önemsiyor. Bazen lider görünümlü, bilge görünümlü şahsiyetlerin, toplumu yanıltabildiğini de gözlemliyoruz.
AY: Neden sürekli yazıyorsunuz? Kitlelere neyi anlatmayı düşlüyorsunuz?
MALKOÇ: Kitaplarımda kullandığım yazı türü ve ifade sanatları tek çeşit değildir. Şiir, makale, deneme, öykü, anı, roman, özdeyiş, müzik türünde ve farklı alanlarda yazılar yazmaktayım. Okuyan ve düşünen insan; sosyal bir sorumluluk olarak yazmak zorunda hissediyor kendini. Zaten türü ne olursa olsun, yazı yazmak; ısmarlama, planlama ve zorlama ile olmuyor. Düşünce zihinde şekillenince, ister istemez onu yazıya döküyorsunuz. Bir de eserlerini okuduğum düşünürlerin, özverili çalışmalarının, bende bıraktığı hayranlık, yazmayı bir vefa borcu derecesine yükseltiyor. Arının, bin bir çiçekten polen toplayıp; hem kendi nesli hem de tüm insanlık için bal üretmesi gibi, yazarlık uğraşı da edindiklerinden daha faydalı bir kültürel miras bırakma sevdasıdır. Bilim, kültür, ahlak, mantık, adalet, estetik, zarafet örgülü bir toplumsal medeniyet öneri ve öğretilerine odaklanmış bir yaşam modeli üzerine, toplumsal yazılar yazmaktayım.
AY: Piyasada şairler çoğaldı. Özellikle bizleri arayıp, “hocam şiirlerim var, bestelenmesi için kiminle görüşebilirim” tarzı sorular geliyor. Ancak, her şiirden “beste” yapılamıyor. Siz şiirlerinizi, bestelenecek şekilde mi tasarlıyorsunuz?
MALKOÇ: Şiir, bir duygu ve düşüncenin ritmik olarak yazıya yansımasıdır. “Bestesi yapılsın” düşüncesiyle şiir yazılmaz.“Hatta, “herkes okusun” diye bile yazılmaz. Nice şairlerin yazdığı şiirler yayınlanamamış, kendi özel çevresiyle paylaşılmıştır. Şair ve yazarın; “bestelensin, çok okuyanım olsun” anlamında bir hedef tayin ettiğinde, beklentilerini yakalayamayınca, moral ve motivasyonunun olumsuz etkileneceği aşikârdır. Abdürrahim Karakoç ustamızın “Mihriban” adlı şiiri, 30 yıl sonra bestelenmiştir. Evet hece şiirlerimin büyük bir kısmı; halk müziği ve sanat müziği formatında bestelenmeye uygundur. Fakat bestelensin niyetiyle yazılmamıştır. On civarında hece şiirim;
Hüseyin Karakoç, Bilal Kırbaş ve Burhan Tarlabaşı tarafından bestelenmiştir. Buna yenileri de eklenebilir. Bu bir tercih, gönül ve frekans meselesidir. Merhum sanatçı Bilal Ercan, Ankara Kanal A TV’de hece şiirlerimi zaman zaman seslendiriyordu. Hatta bir tanesi için bana e-posta mesajı göndermişti. “Bu şiirinizi beste yapmak üzere not aldım” demişti ama ömrü yetmedi.
AY: Her şiirin bir öznesi var mıdır? “Bu şiirde özne sensin?” ne demek?
MALKOÇ: Evet Hocam,her şiirin bir öznesi vardır. Bir de hitap ettiği, kapsadığı, kuşattığı, mesaj verdiği bir öznesi vardır. Şair, öncelikle şiiri söze döken öznedir. Fakat duygularına ortak ettiği bir kitle veya maşuku vardır. “Bu şiirde özne sensin” bir hece şiirimin adıdır ve hece şiirlerimden bir seçki yaptığım kitabımın da adıdır aynı zamanda. Şiirin adıyla bir metafor kullandım. Felsefe, mantık, sosyoloji, psikoloji ve hukuk alanlarına da dalınca; bu birikim haliyle hece şiiri üretimine de yansıyor.
O şiirde kısa ve öz meramım şuydu: “Bu şiiri okuyan okur, ey dost!... Her ne kadar şiiri, duygularımla mısralara döksem de şiirin öznesinde, direksiyonunda sen varsın. Senden aldığım ilhamla şiirde anlam ve coşku ürettim. Bunu böyle bilesin” anlamında imgesel bir anlatım kurgulamıştım.
AY: Şiir yazmanız için özel bir yer/zaman/çevre v.b. var mı?
MALKOÇ: İlk hece şiirim, Bursa’da Kayhan Camii’nde Cuma hutbesi dinlerken, zihnimde 6+5: 11 hece ile canlanmıştı. Aman unutmayayım diye, aceleden kâğıt kalem çıkarıp, ilk kıtasını not etmiştim.
“Sen Diyeceksin” adlı şiirim; İTÜ.T.M.D.K. öğretim üyesi Sayın Dr.Öğr.Üy. Burhan Tarlabaşı tarafından bestelenip notaya alındı.
Şiirsel ilhamda duygu iklimi, mekân ve zamanın özel bir yeri vardır. Ama bunu genelleyip daraltmak uygun olmaz. Gece yastığa başımı koyduğumda, uykuya dalmadan önce; bazen yazacağım bir şiir veya makalenin özü/özeti zihnimde canlanır. Başucumda kâğıt kalem vardır. Onu not eder, sabah tamamlarım. Bazen olur ki, gece saat üç gibi uyanırsınız, “beni yaz” diye haykıran cümleler uçuşur zihninizde. “Sabah uykumu alınca yazarım” deyip de kaçırdığım çok cümleler olmuştur.
Anında not etmek gerekiyor. Bir de hareket halinde sanırım duygu ve düşünceler çok aktif oluyor. Yürürken, bir araçla seyahat ederken; gözlemleriniz, farklı düşüncelerin ipuçlarını sunabilir size. Bursa’da yaşadığım yıllarda, bir çok şiirimin ölçüsü, ana teması; “Namazgah Yokuşu” adı verilen caddeden, sabah işe giderken şekillenmiştir. Gören birisi, sivil trafik polisi zannetse de, çıkarıp defterimi not ediyordum. Buna özel bir anlam yüklemek zor.
AY: Şairlerin haklarını savunan, bir arada olmasını sağlayan STK’nız var mı? Günümüze kadar ne yarar sağladı?. Her şair bir yere kayıtlı olmak zorunda mı?
MALKOÇ: Şair ve yazar olarak, şimdilik herhangi bir STK’ ya kayıtlı değilim. Tabi bu durum, üçüncü sektör olarak tanımladığımız, STK’ları önemsemediğim anlamında yorumlanmamalı. Bir STK’nın nasıl olması gerektiği konusunda; uygulama, mevzuat ve deneyim açısından birikimli sayılırım. “Organize Toplum” adlı kitabımı okuyanlar, bunu bizzat görebilirler. Zamanlamam uygun olmadığından, verimli bir ortam yakalayamadığımdan şimdilik herhangi bir STK’da üyelik ve görevim yoktur.
Kendini yetiştirmiş bir şair veya yazar; bir kuruluşa üye olmadan da kendini rahatça savunur merak etmeyin. Fakat birlikte hareket etmenin, güç ve eylem birliği içinde olmanın, her zaman artıları vardır. Kimlerle, nasıl bir birliktelik kurup, neyi amaçladığınız önemli. Yüzlerce üyesi olup, tabela, lobi, imaj, kalabalık oluşturma görüntüsünden kurtulamamış binlerce kuruluş var.
Bu tür organizasyonlardan benim alabileceğim pek bir şey olmaz. Faydalı da olamayacaksam, kalabalığı artıran bir obje/özne olmak istemem. Topyekûn bir zihinsel devrim atmosferi oluşturduğumuzda, her alanda bir STK kurulma ihtiyacı kendinden oluşacaktır.
120 sayfalık, “Mutlu Köyfütürist” kurgu romanım, tam da bu sorunuzun cevabını detaylı verecektir.
AY: İ.F.Pollock; “Bir kitap okuyan her şeyi bildiğini zanneder. İkinci kitabı okuyanın kuşkuları artar. Üçüncü kitabı okuyan ise hiçbir şey bilmediğini anlamaya başlar” demiş. Bu söylemle ne anlatılmak istenmiştir sizce?
MALKOÇ: Bu sözü daha önce okuyunca, biraz düşünmüş ve hak vermiştim. Bu söze bir ilave yapmak gerek. Hiç kitap okumayanın böyle bir derdi yoktur. O her şeyi, el yordamı, tahminle, duyduklarıyla, babadan kalma usullerle, en doğrusunu bildiğini zanneder. Bir danışman yazarın kitabında okumuştum. Hizmet sunduğu bir iş insanına; “kitap listesi önersem, okumayı düşünür müsünüz?” diye sorduğunda,“kitap okumaya neden ihtiyaç hissedeyim ki, ben ayda ortalama,…… dolar kazanıyorum” deyince, danışman yazar, ne cevap vereceğini şaşırmış. Siyaset, ticaret, STK üyeliği, inanç birlikteliği vb. sosyal aktiviteler; makam sahibi olma, para kazanma niyetiyle şekillendiğinden; karın doyurmayan, para kazandırmayan, makama tahvil olmayan “kitap okumak” gereksiz ve zaman kaybı olarak yorumlanmaktadır. İşte bizleri kahreden, yorumlardan birisi de budur.
Her insan bir kitap, her kitap bir birikim ve deneyimi yansıtır. Bir insanın her alanı, derinlemesine bilmesi mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki, insanlar, dayanışma ruhu içerisinde birbirlerine muhtaçtırlar. Siz bana birşeyler katacaksınız, ben size. Yaşamın gerçeğini, çilesini, ıstırabını, yükünü, elemini, mutluluğunu birlikte paylaşacağız. Hayatın anlam arayışı budur. Bu evrende, insan olarak yaratılmanın gereği budur.
Sahilde oturan, ağaçları görür, kumsala inen, suyun, denizin, güneşin, rüzgârın enerjisiyle tanışır. Denize dalan, değişik canlılar görür, suyun kaldırma kuvvetinden yararlanarak yüzer. Denizin dibine dalan ise apayrı bir dünya ile tanışır. Fakat sahil yolunda, aracıyla yol almakta olan bir sürücü; bunların hiçbirini gözlemleyemez. Kitapların dünyası da buna benzer bir şey. Kitap okumayı önerdiğim bir dostum: “çok okuyan değil, çok gezen bilir, neden kitap okuyayım” diye tepki vermişti. “Kütüphanelerde, müzelerde, üniversitelerde, sergilerde, sinema ve tiyatrolarda geziyorsanız, bir nebze hak vereceğim” demiştim. Diyar diyar turistik gezilerle, ancak kişisel haz duyar, coğrafi bilginizi geliştirebilirsiniz. Bence hem gezmeli, hem okumalı. Bilim; birikim, gelişim, değişim ve tekâmül sürecidir. Bunu ne yalnızca okumaya indirgemeli ne de yalnızca turistik gezilere.
Bütüncül yaklaşımda hepsinin ayrı bir yeri vardır.
Sözü şöyle bağlayalım: Bilgili, bilge, kendine yeten, içinde yaşadığı topluma ve insanlığa faydalı olmak isteyen: Felsefe, hukuk, edebiyat, sosyoloji, mantık, psikoloji, metodoloji, anatomi ve astronomi alanlarında; kapasitesine göre bilgi sahibi olmasında yarar vardır. Bunun yolu da, göz ve beyin yorup, dirsek çürütüp, zaman ayırıp okumaktır, araştırmaktır.
Cuma günü devam edeceğiz…